2005 sonbaharında yaşanan Şemdinli olayları, Mart ayındaki Diyarbakır olayları, hemen ardından Şemdinli davasının iddianamesini hazırlayan savcının Org. Yaşar Büyükanıt’ı suçladığı gerekçesiyle görevden ihraç edilmesi, 250.000 askerin Güneydoğu’ya ve Irak sınırına yığılması, eş-zamanlı olarak Terörle Mücadele Yasası (TMY) tasarısının Meclis’e sunulması ve son olarak Danıştay’a gerçekleştirilen saldırı ve ardından ortaya dökülen bağlantılar Türkiye’nin yeni bir dönemece girdiği konusunda hemen herkesin hemfikir olmasına yol açtı. 

Tabii içine girilen yeni dönemeç hakkında çok çeşitli görüşler ileri sürülüyor. Kimine göre vatan elden gidiyordu; ABD’nin Kuzey Irak’taki federal Kürt yönetimine dayanarak ülkemizdeki Kürtleri kışkırtması söz konusuydu – ki bu görüşü savunanlar genellikle "Kızıl Elmacılar" olarak adlandırılıyor. Kimilerine göre ise AKP’nin gizli bir gündemi vardı ve yavaş yavaş Kemalist rejimin güvencesi olan kurumların altını oymaya çalışıyordu. 

Daha gerçekçi bir bakış açısı geliştirebilmek için geçen yıl (2005) Mersin’de Newroz gösterisindeki "bayrak provokasyonuna" ve sonraki sürece bakmak daha yararlı olabilir. Bu provokasyon sonrasında Türkiye’de yaşayan Kürtler uzun yıllar sonra ilk kez "sözde vatandaş" ilan edildiler. Eski genelkurmay ikinci başkanının geliştirdiği ve medyanın sahiplendiği bu söylem sadece PKK’yı hedef almaktan ziyade, Kürt kimliğinin kamusal yaşamda kabul görmesi için mücadele eden bütün Kürtler’i hedef alıyordu. Son yıllarda Kürtler’in gerçek bir toplumsal-politik statü kazanma ihtimalini güçlendiren bütün gelişmelere kapılar kapatılıyordu. 

"Tek millet-tek tip toplum" statükosuna bu şekilde geri dönme çabası, medyanın aktif şekilde desteklediği bayrak asma kampanyaları ve pek çok yerde yaşanan linç kampanyalarıyla sürdü. Linçlerin ana hedefi, politik eğilimleri farklı olsa da etnik kimliklerinden ötürü potansiyel "bölücü" sayılan Kürtler’di. Toplum içinde gündelik ırkçılık diyebileceğimiz bir eğilim kışkırtıldı: Televizyonda Kürtçe yayın da başlamıştı, peki bu Kürtler neden hala rahat durmuyordu? 

Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye’nin ulusal kimliğini nasıl ortadan kaldırmaya çalıştığını konu alan TV programları, yayınlar ve dergiler, yeni hainlere karşı vatandaşları uyaran ve hayali bir resmi tarih üreten "Şu Çılgın Türkler" gibi çok-satarlar bu dönemde "tek millet-tek tip toplum" düzeninin restore edilmesi için politik-kültürel geri planı sağladılar. 

Şemdinli’de bilinen patlama olduğunda çoğumuz bunun Hakkari ve ilçelerinde yaşanan ilk bombalama olduğunu zannettik. Halbuki Güneydoğu’da yerleşim yerlerini hedef alan pek çok bombalama gerçekleşmişti ve sadece Şemdinli’deki patlama, bu ilçedeki 17. bombalamaydı. Bölgede paramiliter örgütlenmeler yeniden kendini göstermeye başlamıştı. Halk, esnaf ve Kürt siyasetçiler tehdit ediliyor, insanlar erken saatlerde sokakları boşaltıp evlerine kapanıyordu. Şemdinli’deki eylemcilerin suçüstü yakalanması beklenmeyen bir gelişmeydi. Ama daha önceki benzer olaylarla birlikte düşünüldüğünde şu gerçeği açık seçik ortaya koyuyordu: Silahlı güçler arasındaki bir savaştan farklı olarak halkı sindirmeyi ve göç ettirmeyi amaçlayan, 90’lı yıllardakine benzer bir "kirli savaş" başlıyordu. 

Halkın sindirilmesi, Türkiye toplumundaki çeşitli renklerde bütün muhalif hareketlerin, sivil toplum kuruluşlarının, basın yayın kurumlarının vs. faaliyetlerinin engellenmesi ve insan hakları ihlallerinin görünmez kılınmasıyla mümkün olabilirdi. Diyarbakır olayları uzun süredir yürütülen "terörizm hortladı" propagandasının doruğa çıkartılması için fırsat oldu. Hemen ardından TMK tasarısı Parlamento’ya sunuldu. 

Halbuki Diyarbakır olaylarının çok yalın bir dökümü bile ortada söylendiği gibi bir "terör" olmadığını, tam tersine bir devlet terörünün söz konusu olduğunu gösteriyordu: 6’sı çocuk olmak üzere 16 sivil öldürülmüş, buna karşın güvenlik güçleri arasında tek bir ölüm vakası meydana gelmemişti. Diyarbakır olayları "terörist bir kalkışma" değil, sivil bir isyandı. Filistin’de uzun süre görmeye alışık olduğumuz ve gençlerle çocukların öncülük ettiği gösterilerden nitelik olarak farklı değildi. Yıllardır giderilmeyen insan hakları mağduriyetlerine, açlıkla terbiye etme politikasına ve kolektif kimlik haklarının görmezden gelinmesine karşı sesini duyurma çabasıydı. 

Daha önceden hazırlanan, ama Diyarbakır olaylarının ardından gündeme getirilen TMY tasarısı açıkça bir darbe yasasıydı. Ancak darbe koşullarında uygulanabilecek olan bu tasarı, 12 Eylül’ü bile aratacak cinstendi. Hatırladığım kadarıyla 12 Eylül’de insanlar örgüt yöneticisi ve üyesi olmakla suçlanmış ve çeşitli cezalara çarptırılmıştı. Sonra 90’lı yıllarda "örgüte yardım ve yataklık etmek" veya "örgüt propagandası yapmak" gibi suçlar icat edildi. Şimdi ise "örgüt üyesi olmasa bile örgüt adına faaliyet yapmak", "örgütün faaliyetleri çerçevesinde eylem düzenlemek" veya "örgütün amacının propagandasını yapmak" gibi suçlarla ortak bir amacı paylaşan sivil halk hareketleri ve onların çevresindeki aydınlar, siyasi partiler, sivil toplum örgütleri hedefleniyordu. 

"Abaca bir darbe mi oluyor?" kuşkusu, Şemdinli iddianamesini hazırlayan Van savcısının meslekten ihraç edilmesiyle güçlendi. Galiba Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir savcı – yolsuzluk gibi suçlamalar dışında – hazırladığı iddianame dolayısıyla meslekten ihraç ediliyordu. Savcı Sarıkaya’nın iddianamesi, sivil iktidarı tamamen etkisizleştirmeyi ve paramiliter örgütleri devreye sokmayı amaçlayan birimlere karşı, Türkiye Cumhuriyeti’ni AB normlarına uygun bir işleyiş içinde tutmaya çalışan çevrelerin hukuki girişimini temsil ediyordu. Bu gizli oluşumlarla yüksek rütbeli bazı komutanlar arasında bağ kuruyordu. 

Karşı hamle gecikmedi. Türkiye’yi AB reform sürecinin dışına çıkarmak ve yeniden kirli savaş günlerine geri dönmek için çeşitli provokasyonlar düzenleyen paramiliter güçlerin devlet kaynaklı olabileceğine işaret eden bürokrasi içindeki kesimler tasfiye edildi veya sindirildi. Savcı Sarıkaya’dan sonra Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un da görevden alınması bu adımlardan birisiydi. 

Eşzamanlı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana – Kıbrıs harekatı dahil – en büyük askeri operasyonunun gerçekleşmekte olduğunu öğrendik. Türkiye’nin pek çok yerinden askeri birlikler Güneydoğu’ya ve Irak sınırına kaydırılıyordu. Bölgeye 250.000 asker yığıldığı söyleniyordu. Bu askeri hareketliliğin hedefi elbette sadece bölgede faaliyet gösterdiği söylenen birkaç bin PKK’lı olamazdı. Nitekim eğer ABD’den izin alınabilseydi, Kuzey Irak’a girilecekti. Girilemese bile, hemen yanı başına yüz binlerce askerin yığılmasının geleceği hayli belirsiz olan Kürt federal yönetimi açısından nasıl bir anlam taşıdığı açık olsa gerek. 

Belki dünyada değilse bile Ortadoğu’daki – bütün uluslararası kuruluşların görmemezlikten gelmeyi tercih ettiği – bu en büyük askeri hareketlilik temelde iç politikaya ilişkin mesajlar taşıyordu. AKP hala hükümet olabilirdi, ama iktidar, yani hangi temel politikaların izleneceği konusunda inisiyatif bu askeri hareketlikle birlikte askeriyenin eline geçmişti. Bir ülkede bu kadar büyük bir askeri operasyon düzenlenirken, sivil hükümetin ve kurumların ciddi bir hareket alanı kaldığını düşünmek, sivil özgürlüklerin hala güvende olduğu varsaymak herhalde biraz safdillik olurdu. 

Nitekim, Diyarbakır olaylarından sonra bölgede o kadar çok DTP yöneticisi ve sivil toplum örgütü üyesi tutuklandı, hakkında soruşturma veya dava açıldı ki, yeniden kimsenin güvende olmadığı bir ülke haline gelmekte olduğumuz konusunda pek az kuşku kaldı. İHD Diyarbakır şubesi tarafından açıklanan Doğu-Güneydoğu bölge raporu insan hakları ihlallerinde darbe sürecinin başladığı 2004 yılından bu yana ciddi bir artış olduğunu kaydediyor ve 2006 yılının ilk dört ayında hak ihlallerindeki artışın bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 445 olduğunu belirtiyor.[[dipnot1]] Ülkemizin yakın tarihinden edindiğimiz deneyimle, modern veya postmodern darbelerin meydana geldiğini insan hakları ihlallerinde meydana gelen keskin artışlardan da anlayabiliyoruz. 

Böylece 28 Şubat’tan sonraki ikinci postmodern darbenin ilk aşaması tamamlanmış oluyordu. 

Belki bu yazıda Türkiye’nin bir darbe sürecinden geçtiğinden söz edilmesi çok iddialı bir tespit gibi görünebilir. Ama eğer bir ülkede temel hak ve özgürlükleri bütünüyle ortadan kaldıran yasa tasarıları gündeme gelebiliyorsa, devlet bürokrasisinde reformcu çizgiyi temsil edenler tasfiye ediliyor veya gözdağı verilebiliyorsa, hükümetin karar sürecine gerçek bir katılımı olmadan ülke tarihinin en büyük askeri operasyonu düzenlenebiliyorsa, iktidarın parçalı ve çoklu yapısının ortadan kalkıp tek bir elde toplanmasına doğru bir güçlü yönelim varsa, bence açık olmasa da 28 Şubat benzeri bir darbeden söz edebiliriz. Darbe dediğimiz süreç eninde sonunda sivil alanın çok ileri düzeyde daraltılması ise, gelişmeleri yorumlamak için bu kavramı kullanmak açıklayıcı bir güce sahip olacaktır. 

Darbede İkinci Aşama: Hükümet Düşürülmeye Çalışılıyor 

Ama darbe süreci henüz tamamlanmış sayılmazdı. Her şeye karşın, daha fazla özgürlük ve AB üyeliği vaadiyle iktidara gelmiş güçlü bir AKP hükümeti vardı. Halk nezdinde belli bir meşruiyete sahip hükümetin hak ve özgürlükleri gözünü kırpmadan kısıtlaması çok kolay değildi. Yine Güneydoğu’daki oy tabanı düşünüldüğünde Kürt sorununda tamamen inkarcı bir politikaya dönmesi de çok kolay görünmüyordu. TMK tasarısı görüşülürken AKP Meclis grubunda yaşanan tartışmalar belli bir dirence işaret ediyordu. 

ABD ve İran arasındaki krizde, AKP’nin izlediği dış politika da ABD tarafından onaylanmıyordu. Türkiye’nin yakın tarihinde aşina olduğumuz bir kalıp tekrarlanıyordu: Ülkenin jeopolitik konumunu bir pazarlık unsuru olarak kullanıp kendisinin Amerikan çıkarlarına daha iyi hizmet ettiğini, buna karşın insan hakları ve demokrasi gibi meselelerde elinin rahat bırakılmasını talep eden militer bürokrasi bir kez daha Amerika’nın desteğini almış görünüyordu. AKP de Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında bir rol üstlenmeye çalışmış, ama o daha çok AB’ye girmeye çalışan "demokratik ve ılımlı İslami" ülke kimliğiyle İslam ülkelerine model olmaya, onlarla yakın ilişkiler geliştirmeye çaba göstermişti. Arap sermayesini Türkiye’ye çekmek için uğraşmıştı. Şimdi kendisinden beklenen İran’ın tecrit edilmesi ve köşeye sıkıştırılması rolünü oynayamazdı. Zaten ihtilafın barışçıl yollarla çözülmesi gerektiğini her fırsatta dile getiriyordu. 

Darbe sürecinin tamamlanması için hayali bir "bölünme tehdidi" ve uzaklarda bir yerlerde yaşanan çatışmalar yeterli değildi. Rejimi değiştirmeye çalışan "hainler" daha yakınımızda, hatta içimizde olmalıydı. Oylarımızla seçip iktidara getirdiğimiz TC hükümeti şimdi ülkeyi adım adım şeriatçı bir mecraya doğru sürüklüyordu. Deniz Baykal aylardır darbe sürecinin psikolojik savaş aygıtı gibi çalıştı ve kendi tabanını "AKP’nin gizli gündemi" konusunda uyarma işlevini üstlendi. 

Çok bilinen bir oyun tekrarlandı. Güya türban kararına tepki duyan ve "refleks olarak" bir eylem yapıp yargıçları öldürmeyi kafasına koyan "meczup" bir avukat Danıştay’a saldırdı ve bir yargıcı öldürdü, diğerlerini yaraladı. Saldırının ertesi günü medya bir propaganda aygıtından beklenen tutumla resmi tezi destekleyen bir yayın çizgisi izledi: Saldırı, İslamcı çevrelerin kışkırtmasıydı ve rejimin temel niteliği olan laikliği hedef alıyordu. Sonraki günlerde saldırgan avukatın emekli subaylarla ilişkileri, eski İHD başkanı Akın Birdal’a da suikast düzenleyen Türk İntikam Tugayı (TİT) ve Vatansever Kuvvetler Güçbirliği Derneği gibi pek İslami eğilimli sayılamayacak kurumların adının olaya karışması medyanın pek ilgisini çekmedi. Avukat Alparsan Aslan’ın küçük bir grupla hareket ettiği, ama daha geniş bir örgüt bağlantısının tespit edilemediği tezi medyada kabul gördü. 

Kemalist eğilimli orta sınıfları darbe sürecine kazanmayı öngören bu son aşamadan sonra sıra muhtemelen hükümetin düşürülmesine gelecek. Yerine CHP-DYP koalisyonu gibi hiç güçlük çıkarmadan egemenlerin programını uygulayacak bir hükümetin tasarlandığını söylemek abartı olmayacaktır. 

Darbe süreci amacına ulaşacak mı? Kuşkusuz bunu kriz sinyalleri veren ekonominin durumundan uluslararası gelişmelere kadar pek çok faktör belirleyecek. Ama halkın, demokratik inisiyatiflerin ve güçlerin demokrasi ve özgürlük talebi şüphesiz en belirleyici faktör olacaktır.