Bu yazı, Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü’nün 2009 Mart ayında 10.sayısını çıkaracağı “Yazınca” dergisinde yayımlanacaktır. 

2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası adaylığı süreciyle birlikte, medya ve televizyon dizilerinde sık sık rastladığımız Mardin bölgesi, Türkiye “kültürel mozaiğinin” yegâne göstergesine dönüşmüştür. Bir zamanlar zorla göç ettirilmiş, “etkisiz hale getirilmiş” kültürlere, korumacı, “müzeci” bir anlayışla yaklaşan bakış açısı; Süryanileri, Yezidileri kültürel anlamda “solmaması gereken renklerimiz” olarak ele alıyor ve iç ve dış turizmin beğenisine sunuyor. Artık, bölgenin “terör olaylarıyla”[[dipnot1]] anılması istenmiyor. Bunun yerine kozmopolit bir yapıya sahip olduğu, “medeniyetler beşiği”, “hoşgörü ve uzlaşı toprakları” olduğu, her seferinde devletin bölgedeki en yetkili kişileri dahil her kesim insan tarafından dile getirilmekte ve böylece bölgenin turistik anlamda “çekiciliği” bir kez daha vurgulanmaktadır. 

 
Bu yazıdaki temel amacım, geçmişten günümüze –müdahalelere/azalmalara uğrasa da- halen sahip olduğu çokkültürlü yapısıyla Mardin bölgesi üzerinde ulus-devletin yıllarca uyguladığı politikaların, 2000’li yıllardan sonra nasıl değiştiğini; liberal çokkültürlülük söylemi ve neoliberalizm politikalarıyla Mardin’in bir turizm merkezine nasıl dönüştürülmek istendiğini analiz etmek. Bu bağlamda, ilk önce yeni Cumhuriyet’in kuruluş süreci yıllarında ulus-devletin tarih yazımında önemli bir yere sahip olan halkevleri çalışmalarını –Mardin Halkevi üzerinden- ele alacağım. Sahip olduğu iktidar ve güç sayesinde “diğer” halkları-kültürleri görmezden gelen, yoksayan, hafızalardan silmeye çalışan ve bu sayede de kendisini tesis eden zihniyeti, Mardin Halkevi’nin o dönem bastırdığı broşürler üzerinden incelemeye çalışacağım. İkinci olarak; 2001 yılından sonra, UNESCO Dünya Kültür Mirası adaylığı sürecinde Mardin’in medyada ve televizyon dizilerindeki oryantalist temsillerini ele alacağım. Ayrıca, bu temsillerde Mardin’in sahip olduğu kültürel yapının turistik bir “nesne” olarak nasıl ele alındığını incelemeye çalışacağım. Bunlara geçmeden önce kısaca Mardin bölgesine ve sahip olduğu etnik, kültürel yapıya dair birkaç bilgi vermekte fayda var.


Yukarı Mezopotamya’nın en eski yerleşim birimlerinden birisi olan Mardin şehri; Suriye, Irak ve Türkiye’nin kesişen bir noktası olup, Diyarbakır’dan Nusaybin’e ve oradan da Musul’a kadar uzanan tarihi yolu denetleyen, Cizre ve Nusaybin’den gelen ve Harran Ovası ile Halep’e uzanan güzergâhın merkezinde bulunmaktadır. Mardin bölgesi, bölgedeki diğer yerleşim birimleri gibi tarih boyunca pek çok kültüre, etnik ve dinsel gruba ev sahipliği yapmıştır. Bölgede birçok arkaik inanç ve din yaşamıştır; Şemsilik, Yezidilik, Yahudilik (Musevilik), çeşitli Hıristiyan ve İslam mezhepleri. Bunun yanı sıra Ermeniler, Nasturiler, Keldaniler, Yakubiler, Yahudiler, Süryaniler, Çingeneler (Qereçî/Mitrip), Çeçenler, Mıhellemiler, Araplar ve Kürtler gibi çeşitli etnik gruplar yaşamıştır. Coğrafi konumu itibariyle de, tarih boyunca bölge bir “savaş alanı” olmuş, sürekli el değiştirmiş ve çeşitli topluluklar tarafından egemenlik altına alınmıştır. Asurlar, Persler, Romalılar, Abbasiler, Bizanslılar, Selçuklular, Artuklular, Osmanlılar ve Türkler bunlardan sadece birkaçı.
 
Dilsel olarak oldukça zengin bir yapıya sahip olan Mardin’de, Hint-Avrupa dillerinin konuşulduğu bölge ile Semitik dillerin konuşulduğu bölge, birbiri içine geçmektedir.
Nihayetinde; günümüzde Mardin merkezde yoğunluklu olarak Sünni Arap ve Kürtler ve Hıristiyan Süryani Ortodoksları yaşamaktadır. Ağırlıklı olarak Midyat civarında ve Mardin merkezde yaşayan Süryani Ortodokslar, Sami dil grubuna bağlı yeni Aramicenin Doğu Aramice koluna mensup bir dil olan Tûrôyo (Arapça Tôrânî) dilini konuşmaktadır. İdil’de, Silopi’de, Midyat merkezde ve Mardin kentinde yaşayan bir diğer Hıristiyan cemaat olan Keldaniler ve kent merkezinde birkaç aileyle temsil edilen Ermeni Katolik ve Protestanlar da vardır.[[dipnot2]] Osmanlı-Rus Harbi’nden (1877–1878) sonra Kafkasya kökenli Çeçenler –günümüzde “Çaçanlar” olarak da bilinen- Mardin-Kızıltepe’ye göç etmiş bir topluluk olup, konuştukları diller Kürtçe ve Türkçedir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeki en büyük Sünni (Hanefi) Arap topluluğu da bu bölgede yaşamaktadır. Bölgede, şu an en kalabalık etnik grup Sünni Kürtler olup, konuştukları dil Kürtçenin Kurmancî lehçesidir. Bunun dışında bir diğer Kürt grubu da, yine Kurmancî lehçesini konuşan Yezidi ya da Êzîdîlerdir. Ancak bunların çoğu göç etmiş ve geri kalanlar da Müslümanlaş(tırıl)mıştır. Bunların dışında kendilerini Kurmanc[[dipnot3]] olarak tanımlayan Çingeneler (Qereçî, Mitrip) de bölgede özellikle müzik icralarıyla tanınan bir topluluktur. Bölgede ayrıca, Mıhellemiler olarak bilinen bir topluluk da yaşamaktadır. “Bu halkın etnik kökeni konusunda ise çok farklı görüşler ileri sürülmekte olup, Kürt asıllı olduklarından, Türk asıllı olduklarına yahut Arap ya da Arami/Süryani kökenli olduklarına kadar pek çok farklı iddia ortaya atılmış ve bu tartışmalar hâlâ sürmekte.”[[dipnot4]] 

Yeni Cumhuriyet’in Mardin’i: “Mardin Türktür”
Avrupa’nın “hasta adamı” Osmanlı devletinden yeni Cumhuriyet’e geçiş oldukça sancılı bir şekilde gerçekleşmiştir. Bu süreç 600 yıllık bir maziye sahip olan büyük bir imparatorluğun yok olması ve küllerinden yeni bir ulusun oluşmasıyla sonuçlanacak ve “Türk Ulusal Kimliği” Osmanlı devleti gibi çokuluslu, kozmopolit karaktere sahip bir yapının içinden kendisini tesis edecektir. Bu kimliğin kendini var etmesi “gecikmiş” de olsa hızlı bir şekilde gelişecek ve bu gelişme, etrafındaki “diğer” ya da “Türk/Müslüman olmayan” halklara/kültürlere oldukça pahalıya mal olacaktır. İktidarın verdiği güç sonuna kadar kullanılacak, yüzyıllardır o topraklarda yaşamış halklar, kültürler âdeta tarihten silinmek istenecektir. Bunun en ağır bedelini 1915 yılında “bir halkın imha edilmesi projesi”[[dipnot5]] sonucu Ermeniler ödeyecektir. Bu imha projesi, Ermenilerin yanı sıra, bölgede “Müslüman olmayan” Süryaniler ve Yezidileri de zaman zaman içine alacaktır. Ve sonraki yıllarda da Kürtleri...


Amacı tek bir ulus, tek bir dil, tek bir kültür ve tek bir tarih etrafında bir toplum yaratma olan Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus-devlet projesi olarak kuruluşuyla beraber “halka inerek” onu eğitecektir. Devlet iktidarı bütün kurumlarıyla; eğitilmesi, bilinçlendirilmesi, medenileştirilmesi, ehlileştirilmesi gereken bir nesne olarak “halk”ı bizzat yaratmaya uğraşacaktır. Bunu, o topraklarda yaşayan çok çeşitli kültürleri, etnik, dinsel varoluşları ve geleneksel, göreneksel yaşayış tarzlarını parçalayarak başarmaya çalışacaktır.[[dipnot6]] 


“Halka inmenin” en önemli ayaklarından birisi kuşkusuz halkevleri olacaktır. Bu anlamda devlet, halkevleri aracılığıyla ülkenin en güney-doğu köşelerinden birisi olan Mardin’e de kültürel anlamda ciddi müdahalelerde bulunmuştur. Halkevleri, “yeni devletin Batılılaşma projesini pratiğe geçirecek sanatsal ve kültürel faaliyetlerini başlatma ve yürütme” ve “milli kültür repertuvarı oluşturma”[[dipnot7]]  misyonunun yanı sıra; Mardin gibi “Türklüğe dair ipuçlarının” az olduğu bölgelerde Türkçülüğü yayacak ve geriye kalan “Türk olmayan” halkları, kültürleri yoksayıp asimile edecek; yeni Cumhuriyet’in en kapsamlı sosyal-kültürel reform projelerinden birisi olarak 1951 yılında Demokrat Parti tarafından kapatılana kadar faaliyetlerini sürdürecektir.


Yaptığı müdahalelerin hangi boyutta olduğuna dair, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Cumhuriyet’in on beşinci yılı için yayımladığı Mardin Halkevi Broşürü (1938) bize önemli ipuçları sunuyor:
Mardin Türktür… Bu iki kelime, iki iki daha dört eder derecesinde mutlak bir hakikatın ifadesidir. Bazı hakikatlar vardır ki, taşıdıkları kat’iyet itibarile ifadelerinden şüpheye asla mahal bırakmazlar. Güneşin güneş olduğu gibi.. İşte, Mardinin Türklüğü de bu mahiyette ve bu tarzda muhakkak bir hakikattır.[[dipnot8]]


Bu ırkçı söylem, yakın bir döneme kadar, bölgede zorunlu görev gereği yaşayan memur ve askerler dışındaki “Türk/Müslüman olmayan” insanlar üzerinde kendini çeşitli iktidar ve şiddet biçimleriyle sert bir şekilde tesis etmiştir. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında çıkan Kürt isyanlarının bastırılma şekillerinden, bitmek bilmeyen zorunlu göçlere, günümüzde halen okullarda uygulanan tek dilli eğitim sistemine kadar sindirme, hafızalardan silme ve asimilasyon politikaları sistematik bir şekilde sürdürülmüştür.  


Tek Dil, Tek Kültür Politikası
Mardin Halkevi bünyesinde dil, tarih, edebiyat, tiyatro ve müzik gibi çeşitli alanlarda çalışmalar yapılmıştır. Bütün bu çalışmalarda temel hedef, Mardin’de Türkçenin her alana sinmesi, “Türk olmayan” kültürlerin Türkleştirilmesi olmuştur. Özellikle, halkevi bünyesinde çalışmalarını sürdürmüş en önemli komisyonlardan birisi hiç kuşkusuz “Dil Çalışmaları” olmuştur. Bu komisyon, Mardin halkını “berbat ucube dilden” (Arapça) kurtarıp yıllardır Mardinlinin konuşmaya hasret kaldığı “tertemiz, öz diline” (Türkçe) kavuşturmak için aralıksız çalışmıştır.


Türk milliyetçiliğinde önemli bir tema olarak; yerelleşen Arap kültürünün kökendeki esas Türki ahlakı bozduğu düşüncesi vardı.[[dipnot9]] Öyle ki “…Garplileşmek, aynı zamanda Araplaşmaktan kurtulmak, Türkleşmek demekti.”[[dipnot10]]  Bunun için tabii ki, dahiyane fikirler de ortaya atılmış, o dönemin Mardin Halkevi ve belediye başkanı Dr. Aziz Uras halkın nasıl “geçmişiyle bağını koparacağını” ve “tertemiz Türkçesine” kavuşacağını bir “oyun” metaforu yardımı ile şu şekilde anlatır:


2200 sene evelisi Mardin yoktu. Var idise (Sümer-Akad) yurdu idi yine Türktü ve yine Türktü. İslâm istilaları bu taraflarda Arab kültürünü yayarken, Mardin yine Türkçe konuşurdu. Suriyede Irakta ve badiyede Arapça konuşulurken Mardin yine Türkçe konuşuyordu. Osman oğulları istillarında bu iş böyle devam etmedi. Mülkî taksimat itibarile Bağdada bağlanan Mardin Padişahların fermanile Arapça konuşmağa zorlandı. Yarım yamalak yarısı Arapça yarısı Türkçe olan bir Arapça Mardinlinin dili oldu… O vakıtkii siyasa dini vahdet siyasası idi. Ulusal endişe yoktu… Fakat Mardinli öz Türklüğünü unutmadı. Dilinin bir kısmında yaptığı bu fedakarlık hiçbir cephede yapmadı. Irk, Adet, Kültür, Halkiyat, Hikâye, Efsane hep Türk hep Türkün malı idi. Dilinin diğer yarısını kazanmak için ilk fırsat Cumhuriyet güneşile doğdu… Şimdi ana dilini her kes biliyor. Pek az adam kalmıştırki ana dilini bilmesin, Fakat fena bir itiyad neticesi ana dilden başka dillerle de konuşmağıda zararsız görüyor. Fakat biz bunun çok zararlı olduğuna kaniiz vaziyetin bu şekilde devamına müsaade etmemiz katiyen doğru olamaz… Yükselmek maziye aid bütün bağları koparmakla mümkündür. Nasıl istersinizki bağlı olan bir şey ilerlesin yükselsin?... Bu onların kabahati değildir. Bu suç onların değildir… Meclis burada Mardin beldî ailesinin babasıdır. Hemşerilerde aile ferdleridir. Biz terbiyevî bir oyun oynayacağız… Aile reisi teklif eder: kimki mesela –C- harfile başlayan bir kelime ile konuşmağa başlarsa on para ceza verecektir. Oyun başlar –C- harfile başlayanlar ceza verirler fakat zaman gelirki –C- harfi ile başlayan tek bir adam kalmaz ve oyunda biter. Ben de teklif ediyorum, Mardinde herkes Türkçeyi biliyor çünkü ana dilidir. Hanki Mardinli kati bir zaruret olmadan Türkçeden başka bir dille konuşursa ufacık bir ceza versin mesela 10 kuruş veya 25 kuruş buda bizzat telkinin müeyyidesidir. Bu şekilde, hem fena bir itiyadın önüne geçilmiş ve hem de maziye bağlılığımız koparmış bulunuyoruz. …


[Bu “oyun” halk tarafından] … alkışlarla kabul edildi ve tatbik edildi, şimdi herkes bu oyunda ayni zevk ve neşe ile devam etmektedir. Hemşeriler bir birlerini yakalamak için oğraşmakta, yabancı diller işidilmemektedir.[[dipnot11]]   


Özellikle Cumhuriyet'in kuruluş döneminde Türkçü yazarlar Osmanlı devletinin çokuluslu, kozmopolit karakterinin Türk ulusal kimliğinin gelişmesini engellediği, hatta Türk ırkını yok etmek istediği yönünde yazılar yazmışlardır.[[dipnot12]] Dr. Aziz Uras’ın dile getirdiği Osmanlı karşıtı söylem, Mardin’de halen konuşulmaya devam eden Mardinlice/Arapça[[dipnot13]] diline karşı, rahatlıkla ırkçı bir söyleme dönüşmekte. Aşağılanan “öteki”, Araplık olmuştur. Burada mevzubahsi bile olmayan, bölgede konuşulan diğer diller (Ermenice, Süryanice ve Kürtçe) yoksayılmakta, hafızalardan silme operasyonunun başladığını bize göstermektedir.
Mardin Halkevi’nin yürüttüğü dil çalışmalarının sonuçları memnuniyet vericidir. Öyle ki, bu çalışmaların ne kadar etkili olduğu küçük bir Türk çocuğunun “sarsılmaz azmi” sonucu annesiyle yaşadığı bir olay üzerinden şu şekilde aktarılıyor:


Arapça konuşmamıya and içen bir okullu yavru, gece evde anasına uyuyacağını ve yatağının yapılmasını söyliyor. Yaşlı kadın, oğlunun ne demek istediğini anlıyamıyor. Ve meramını Arapça olarak bildirmesini istiyor. Türk çocuğu, özdilinin ve bu özdilin kıymetini öğretmeninden aldığı ilhamla kafasına ve kalbine nakşetmiştir. İstediğini Türkçe olarak tekrar ediyor. Ana inatçı, çocuk azminde ve kararında musır.. Nihayet, küçük yavru, Arapça söylememek için yataksız uyumıya razı oluyor.[[dipnot14]]  


Yukarıdaki anlatının ne kadar doğru olduğu tartışmalı olsa da, Mardin Halkevi’nin yaptığı çalışmalarla Türkçeyi/anadilini Mardin halkının evinin içine kadar sokmak amacında olduğu bir gerçekliktir. Burada halkevinin amacı, Mardin’de Türkçe dışındaki “diğer” dillerin sadece kamusal alanda değil aynı zamanda özel alanda da konuşulmamasını sağlamaktır.   


Dilkırım Siyaseti
Devletin, yıllar boyunca uyguladığı dilkırım siyaseti bu topraklarda yaşayan birçok dili ortadan kaldırmak için başvurduğu, hukuki ve idari araçlarla yürüttüğü bir mücadele olagelmiştir. Bu mücadelede dil, sürekli aşağılanmış, yasaklanmış, konuşulması suça tabi tutulmuş ve hatta bir dil bile olmadığı, sadece bir lehçe olduğu söylenmiştir.[[dipnot15]] Yeni Cumhuriyet’in uygulamaya çalıştığı bu politikalara dair, Kürt entelektüeli Musa Anter/Apê Mûsa’nın anlatısı ilginçtir:


… dışarıda yani şehir içinde Kürtçe konuşmak yasaktı. Hatta konuşanlardan, eğer tespit edilmişse, kelime başına bir lira ceza alırlardı. Bu yüzdendir Mardin bir dilsizler kampına dönmüştü. Açıkta konuşamadıkları için el işaretleriyle anlaşmaya çalışıyorlardı. … Bu konuda bir başka misal vermek istiyorum. Köylüler, Mardin’e satmaya eşekle odun getirirlerdi. Kürtler eşeği sürerken “ço” derler. Türkçe bilmeyen fakir Kürtler, her şeyden habersiz “ço” deyince, onlara tuzak kurmuş olan jandarmalar hemen bunları şiddet ve hakaretle yakalarlardı. Köylü, aklınca kendisini Kürtçe savunurken büsbütün hesapsız suç işlerdi. İşte bunlardan bir tanesi de annemin akrabasıydı. Eşeği ve odun yükü müsadere edilip satıldı. Beş lira tutmuştu. Halbuki, ceza olarak on iki lira tespit edilmişti. Ayrıca iki gün gözaltında kalmış, bir hayli de dayak yemişti. Üç buçuk ay sonra köye gelen tahsildar, geri kalan yedi lira borcunu ödemesini istemiş ve vermediği takdirde eşyalarına haciz konacağını söylemişti. Tabii ki tahsildarla birlikte jandarma da vardı. Dayım üç-beş keçisini satıp onlara borcunu ödemişti. Bu olay sadece dayım için değil, olağandı.[[dipnot16]]


Bu “olağan” politikalar, Misak-ı Milli sınırlarının her karışında, ulus-devletin gerektirdiği her şey yerine getirilmeye çalışılarak “Türk/Müslüman olmayan” halklara-kültürlere karşı yoğun baskılar ve imhalarla sert bir şekilde yıllarca uygulandı. Türkçe dışındaki bütün diller yıllarca yasaklandı. Devletin sistematik bir biçimde uyguladığı bu yok etme, sindirme ve asimilasyon politikalarına karşı zaman zaman başkaldırılar, isyanlar da olacak, ancak bunun karşılığı çok daha büyük acılar, yasaklamalar olarak geri dönecektir. Özellikle, Kürtlerin bir halk olarak yoksayılması, unutturulmaya çalışılması; “Kürt” kelimesinin dahi yasak olmasını beraberinde getirecektir. Bu yok etme ve unutturma çabası, devletle Kürtlerin sürekli bir gerilim içinde olmasına sebep olacaktır. Son Kürt isyanı PKK de, âdeta bu “yoksaymanın” bir “cevabı” olarak ortaya çıkacaktır.

2000’li yılların Mardin’i: “Farklı Dinler ve Dillerin Hoşgörü Şehri”
2000’li yılların başı, bize bölgede iç savaş sonrası görece bir barış ortamının oluştuğuna dair işaretler verir. Zira 1998 yılında PKK’nin tek taraflı ateşkes ilanı ve 1999 yılında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması süreci sonrası, yirmi seneden fazla sürmüş olan iç savaş, yerini görece bir barış ortamına bırakır. Bu savaş sonrası süreç, Türkiye Cumhuriyeti’nin AB’ye üyelik yolunda önemli reformları –fiili olmasa bile- gerçekleştirdiği bir dönem. Özellikle bu yıllarda, Kürtler üzerindeki baskı kısmen dinmiş ve ülkede göreli bir demokratik atmosfer oluşmuştur. Birçok dilde olduğu gibi, Kürtçenin kullanımı önündeki engellerin bir kısmı kaldırılmıştır. Diasporadaki Süryanilerin bölgelerine/köylerine geri dönüş yapabilmeleri teşvik edilmiştir.


Özelde ise, devletin Mardin bölgesi üzerinde göreli bir “yumuşama” politikasını görmekteyiz. Mardin şehrinin 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası’na adaylığı ve bununla birlikte bölgenin turizm açısından büyük bir ekonomik potansiyel barındırması, devletin “yumuşama” politikasını daha anlaşılır kılıyor. Zira Mardin bölgesini turistik anlamda ayrıcalıklı kılan, sadece sahip olduğu tarihi evler ve yapılar değil aynı zamanda bir zamanlar sahip olduğu ve halen bunun kalıntılarına rastladığımız “kadim” kültürler, dinler ve halklarla da “açık müze kenti olma” adayı olmasıydı.


“Müze değeri taşıyan” eserler her an kaybolabilecek, yok olabilecek ya da ölebilecek derecede korunmaya muhtaçtır. Ancak bu korumanın sağlıklı bir şekilde yapılması, eserin steril bir ortama alınması sayesinde olacaktır –ve sonuç olarak da vitrinde seyirlik bir nesne olarak güven içinde “varlığını” devam ettirecektir. “Mardin açık hava müzesi” sadece korunmaya muhtaç tarihi taş evleri için değil, bunun yanı sıra geçmişten gelen, koruma altına alınması gereken “kadim” kültürler-insanlar için de “güvenli” bir geleceğe turizm sayesinde kavuşacaktı.


Medyada, artık bölgenin “terör belasından” kurtulması ve turizm sektörünün canlanması gerektiği, “kentsel rehabilitasyon projesinin” yanı sıra “toplumsal rehabilitasyon projesinin” de bir an önce devreye girmesi gerektiği açık bir şekilde ifade ediliyordu:


Dünyanın kaç şehrinde Sümerlerden Urartular'a, Roma'dan Bizans'a, Selçuklular'dan Osmanlı'ya onlarca uygarlık iz bırakmış, birbirinden farklı pek çok dil ve din hoşgörü içinde birarada yaşamıştır? ... Mardin, şimdi eski kenti hem fiziken, hem de ruhen canlandırmak için seferberlik halinde. Aslında halkının terörün t'sini unutup turizmin t'sine alışması yeni değil; son yıllarda tek tük de olsa içten içe bir restorasyon faaliyeti sürüyordu, ancak birkaç ay önce Dünya Bankası'ndan 12 milyon dolarlık kredi çıkınca çalışmalar hızlandı. Mardinli artık büyük büyük babalardan kalma evinin ve “dünya kültür mirasına aday” bir kent olarak UNESCO listesinde yer almanın anlamını biliyor. … [Mardin’deki tarihi evlerin] şu anda işleyen birkaç iyi örneği takip ederek inanç ve kültür turlarının ortasında bir durak, mesela bir butik otel, pansiyon ya da restoran olmaya hazırlanıyor. Geçen yıl 200 bin kişinin gezdiği Mardin gelip geçici bir moda değil, gerçek bir turizm kenti olmak istiyor.[[dipnot17]]
Buradaki temel amaç; şehrin taş evlerinin restorasyonunun yanı sıra, sahip olduğu tarihi ve kültürel prestijini de yeniden kurmak ve Mardin’i kültürel turizmin merkezi haline dönüştürmekti. Bunun için Mardin, mimari mirasının yanı sıra, birlikte barış içinde binlerce yıl yan yana yaşayan çokdinli, çokdilli yapısıyla “Türk şarkı”nın kadim ve mistik bir şehri olarak tasvir edilerek öne çıkarılıyordu. Bu tasvirin merkezine de Hıristiyan Süryaniler, bölgenin halen yeniden keşfedilmeyi bekleyen kadim bir topluluğu olarak yerleştiriliyordu.[[dipnot18]] 
 
Keşfedilmeyi Bekleyen Şehir
Asena Günal (1998), Birikim dergisinde yazdığı “Otantik Olanı Arama” adlı makalesinde globalleşmenin yarattığı hegemonik homojenleşme kültürü karşısında “yerli” ve “otantik” olanın nasıl değer kazandığını anlatır ve şunu iddia eder: Turizm bağlamında süren ‘otantik’ olana yönelik arayış, diğer kültürleri “ötekileştirmek” suretiyle, oryantalist söylemi yeniden üretir.[[dipnot19]]  Ayrıca, turizmin “seyirlik nesne” olarak kendisine “saf” etnikler, “geleneksel” kültürler ve Batılılaşmanın ya da diğer global süreçlerin etkilemediği “kapalı” yerler aradığını belirtir. Bu arayışı, “otantik” olanı aramak olarak nitelendirir. Batılının, kendisi dışında kalan bölgelerde, doğuda ya da kırsal bölgelerde “otantik” olanı arayışının sürekli kendini yeniden ürettiğini belirtiyor devamında. “Türkiye’de sayıları son yıllarda artan Atlas, Tatil, Gezi ve Outdoor gibi dergilerdeki oryantalist temsiller, hem okuyucuların imgelemindeki Batı-dışı kültür kavrayışını yansıtmakta hem de bu kavrayışı pekiştirmektedir.”[[dipnot20]]  

 
Coğrafya ve keşif dergisi Atlas’ta Mardin üzerine çıkan bir yazıdan bazı anekdotlar, Mardin’in Batılı turistlere nasıl sunulduğuna dair fikir edinmemizi sağlıyor:
Taşa oyulmuş, güneşle kutsanmış bir şehir... Sonsuzluğa uzanan… Bir şahinler yuvası… Tarih boyunca kavimlerin karışıp kaynaştığı, farklı dillerin ve dinlerin yankılandığı bir eşik. Kesme taştan eşsiz yapılarıyla eteğine kurulduğu dağı bir gerdanlık gibi kuşatan Mardin, zaman tünelini andıran dar sokaklarında görkemli geçmişin izlerini taşıyor.[[dipnot21]] 
Şiirsel anlatımın romantizmle harmanlandığı bu oryantalist söylem, devamında doğa ile kültür arasında kurduğu ilişkiyle de Mardin’in turizm açısından ne kadar büyük bir “cazibeye” sahip olduğunu bir kez daha göstermiş oluyor:


Ama siz siz olun [Mardin’i Mardin yapan;] örneğin Cercis Murat Konağı’nda mahlep şarabınızı içer veya Turistik Lokanta’da “oruk”unuzu yerken ve hatta Marangozlar Sokağı’nda, Marangozlar Kahvesi’nde Süleyman Toparlı’nın demli çayını içerken… Mardin kentinin boşlukta asılı olup, yeryüzünden çok gökyüzüne ait… Kelebekler gibi özgürleştirici… Mezopotamya ovasının o uçsuz bucaksız köşelerini [biran olsun es geçmeyin.][[dipnot22]]


Doğu ile Batı, ilkel ile modern ikili karşıtlığı, Mardin’i de kendi içinde ayrıştırabiliyor:
Mardin, başı yıldızlara değen ünlü kalesinin eteklerinden Mezopotamya’ya kadar sıçrayarak inen sarı taştan bir çağlayanı andırır. Eski Mardin’deki yapıların yüzde 90 kadarı kesme taştan yapılmıştır. Şimdi bu eski kentin etrafında yeni bir kent oluştu: 1980’lerden itibaren gelişen yeni Mardin, eski kentin boynuna dolanmış beton bir pranga gibi.[[dipnot23]]


Ama nedense, hiç kimse Mardin tarihi kalesinin ya da “başı yıldızlara değen o ünlü kalesinin” yıllardır askeri bölge olarak kullanılmasından, bu tarihi bölgenin korunması ya da halka açılması yönündeki herhangi bir rahatsızlığı dile getirmez.


Nostalji ve Hoşgörü Şehri
Mardin’in, Mezopotamya topraklarının kadim inanç ve kültürlerine ev sahipliği yaptığı  “farklı dinlerin hoşgörü ve sevgisi, kültürel uzlaşmanın ve beraber yaşamın yeri” olarak sürekli öne çıkması, “inanç turizminin” bölgede canlandırılmak istenmesinin temel nedenidir. Bu liberal çokkültürlülük söylemi, Mardin’deki taş yapıların yanı sıra inançları ve kültürleri de birer “meta” olarak sunmaktan hiç geri kalmıyor. Bölgede yaşayan insanlar da tıpkı içinde oturdukları taş evler gibi cansız, ölü ve korunmaya muhtaç, ama seyirlik değeri olan birer “müzelik eser” olarak ele alınacaktır:  


Tarih, inanç ve kültür cenneti Mardin, dinlerin ve dillerin kardeşçe yaşandığı örnek bir kentimizdir. Gezilmeli ve görülmeli, geçmişin gizleriyle bütünleşmeli. Folklorik yapısı, tarihi değeri, kültür mirası ve görselliğiyle dünleri çağrıştıran Mardin, farklı bir yapının ve mimarinin kentidir.[[dipnot24]]


Yezidiler, Süryaniler, “solmaması gereken renkler” veya 1915 yılından önce bölgenin en kalabalık topluluklarından birisi olan Ermeniler, Mardin’in “kadim” tarihinin ruhu içinde şu şekilde özetleniyor:


O ruh ki, Müslüman, Süryani, Yakubi, Keldani, Nesturi, Yezidi, Yahudi, Kürt, Arap, Ermeni, bir dolu farklı etnik kökeni, ezan ve çan sesini yüzyıllarca bir arada yaşatmış. Bugün de sokaklarında hepsine rastlayabiliyorsanız, Mardin'in insanlığı çağıran sesine niye kulak vermeyesiniz ki...[[dipnot25]]


Antropolog Renato Rosaldo’nun (1989), birinin müdahaleden önceki haline özlemi olarak tanımladığı emperyalist nostalji’nin Mardin’deki hoşgörü söylemiyle iç içe geçtiğini düşünmekteyim. Emperyalist nostalji’nin paradoksu; birisinin önce bir şeyi yıkması, yok etmesi ve sonra da o şeyin yasını tutmasıdır. Bu nostaljik ruh hali “masum” ve “saf” görünümüyle ırksal bir egemenlik kurar. Bir zamanlar bu bölgeden sürülmüş, kırımdan geçirilmiş ve artık kimseye “zararı dokunmayacak” bu insanlar, şimdi hoşgörü söyleminin bir parçası, birer nostaljik öğe olarak ya da “kaybolup gitmekte olan renkler/inançlar” olarak ele alınıyor:


…Yezidilik, Süryanilik, Yakubilik ve Şemsilik yöreyle birlikte anılan farklı inanç ve inanışlardan sadece birkaçı… Bu anlamda Mardin, yok olmaya yüz tutan birçok inancı kalbinde saklayan bir ana gibi…[[dipnot26]]


…Müslüman, Ermeni ve Süryani semavi dinlerinin buluştuğu, mistik kültürel kucaklaşmanın şehri. Geçmişten bugüne ulaşan yapısal özelliği ile uygarlıkların mozaikleştirdiği özellikte değişik bir kent…[[dipnot27]]


2000’li yıllardan sonra, Mardin’in yıldızının parlamasıyla birlikte, bölgede yaşayanlar tarafından da benzer söylemler üretilecek ve Müslümanlar, komşuları Hıristiyan Süryanileri dış dünyaya, Mardin’in hoşgörü şehri olmasının âdeta “kanıtı” olarak sunacaktır. Bölgedeki restoranlar menülerine yöresel Süryani yemeklerini de ekleyip kendilerini yenileyecektir. Süryani şarabının “egzotik” tadı turistleri şehre çekmek için kullanılacaktır. Müzik marketler geleneksel ve dini Süryani müziklerinin albümlerini vitrinlerinin ön sıralarına çıkaracaktır.
Hoşgörü söylemi, bizzat devletin bölgedeki en yetkili ağzı –Mardin Valisi- tarafından da kullanılmakta ve devletin Mardin’e ve özelde Hıristiyan bir topluluk olarak Süryanilere nasıl “değer” verdiği şu şekilde dile getirilmektedir:


Süryaniler azınlık değil, bu ülkenin sahipleridir. Mardin'in ve ülkemizin zenginlikleridir. Yörede, terörün ve cehaletin sebep olduğu bazı sıkıntılar oldu. Ancak bunlar tamamen bölgenin yapısından kaynaklandı. Mardin'de tarihten gelen hoşgörü ortamı burada bir arada yaşayan farklı din ve dillerden oluşan medeniyetlerden gelmektedir.[[dipnot28]]


Hiç kuşku yok ki, bu söylemin içinde geçen “terör” ve “cehalet”, bölgede yaşayan bir diğer topluluk olan Kürtlere bir göndermedir. Devlet bir yandan Süryanileri “yücelterek” ötekileştiriyor, öte yandan Kürtleri de bütün kötülüklerin merkezi olarak kodlamaktan geri kalmıyor.


Sinemanın “Büyülü Şehri”
Mardin’de çekilen filmlerle birlikte Mardin’in çehresinin değişeceği ve bir turizm cenneti olacağı düşünülüyordu. Mardin Valisi Mehmet Kılıçlar Sabah gazetesine 2007 yılında verdiği demeçte şunları söylüyor:


Özellikle dizi ve sinema filmleri Mardin'in tanıtılmasında önemli bir rol üstlendi. Mardin'in dünyanın misafir odası olarak kabul görmesi bizleri inanç ve kültür turizmi alanında mutlu etmiştir.[[dipnot29]]


1999 yılında Hülya Avşar'ın başrolünde oynadığı “Salkım Hanımın Taneleri” adlı sinema filmi ile Mardin, dizi ve sinema dünyası için “çekici” bir mekâna dönüşmeye başlar. Sonraki yıllarda da “Deli Yürek” (Kenan İmirzalıoğlu), “Berivan” (Sibel Can), “Asmalı Konak” (Özcan Deniz), “Aşka Sürgün” (Mahsun Kırmızıgül), “Seni Çok Özledim” (Zuhal Olcay), “Azap Yolu” (Kadir İnanır), “Ağa” (Levent Kırca), “Küçük Ağa” (Serdar Gökhan), “Sıla” (Mehmet Ali Alakurt ve Cansu Dere), “Tutsak” (Hande Ataizi) adlı dizi ve sinema filmleri peşpeşe Mardin’de çekilmeye başlanır. 


Özellikle Mardin’de çekilen dizi filmlerinin birçoğu izlenme rekorları kırıyordu. Bunlar arasında en popüler olanı elbette ki “töreyle filizlenen ve töreye meydan okuyan aşkın hikâyesi” Sıla dizisiydi. Sıla –fonda Midyat-Mardin evleriyle-, kadınların ezilmesini ve törelerin yol açtığı acıları göstermeyi amaçlıyordu. Dizide, Midyat’ın (ve Mardin’in) “büyüsüne” kendini kaptırmamak elde değildi. Oralardaki “güzellikler”, “gizemler”, bu bölgenin “dünyadan ne kadar kopuk” olduğunu hissettiriyordu seyirciye. Nükhet Sirman (2007), Kültür ve Siyasete Feminist Yaklaşımlar dergisinde yer alan “Kürtlerle Dans” adlı makalesinde, bölgede yaşayan insanların –özelde Kürtlerin- Sıla dizisiyle nasıl oryantalist bir perspektifle ekrana taşındığını, bir yandan lanetlenip bir yandan da yüceltilerek ötekileştirildiğini yazar. Sıla’da resmedilen insanlar, sanki “başka dünyaların” insanlarıdır. Sirman’a göre “dizide toplumsal cinsiyet açısından lanetlenen Doğu, güzelliği ve büyüsüyle idealize ediliyor.”[[dipnot30]] 


Devlet artık, bölgenin “yapısından kaynaklanan” töre cinayetleri ve terörle anılmasını istemiyor. Bölgenin karanlıktan, yani terör ve töreden kurtulması ve turizm sektörüyle tanışması ve bunun sonucunda da gelişmesi/çağdaşlaşması kaçınılmaz görülüyor. Töre cinayetleri ve bölgenin geri kalmışlığı, yine bölgenin “gizil kalmışlığı” ile beraber televizyon dizilerinde sık sık işlenen bir tema olmuştur. Bu filmler aynı zamanda bölgeyi “dışarıya” da tanıtacak temsilleri içinde barındırıyordu.
 
Dizi ve sinema film sektörünün Mardin’e gösterdiği bu “olağanüstü” talebin elbette ki “mantıklı” bir açıklaması da olacaktır:


800 yıllık tarihi geçmişi ile birçok dizi ve sinema filmlerine ev sahipliği yapan Artuklu Kervansaray'ın sahibi işadamı Sabahattin Evrensel de Mardin'in turizmden sonra film sektöründe de kabuğuna sığmadığını belirtiyor. Mardin'in film platosuna dönüştüğüne dikkat çeken Evrensel, şöyle konuşuyor: “Şu anda birçok yapımcı ve yönetmen Mardin'de dizi ve sinema filmi çekmek için kentimizi tercih ediyor. Bu da Mardin'in ne kadar huzurlu ve otantik bir kent olduğunu kanıtlıyor.”[[dipnot31]]


Sonuç
Nihayetinde Mardin, tüm çabalara rağmen halen UNESCO Dünya Kültür Mirası şehri olamamıştır. Öte yandan, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze kadar “Türk/Müslüman olmayan” halklara-kültürlere yönelik şiddet politikaları, dönem dönem değişiklik gösterse de halen devam etmektedir. Yıllarca hor görülen, görmezden gelinen, hafızalardan silinen, yerinden edilen, kırımdan geçirilen, yoksayılan, dili ve kültürü asimile edilen insanlar, Mardin’in 2001 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası adaylığı süreciyle birlikte âdeta “baş tacı” olmuş ve birer turistik obje olarak öne çıkarılmışlardır. Liberal çokkültürlülük söylemi ve neoliberalizm politikaları, bu insanları âdeta tarihte yaşananlardan soyutlayarak, sanki hiçbir şey olmamış gibi, sevgi, kardeşlik ve hoşgörü söylemiyle bir potada eritmeye çalışmıştır.


Mardin şehrinin UNESCO adaylık sürecinde, bizzat devlet tarafından da sık sık dile getirilen hoşgörü söylemi gerçek mi, yoksa yaratılmaya çalışılan bir “illüzyon” mu; tarihte bunun tersi örneklere rastlamak zor değil. 2006 yılında Ülkede Özgür Gündem gazetesinde gündeme gelen, 1915 yılından kalma Ermeni ve Süryanilere ait toplu mezarlar ve son günlerde gündeme gelen “Mardin’deki Ölüm Kuyuları”, bu konuda bize önemli ipuçları sunuyor.  


***


Bu yazı yayıma hazırlandığı sıralarda 2009 Ocak ayının başında göreve gelen yeni Mardin Valisi Hasan Duruer’in 27 Ocak 2009 tarihli açıklaması, UNESCO sürecinin aynı ezberlerle, kaldığı yerden hızlı bir şekilde devam ettirileceğini gösteriyor:


Mardin Valisi Hasan Duruer, tarihi zenginliği, dilleri, dinleri ırkları ve kültürleri ile Mardin’in dünyanın aynası olduğunu söyledi… Mardin’in Kürdü, Arabı, Türkü, Süryanisi ile tam bir hoşgörü kenti olduğunu; bir taraftan ezanın çan sesi ile harmanlaştığını, diğer taraftan da farklı dinlerin ve dillerin Halil İbrahim`in sofrasını paylaştığını anlatan Duruer, “Venedik ve Kudüs’ten sonra dünyanın üçüncü sit alanı içinde olan Mardin’in tarihi varlıklarını korumak için bu yıl önemli projeleri hayata geçireceğiz. Ama en önemlisi Kentsel Rehabilitasyon Projesi kapsamında tespit edilen 3 binin üzerinde beton evin ilk 500’ünü yıkmak için hareket edeceğiz. Tarihi evleri betondan arındırdığımız zaman Mardin eski ihtişamlı görünümüne kavuşacak. Bu da Mardin’in UNESCO’ya girme şansını artıracak… Tarihi kentin tanıtılması için düzenlenen organizasyonla kentte çekilen dizi ve filmlerin turistlerin tarihi kente gelmesine vesile oluyor. Tarihi mekânları ve müzeyi ziyaret edenlerin sayısı her geçen yıl katlanarak artıyor. 2008 yılında Mardin’i 700 bine yakın yerli yabancı turist ziyaret etti… Mardin’in, dünyanın misafir odası olarak kabul görmesi, bizleri sevindirmiştir… Hedefimiz 2009 yılında yerli ve yabancı turist sayısının bir milyonu bulmasıdır.”[[dipnot32]]  


*Bu yazıya sunduğu katkılarından dolayı Onur Günay’a teşekkür ederim.

Kaynakça:
Ahmet Ün, Taraf. (22 Ağustos 2008) “Mıhellemileri tanır mısınız?”.
Amir Hasanpur “Türkiye’de Dilkırım Siyaseti ve Kürt Dili”, Vesta Kültür-Sanat Dergisi, , Sayı 6 (2005), İstanbul: Aram Yayınları.
Arzu Öztürkmen. (1998) Folklor ve Milliyetçilik. İstanbul: İletişim Yayınları.
Asena Günal, Birikim. (1998) “‘Otantik’ Olanı Aramak”, Sayı 111–112.
C.H.F. Mardin Halkevi Broşürü. (1935)
C.H.P. Mardin Halkevi Broşürü. (1938)
Emel Armutçu, Hürriyet. (6 Nisan 2003) “Mardin Geleceğinin Hayalini Kuruyor”.
 

Esra Danacıoğlu, “Kayıp Zamanın Şehri Mardin”, Atlas, sayı 143 (2005).
http://www.mardin.gov.tr/
http://mardinkultur.org/
İ. Gürşen Kafkas, Cumhuriyet. (30 Haziran 2004) “Dinlerin Buluştuğu Şehir, Mardin”.
İ. Gürşen Kafkas, Cumhuriyet. (8 Ağustos 2006) “Tarihi Görselliğiyle Mardin Müzesi”.
Meltem Ahıska, “‘Kimlik’ Kavramı Üstüne Fragmanlar”, Defter Dergisi, , Sayı 27 (1996), İstanbul: Metis Yayınları.
Musa Anter. (2007) Hatıralarım. İstanbul: Avesta Yayınları, İstanbul.
Nükhet Sirman, “Kürtlerle Dans”, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, Sayı 02 (2007).
Rosaldo, Renato. (1989) “Imperialist Nostalgia”. Culture and Truth: The Remaking of Social Analysis, Routledge, London and New York.
Sabah. (17 Ağustos 2007) “Mardin turizmcilerin yeni gözdesi”.
 
Suavi Aydın. (2000) Mardin: Aşiret, Cemaat, Devlet. İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları.
Taner Akçam. (1992) Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu. İstanbul: İletişim Yayınları.
Taşın Belleği Mardin.  (2005) Ed. Filiz Özdem. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Zaman.  (23 Ağustos 2008) “Mardin, dizi ve filmlerin vazgeçilmez mekanı”.
Zaman. (27 Ocak 2009) “Mardin, tarihi zenginliği dilleri, dinleri, ırkları ve kültürleri ile dünyanın aynası”.
 
Zerrin Özlem Biner, “Retrieving the dignity of a cosmopolitan city: Contested perspectives on rights, culture and ethnicity in Mardin”, New Perspectives on Turkey, no 37 (2007): 31–58.