2008 senesinde Mardin bölgesi üzerine başlattığımız alan araştırması vesilesiyle Mezopotamya Kültür ve Dayanışma Derneği (Mezo-Der) gönüllüleriyle tanışmış ve Mayıs 2009’da Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü (BÜFK) bünyesinde hazırladığımız “Tersname” gösterisinin Mardin sahnesine yönelik olarak, birlikte çalışmalar yapmıştık. 7 Ekim 2009 tarihinde dernek gönüllüleriyle Mezo-Der, Türkiyeli Süryaniler ve Türkiye’deki demokratikleşme gündemi üzerine yaptığımız sohbeti, tartışmayı sizlerle paylaşıyoruz.
İlk önce isterseniz sizleri tanıyarak başlayalım. İstanbul’a ne zaman ve hangi sebeplerle göç ettiniz? Göç etmeden önceki yaşantınız nasıldı? Bugün İstanbul’daki yaşantınızla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Tuma Özdemir: Mardin’in Midyat ilçesinin “Gülgöze”, Süryanice adı “Aynwerdo” köyünde doğdum. İlkokulu bitirdikten sonra İstanbul’a geldiğimde on bir on iki yaşlarındaydım. Köyde yaşadığım dönemde iki yüz aile vardı. Bunların yaklaşık beş on ailesi Kürt, diğerleri Süryani idi. Köyde yaşadığımız dönemde sıkıntılar çekiyorduk, çünkü oradaki Kürtler bizi sürekli taciz ederlerdi. Bağları bozarlardı, hayvanları çalarlardı. Ellerinden gelen bütün olumsuzlukları yaparlardı. Yalnız bizim köyde yaşayan beş on aile değil, civar köylerde yaşayan aynı görüşte olanlar da aynı şeyleri yaparlardı. Şikâyet mekanizması zayıftı, işlemiyordu. Şikâyet için ya bir ağaya ya bir devlet kurumuna biri gitse dahi yargı mekanizması, adalet işlemiyordu orada. Şikâyetini dile getirmek için kendi lisanında, Süryanice konuşuyordu bizim atalarımız. Türkçe ifade veremedikleri için sıkıntı oluyordu. Şöyle gerçek olaylar da oldu: Biri diğerine haksızlık yapıyor, mahkemeye gidiyorlar. Mahkeme esnasında Süryani derdini anlatıyor fakat bunu tercüme eden hısımıdır, esas rakibidir yani muhalif olan. Süryani anlattıkça öbürü de olayı çarpıtıp değişik bir şekilde izah ediyor, hâkim de kafasını sallıyor. En sonunda hâkim bey diyor, düşmanı tercüman olur mu? Anladım diyor hâkim, başka bir tercüman gelsin. Yani anlatmak istediğim nokta şuydu: Süryaniler Güneydoğu’da büyük bir sıkıntı içerisindedirler. Ben on bir yaşımdan sonra İstanbul’a geldim. İstanbul’da hayata kuyumcu çıraklığı ile başladım. O dönemde, 1974–75 senelerinde, Süryanilerin birçoğu aynı şekilde gelirdi. Benden iki üç yıl sonra bu tarz mağduriyetlerden dolayı ailem de İstanbul’a geldi. Mardin’de varlıklı olmalarına rağmen babam da annem de diğer kardeşlerim de geldiler. Babam orayı bırakıp buraya geldiğinde bir terzi atölyesinde, çıraklıkla başladı hayata.
Süryaniler Mardin dışında nerelerde yaşıyorlardı?
Diyarbakır’da, Elazığ’da, Malatya’da, Urfa’da, Şırnak’ta, Adıyaman’da, Hakkari’de, Adana’da, tüm bu yörelerde Süryanilerin kalıntısı var. Son altmış yetmiş yılda, yani 1914’e kadar bu saydıklarımın hepsinde Süryaniler vardı. Süryaniler gittikçe o yörelerde Süryaniler tükenmeye başladı. Süryaniyim diyenler de artık demiyor. Biz Süryani deyince Keldanisi, Asurisi, Süryanisi hepsini katıyoruz. Bir farklılık yok, aynı isimler, aynı lisan, aynı kültür, aynı halk olunca...
Fehmi Çelik: Ben daha ufak yaşta geldim İstanbul’a. Şırnak’ın “Haberli” köyündenim. Eskiden Mardin’e bağlıydı ama şu anda Şırnak’a bağlı. Altı yaşımdayken İstanbul’a geldim fakat lisan sorunumuz olduğundan burada okula uyum sağlayamayacağımızı düşünerek, ailemiz beni ve kız kardeşimi tekrar köye gönderdi. Bir sene kaybımız oldu. Düşünün, burada İstanbul’da, bir Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkokulunda. Sonuçta annemiz babamız burada, biz büyüklerimizin yanında bir sene okumak zorunda kaldık. İstanbul’a gelmeden önce İstanbul’u, insanların birbirine atacak bir taşı bile bulamayacağı bir yer olarak bize anlatırlardı. O kadar büyütmüşlerdi ki gözümüzde. Bu tür olaylarla geldik ve İstanbul’un zorluklarını görmeye başladık. Düşünün, kırsal kesimden büyük bir şehre geliyorsunuz, o çocuklukla buraya uyum sağlamak gerçekten zordu. Özellikle de lisandan dolayı. Fakat çocuk olmamızdan dolayı arkadaşlık kurmak biraz daha kolay oldu. Fakat sorun yaşadık, yaşamadık değil. Özellikle okulda arkadaşlar lisanımızla alay ederdi. Ben onu şu anda daha çok hissedebiliyorum. Dediğim gibi hiç Türkçeyi bilmiyorsunuz, altı yaşına gelmişsiniz ve gelip burada bir şekilde hayata mecbur kalıyorsunuz. O bazen insana acı veriyor. İnsanları mecburiyetten getiriyorsunuz bir ortama. Uyum sağlamak biraz zor oldu. Fakat dediğim gibi, o çocuk yaşıyla beraber o sorunlar atlatıldı. Alışmak zorunda kaldık ve daha sonraları, büyüdükten sonra da İstanbul’da yaşamaya karar verdik. Ailemle yirmi sene beraber yaşadık. 90’ların başında Türkiye’deki şartlardan dolayı, malum, ailem Avrupa’ya gitmek zorunda kaldı. Ben, ailem olduktan sonra burada kalmaya karar verdim. Avrupa’yı görmüştüm, içime sinmedi. Pişman değilim ama daha güzel imkânlarda yaşamak varken hayatın zor olması insana sıkıntı veriyor. Yurtdışına gidip geliyorum, maddi yönden özgürlüğümüzü kazandık, özel ticaretle uğraşıyoruz. O şekilde belki de Avrupalılardan daha avantajlıyız.
Muzaffer İris: Adıyamanlıyım, “Venk” köyünden. İlkokula orda başladım. Aslında biz ilkokula başladığımızda farklı olduğumuzu bile bilmiyorduk. Ama 4. ve 5. sınıflara geldiğimizde arkadaşlarımız, köyün Müslüman çocukları bize çantalarını taşıtırlardı. Mesela akşamdan söylerlerdi, “yarın benim yerime sen odun getireceksin” diye. Sabahları sobayı yakmak için biz odun götürürdük, herkes bir tane odun götürürdü, tabii elimiz mahkûm. Anlıyorduk ki gerçekten biz burada farklıyız. Annelerimiz ve babalarımız ibadetlerini yaparlardı ama gider gizli yaparlardı. Biz o dönemde perhiz tutardık, bayramlarımızı yapardık ama henüz daha küçük yaşlarda olduğumuz için birtakım şeylerin farkına varamıyorduk. Zamanla fark ettik. Benim ilk olarak kiliseyle tanışmam ortaokul yıllarıma denk geldi. Ortaokulda buraya geldim. Süryani kilisesine gidince fark ettik ki a biz Süryaniymişiz. İlk başlarda dinsel olgu vardı, Hıristiyansın ama daha sonra Süryani olduğumuzu fark ettik. Zaten dil olarak bir şey yok. İsimler de değişmiş. Bir tek inanç kalmıştı. Derken ortaokul, lise ve üniversiteyi bitirdik. Benim ailem hâlâ orada yaşıyor ve ben her yaz yanlarına gidiyorum. Buraya geliş sebebim malum. Gerek eğitim olsun gerek ekonomik şartlar, bizi buraya itti.
Adıyaman’da kaç aile yaşıyor?
Adıyaman’da şu anda kırk elli aile net var ama Süryani ve Ermeni kökenli ailelerin sayısı çok daha fazla. Üç yüz gibi bir rakamdan söz ediliyor.
Yurtdışına da gittim, beğenmedim gerçekten. Her türlü imkân sunuluyor ama ben hep bunu söylerim; hırsızıyla, yalanıyla, dolanıyla, kapkaççısıyla, ne bileyim siyasi anlamdaki baskılarıyla ve düşünsel özgürlüklerin kısıtlanmasına rağmen şahsen bu coğrafyayı seviyorum. Hiçbir zaman gitme niyetinde de değilim. Benim Müslüman Türk, Kürt, Rum, Arap arkadaşlarım var. Bazen diyorlar ki sendeki imkân bizde olsa, biz burada bir saat durmayız. Burada ne duruyorsun, ne buluyorsun burada, gibi sorular... Ben gerçekten bu coğrafyada umutlu muyum, umutlu değilim. Yarın kalktığım zaman bu ülkede neyin değişeceğinin garantisini veremiyorum. Azınlıkların yaşadıkları sorunlar malum. Okullarda zaman zaman birtakım sorunlarla karşılaşıyorlar. Bana dersen yaşadığın problemler yok mu diye, mesela benim sicil notum düşüktü bir ara. Çalışmadığım için değil, sırf gayrimüslim, Süryani olduğum için. Bu tür şeylerle karşılaştım ama bunları sadece ben yaşamıyorum. Bunu bir Kürt de, bir Alevi de, bir türbanlı da yaşıyor. Farklı şekillerde de olsa bunlar yaşanıyor. Ben bunu gayrimüslim olarak, Süryani olarak yaşıyorum. Bir Ermeni de yaşıyor, Rum da yaşıyor. Sonuç olarak bunları özetleyebilirim. Tabii birçok işadamı burdan gitti. Hiçbiri isteyerek gitmedi. Buna inanan bir insanım; eğer bir insan yurdundan memnunsa, ekonomik açıdan rahatsınız, belli bir altyapınız, birikiminiz var demektir. O zaman niye göç ediyorsunuz ki dışarıya? Yani burada gayrimüslimlerin kendi keyfiyle isteyerek göç ettikleri fikri bana mantıklı gelmiyor. Mutlaka o göçün altında, arkasında onu sıkıştıran, ya isminden, ya inancından, ya okulundan dolayı rahat edemediği bu tür nedenler vardır diye düşünüyorum. Geri dönerler mi? O biraz tartışmalı bir konu.
Turgut Alaca: Diyarbakırlıyım. Diyarbakır’da, altı yedi yaşlarına gelince o zaman anladım öteki ve farklı bir insan olduğumu. Çocuksun, sokağa çıkıyorsun, sokaktaki arkadaşlarınla oyun oynuyorsun, her çocuk gibi münakaşa ve kavga ediyorsun. En sonunda gâvuroğlu dediler, gâvur ne demek? Geliyorsun evde soruyorsun, “Hıristiyan demek”. O zaman diğer insanlardan farklı ve öteki olduğumu anladım. Bu şekilde başladı ve yedi yaşımdan sonra da, okulda din dersiyle beraber devam etti. O zaman 82 Anayasası’ndan önce din dersi zorunlu değildi, biz izin alıp çıkıyorduk. O da aslında kötü bir şey. Kırk kişilik bir sınıftasınız, üç tane Süryani veya Ermeni var, kapıdan çıkıyorsunuz, gözler üzerinizde. Dışarı çıkmak da yok, okulun koridorunda bekliyorsunuz. Hocalar geliyor soruyor, “niye dışarıdasın?” Gel de derdini anlat işte. Baskı da yaşadım, okul da öyle bitti, sonra göç başladı. Kısa anekdotlar şeklinde söylüyorum, aslında bu konuları anlatmayı da sevmiyorum. Çünkü mikrofonu her uzatan niye göç ettin, niye öteki oldun, diye soruyor. Rahatsız oluyorum... Bizler aile olarak 70’li yıllarda göç ettik İstanbul’a. Soruyorlar Diyarbakır’a gittiğimde, “niye gittiniz, keşke gitmeseydiniz”. Ben de ona diyorum ki “biz gitmedik, memleketimi Diyarbakır’ı çok seviyorum”. Gerçekten de çok seviyorum, keşke şimdi imkânlar olsa, keşke demokrasi, insan hakları olsa, Diyarbakır’da yaşasam, şu anda da giderim kendi memleketimde yaşarım. Diyorum ki onlara, “biz gitmedik, göç etmedik, bizleri şartlar zorladı” diyorum. O zaman ses yok tabii. Biz gelirken yalnız Süryaniler göç etmedi Diyarbakır’dan. Diyarbakır’dan göç eden Süryanilerle beraber kültürü, sanatı, sosyal yaşantısı, giyim tarzı her şeyi göç etti. Bunların en büyük bir tanesi de ipekçilik. Bizim yaşadığımız dönemde ipekçilik, ipek kozasının toplanmasından dokunmasına kadar işlenirdi. Her Süryani mahallesinde dokuma tezgâhları vardı. Süryanilere isimler takılırdı Boyacı Eboş derlerdi, İpekçi Gabriel derlerdi, o ipekle özdeşleşmişti. Sonra biz geldikten sonra o ipekçilik yok oldu gitti. Sonra bir konferans için Diyarbakır’a gittiğimde AK partili milletvekili vardı Kutbettin Arzu, ticaret odası başkanıydı. Onunla bir görüşmemiz oldu. “Ya” dedi, “Süryaniler gidince bu ipekçilik gitti, gelin bunu tekrar canlandıralım.” “Valla” dedim, İstanbul’da kelaynak kuşları gibi kalmış iki üç Süryaniden, anlayan varsa yaparız. Hemen ertesi gün, işi ciddiye almıştı, gerçekten de kendi sekreterini yolladı ve eskiden ipekçilikle uğraşan yetmiş seksen yaşlarında birkaç kişiyle konuştuk ama başarılamadı. Bunları anlatırken belli bir istihdam da vardı memlekette, o da bitti. Daha nicelerini sayayım sanatsal anlamda, onları da biz alıp beraberimizde getirdik. Gelirken de arkamızdan şöyle bir tas su dökebilecek bir tane arkadaş da bulamadık. Öyle sırtımıza aldık, arkamızı döndük, İstanbul’a da geldik. Kimisi Avrupa’ya, kimisi Amerika’ya, kimisi Kanada’ya veya dünyanın çeşitli ülkelerine göç ettiler. İstanbul’a geldik, o zaman ben liseyi okuyordum ancak İstanbul’a gelir gelmez çeşitli nedenlerden dolayı eğitimimize son verdik. İstanbul tabii büyük şehir. Diyarbakır gibi küçük şehir olduğu zaman sokağa, pazara veya herhangi bir yere gittiğinde belli oluyor bu Süryanidir, bu Ermenidir diye. Diyarbakır’da iki mahalle vardı. Meryem Ana Kilisesi etrafındakiler Süryani mahallesi, Surp Gregos Kilisesi’nin olduğu mahalle Ermeni mahallesi. Nüfuslar aşağı yukarı denkti. Benim çocukluk yıllarımda aşağı yukarı iki yüz üç yüz aile Süryani, iki yüz üç yüz aile Ermeni vardı. Ve kısa zamanda, on yıl gibi bir zamanda hepsi terk etti o memleketi, bıraktılar geldiler. Zaten biz çocukken o sokaklarda başta dediğim gibi pek oynayamıyorduk. Çünkü hep hor görülüyorduk, hep kavga, gürültü, şiddet uygulanıyordu bize. Bu olayı sadece çocuklardan da görmüyorduk ve dayak yediğimizle kalıyorduk. Meryem Ana Kilisesi’nin avlusunda toplanırdık biz Süryani çocukları. Oyunlarımızı hep orada oynardık. Belki görmüşsünüzdür, o büyük avluda, sonra dağılır evlerimize giderdik. O sokakta oynamanın zevkini de alamadık. İstanbul gibi büyük bir şehirde ise tanımıyorlardı bizi. İş hayatımıza atıldık. Bu sıkıntıları ben hayatımdan değil de, kendi çocuklarımdan görüyorum. Benim zamanımda o itiraz edilen haklarımız, iş hayatında görülen o baskı, askerlikte gördüğümüz baskı öyle devam ediyordu. Onlar da diğer arkadaşların da anlattığı gibi aşağı yukarı öyleydi. Ben aslında şunu diyorum, bu tür söyleşileri veya bu tür yazıları sizin gibi arkadaşlar anlatırken umarım bir çare olur. Belki siz de o anlamda yapıyorsunuz. Şimdiye kadar bir çare ümidi göremedik. Yıllardan beri hep anlatıyoruz. Temennimiz bu tür görüşlerin artık insan haklarına, demokrasiye, hukukun üstünlüğüne bir faydasının olması. Bu ülkede özgür yaşamak istiyoruz, eşit yaşamak istiyoruz. Benim için en önemli şey bunlar. Saydıklarımın hepsinin olması için, olmazsa olmazların içinde en önemlisi yüzleşmek. Biz kendimizle yüzleşemediğimiz müddetçe inan ki bu saydıklarımızın hiçbirisinin olacağına inanmıyorum. Ben Kürt arkadaşlarıma da bunu söylüyorum. Azınlıklarla, Süryanilerle, Ermenilerle yüzleşmediğiniz müddetçe Kürt problemi de bir paranoya olarak kalacaktır. Onların da yüzleşmesi lazım. Yüzleşmeye yanaşan çok az insan var. Genel anlamda bunu söylüyorum. Gelin arkadaşlar yüzleşelim. Özür dilemek çok mu zor geliyor? Bir otobüse bindiğinizde birisinin ayağına bastığınız zaman bile dönüp özür diliyorsunuz, yani bu kadar basit. Toprak, vatan veya sınır çizmek gibi farklı herhangi bir talebimiz de yok. Sadece bu ülkede barış içinde, kardeşçe ve özgürce yaşamak istiyoruz.
Yusuf Atuğ: Ben İstanbul doğumluyum. Göçü yaşamadım ama göç etmiş bir ailenin içinde yaşadım. Babam Mardin Midyatlı, annem Diyarbakırlı. Onlar göçü yaşadılar, ben göç etmiş bir ailenin oğlu olarak İstanbul’da büyüdüm. Tabii konu Süryaniler olunca, azınlık konusu, azınlık olunca ister istemez farklılıklar gündeme geliyor. Bu ülkede ne yazık ki farklılıkları hep iyi anılmayan olaylarla anıyorsunuz. Çünkü bu farklılıklardan dolayı yaşadıklarınız hep hayatınızda, hatıranızda negatif olaylar olarak kalıyor. Pozitif olan olaylar tabii ki vardır ama insanın içinde yara etmiş, yer etmiş konular ne yazık ki negatif olanlardır. Tabii ki bunlardan bahsetmek çok hoş bir şey değil. Zaten önemli olan insanın geleceğini görmesi, gelecek için bir şeyler yapmasıdır. Ama geçmişte yaşanılanlar da önemlidir. Biraz önce dayım bahsedince aklıma geldi: Diyarbakır’a, annemin memleketine altı yaşımda gittiğim zaman, tabii çocuksun çocuklarla oynuyorsun, bir gün öyle oynarken daha yeni gelmişim, kim kimdir, kim Süryanidir, kim Ermenidir, kim Kürttür bilemiyorsunuz, birilerine takıldım. Onlar beni büyük bir evin avlusuna götürdüler ve avluda bir süre konuştuktan sonra, “-iki elin işaret parmaklarını yan yana getirerek- şunu mu seviyorsun, yoksa -iki elin işaret parmaklarını yatay ve dikey pozisyonda üst üste koyarak- bunu mu seviyorsun?” dediler. Ben hiçbir şey anlamadım, daha beş altı yaşındayım. Ben de bunu dedim, birincisini seçtim. Bu hareket benim hoşuma gitti. Ben çocuksal olarak düşünüyorum. Beni öyle bir sevinçle karşıladılar ki, o gün avluda akşama kadar bana yapmadıkları kalmadı. Ben de ne güzel yeni arkadaşlıklar buldum diye çocukça düşünüyorum. Akşam oldu, eve döndüm, olayı “yaya”ma anlattım. Anlatır anlatmaz kadının yüz ifadesi değişti ve bana bu hareketlerin anlamını söyledi. Sen busun, bu budur. O anda hissediyorsunuz ki gerçek daha farklı. Ve o gerçeği yaşadığınızda siz de farklı olduğunuzu hissediyorsunuz. Bu his diğer insanlarla aranızda bir perdenin oluşmasına neden oluyor. Çok siyah olmasa da yaşanılan şeylere göre bazen koyulaşan bazen açılan ama sürekli bir perde muhakkak oluyor. Siz onu istemiyorsunuz ama karşı taraf size bunu yansıtıyor. Türkiye’deki azınlıkların bana göre içinde yaşadıkları psikolojik durum da budur. Bu yaşanılan olayların kişilerde iki türlü psikolojik etkisi oluyor. Ya bir şekilde entegre olmaya çalışıyor, farklı olduğunu bastırmaya çalışıyor, bu kadar sıkıntı çekeceğime bunu en asgariye indireyim, yarın öbür gün bir çocuğum olursa onun ismini yaşadığım ülkenin ismine yakın bir isim koyayım, yaşayacağım semti de ona göre seçeyim diye düşünüyor. Yani farklılıkları en aza indirme. Kimisi de tam tersi, madem farklıyım, ben de böyleyim ve bunu hissettirmeye çalışayım diye düşünüyor. Ben bunlardan ikincisini seçtim. Ben İstanbul’da doğup büyüdüm, Süryanilerin yoğun olduğu Turabdin bölgesinde büyümedim. Ama orası benim için her zaman önemli, o bölgede ortaya çıkan ve yaşayan kültür benim için değerli. Bu yüzden ben bu kültürü öğrenmeye çalıştım. Sonuçta etnik olarak farklı bir gruptan gelmişsem bu benim için gurur duyacağım bir şey değildir, bana miras kalmıştır. Ben bir Kürt de olabilirdim, bir Türk de olabilirdim, bir Alevi de ama sonuçta Süryaniyim. Eğer Süryaniysem, Süryaniliğimi iyisiyle kötüsüyle, artısıyla eksisiyle bir şekilde bilmem gerekir. Ama hiçbir zaman Süryani değilim diyemem. Bunu bana dedirtmeye çalışsalar bile bu yanlış, eşyanın tabiatına aykırı, ben Süryaniyim. Bunu ömrüm boyunca, elimden geldiğince, hem kendime hem etrafımdakilere hem çocuklarıma hissettirmeye çalışacağım. Çünkü bu bir insanın en büyük doğal hakkı. Yine aklıma gelen bir olay var: Lisedeyken 12 Eylül’den sonra, mecburi din dersi konmuştu. O dönemde kanun herkesi kapsadığı için herkes din dersine girecekti. Daha önce biz tabii ki girmiyorduk, dilekçe veriyorduk. Böyle bir şey çıkınca din hocası beni derse almaya çalıştı. “Yok” dedim, “gireceksin” dedi, “kanun var” dedi, “yok” dedim. Tartışma büyüdü ve beni sınıftan çıkardı, müdürün odasına götürdü ve şikâyet etti. Okuduğum lise Kocamustafapaşa devlet lisesiydi. 1980 döneminde burası Süryanilerin bol yaşadığı bir bölgeydi. Yani oradaki eğitimcinin en azından o bölgede yaşayan azınlıkları, Süryanileri, Ermenileri bildiğini düşünüyorsunuz. Öğretmen “şu öğrenci arkadaş din dersine girmek istemiyor hocam” diyor, müdür de “niye gelmek istemiyorsun?” diye soruyor. “Hocam” diyorum, gayrimüslim kelimesini o zamanlar bilmiyordum, hoş bir laf da değil, müslim gayrimüslim, başka bir şey olamazmışsın gibi… “Hıristiyanım” diyorum. “Nesin yani?” “Süryaniyim.” “Niye girmiyorsun?” “İşte Süryaniyim.” “O zaman kendi okuluna gitsene.” Bana dediği bu oldu. Yani düşünün, bir başöğretmen bu. Düşünün o kadar çok negatif yönü var ki seni dışlaması mı, seni tanımaması mı? Süryaninin okulu yok ki ben gideyim. Neresinden bakarsanız bakın hiç pozitif yanı olmayan bir davranış türü. Bunu yapan bir eğitmen ve bir başöğretmen. “Yok” dedim, en sonunda bir şekilde derse girmedim. Bunlar tabii hoş şeyler değil veya bunları sürekli ortamda tutmak hoş değil ama sonuçta yaşanılanlar insanın geleceğini de belirliyor, olumlusuyla olumsuzuyla. Tabii biz şu dönemde yaşanan olaylara hep olumlu yönden bakıyoruz. Bir şeylerin değişeceğine, daha iyiye gideceğine inanmaya çalışıyoruz. Zaten onun için bu ülkede yaşıyoruz. Bu ülke hepimizin ülkesi. Biz binlerce yıldır bu topraklarda yaşıyoruz. Biz bu kültürü bu ülkede diğer toplumlarla birlikte kardeşçe yaşamak istiyoruz. Diyeceğim bu kadar.
Zeki Yoldaş: Ben de İstanbul doğumluyum. Farklı olduğumu ya da değişik bir kimliğe sahip olduğumu okula başladığım zaman öğrendim. Çünkü annemden aldığım ilk öğüt “aman kimseyle kavga etme, birisi sana bir şey söylerse fazla ters çıkma, çok fazla bir şey söyleme” olmuştu. Bundan dolayı da çocuklar arasında bir farklılık hissetmiştim. Gerçi benim şansım vardı. Okuduğum okulda çok sayıda Hıristiyan öğrenci vardı, Yahudi vardı. Bu bir yandan şanstı ama ne kadar da olsa değişik kültürlerden çocukların olduğu ortamlarda siz de farklı olduğunuzu hissediyorsunuz ya da farklılığınızı o zaman fark ediyorsunuz. Çünkü daha önce hep kendi toplumunuzun içindesiniz. Arkadaşlarımla ilişkilerimde annemin öğüdü her zaman kulağımdaydı. Din mevzusu olduğunda “ben Hıristiyanım, bizim dinimizde şöyle” dediğim zaman arkadaşlarımdan ilk duyduğum kelimelerden bir tanesi ne yazık ki Turgut Abi’nin bahsettiği gibi “gâvur” kelimesi oldu. O günden bugüne de gâvur kelimesine karşı inanılmaz bir alerjim var. Zaten çok kötü bir kelime ama çok duyduk. Yani ufacık çocukların dahi bu derece ağır bir kelimeyi çok rahat kullanması insanı hakikaten rencide eden bir şey. Ben çok iyi hatırlıyorum, o zamandan başladım insanlara “senin dinin sana, benim dinim bana” demeye. Benim dinimi niye kötülüyorsun? Ben insanları rencide etmek istemiyorum ama onlar beni ediyor. Benim içimde yer eden yani beni yaralayan bir şey bu. İşte sizin dininiz şöyle ya da siz Hz. Muhammed’e inanmıyorsunuz gibi değişik değişik şeyler. Diyorum senin görüşün seni ilgilendirir, bana niye bir şeyi kabul ettirmek istiyorsun? Niye bir şeyi empoze ediyorsun? Bırak, bu da benim dinim. Ama ne yazık ki bir türlü bu konularda anlaşamıyorduk. Benim çok üzüldüğüm bir şey, çok başıma da geldi. Daha sonra sosyal hayatta çok samimi olduğum, iyi ilişkiler kurduğum, çok şeyi paylaştığım insanlar da din konusu yahut etnik kimlik konusu ortaya çıktığı zaman, farklılığın ortaya çıktığı zaman bir anda yüz seksen derece dönüyorlar. Hani düne kadar gayet samimiydik, bir sorun yoktu. Niye din konusu ya da kimlik konusu ortaya çıktığı zaman bana düşman gibi davranıyorsun ki? Ya da televizyondan duyduğun azınlıklar şöyledir, Hıristiyanlar böyleydi gibi... Sen beni tanımıyor musun? Çok komik, yani trajikomik bir durum daha doğrusu. Senelerce beraber zaman geçirdiğin insanlar bir anda size basından duydukları herhangi bir kelime üzerine ya da herhangi bir şey üzerine düşmanmış gibi tavır takınıyorlar. Hiçbir sorgulama da yapmıyorlar. Ben bu insanı ya da ailesini tanıyorum, bu kadar zaman geçirdim, görüşlerini de az çok biliyorum demiyorlar. Direkt söylenen kötü şeyi ne yazık ki kolay geldiğinden kabul ediyorlar. Bunları yaşadım. Kimlik konusunda farklılıklarımızın dile getirilmesinden insanlar hoşlanmıyorlar, bu beni rahatsız ediyor. Biraz önce Yusuf Abi’nin de belirttiği gibi ne kadar çok uyum sağlar gibi, asimile olmuş gibi gözükürsek, kendi kimliğimizden söz etmezsek o zaman hiç problem yok. Mesela benim ismim de Türk ismi. Herhangi bir ortama girdiğimde hiç ağzımı açmazsam, dinimden ya da Süryaniliğimden bahsetmezsem herkesle oturup konuşabilirim. Ne zaman kimliğimle ilgili gayet insani minimum taleplerde bulunuyorum, işte o zaman problem başlıyor. Susarsak tabii ki sorun yok. Ama “hayır, bakın bu böyle değil” ya da “bir argüman geliştirin, bunu temellendirin” ya da “bizimle, bugünle alakalı bir örnek ver, bir şey yap” dediğinizde hemen ötekileştiriliyorsunuz. Bu da çok acı bir şey çünkü. Tabii bütün toplumu kastetmiyorum, belli düşüncedeki ya da aydınlanmamış insanlar diyelim, sizin sürekli bir şeylerden feragat etmenizi istiyorlar. Kimliğinizi dile getirmeyeceksiniz, isimlerinizi kullanmayacaksınız, dilinizi kullanmayacaksınız ya da öğrenmeye çalışmayacaksınız. Bunları demezseniz gayet makbul vatandaşlarsınız. Zaten ne yazık ki yıllardır uygulanan bir şey bu: kimlikleri inkâr. Benim farklılığımın benim ülkeme ne zararı olsun? Ben bu ülkenin beş bin yıldır yaşayan insanıyım. Bunu dile getirmek de hoş bir şey değil. Ben zaten bu topraklarda yaşıyorum, velev ki dışarıdan da gelmiş olsam eğer bu ülkede yaşıyorsam hepimiz eşitiz. Ben zaten buranın insanıyım, kültürüm de buranın kültürü. Ben ne yapacağım? Çok garip paradokslar. Günümüzdeki bu demokratik açılım olayını ben de çok önemsiyorum hakikaten. Ama bir yandan da komiğime gidiyor. Yani biz insan olmanın gerektirdiği asgari demokratik koşullara ulaşmayı çok büyük bir hedef gibi görüyoruz. Acaba bunu başarabilecek miyiz diye içimizde de bir şüphe var. Halbuki bu zaten bütün demokratik ülkelerin eriştiği bir standart ve insan olmanın getirdiği minimum standartlar bunlar. Kimliğini söyleyebilmek, kendi dilinde eğitim alabilmek, televizyon açabilmek, gazete okuyabilmek vesaire. Bunlar minimum standartlar ve Avrupa Birliği'ne girme sürecinde olan ülkemizde ya da yüzü seksen yıldır Batı’ya dönük ülkemizde hâlâ biz bunları “acaba olacak mı, acaba olabilir mi?” diye düşünüyoruz. Bunlar tabii acı verici şeyler. Yine de olumlu adımları bu ülkenin vatandaşı olduğumuz, aynı gemide olduğumuz için şahsım adına sevinçle karşılıyorum. Destekliyoruz. İleriye gitmek her zaman yerinde saymaktan iyidir. Çünkü biz geri adım atmayı çok gördük. Şimdi konuşurken aklıma geldi. Yani böyle sıkıntılı bir ortam varken kendi kendimizi pohpohluyoruz. İşte “Türkiye halklar mozaiği” ya da “Türkiye’deki azınlıklar mutluluk içerisinde yaşıyor” gibi cümleler sarf ediliyor. Amerikan başkanı geliyor, bütün liderleri hep beraber götürüyorlar. “İşte bakın Türkiye’de farklılıklar ne kadar güzel bir arada yaşıyorlar” diye. Nasıl yaşıyor? Hepsi süs gibi, çeşit çeşit giysilerle götürülüyor, Ermeni var, Rum var, Süryani var, Yahudi var. Hele bir sorun bunlardan kaç kişi kaldı acaba?
Fehmi: Heyette sivil anlamda gayrimüslimlerden kimse yok ki. Belirli bir mertebeye gelmiş insan yok çünkü. Siyasetçi yok, öğretim görevlisi yok, asker yok, bu halkı savunacak herhangi bir insan da yok topluluk içerisinde. Ben askerlikten de bir örnek vereceğim. En kötü olaylardan biri de bölüklere dağıtım esnasında yaşanıyor. Acemiliğinizi bitiriyorsunuz geliyorsunuz, kadrolu kalmış askerlerden bir yüzbaşı ya da herhangi rütbeli bir asker gelip “gayrimüslimler ayrılsın” diyor. İnsana o kadar acı veriyor ki. Çok kötü bir olay. Biz bunları da yaşadık. İnsan üzülüyor. Sanki işe yaramaz bir parça, böyle hurdaya atılmış herhangi bir şey gibi görüyor insan kendini biliyor musunuz? Yani elinden bir şey yapmak gelmiyor. Ülkeni seviyorsun fakat ne kadar seversen sev, işine geldiği zaman sever seni ama işine gelmediği zaman da hurdaya atılmış bir parçasın.
Tuma: Askerde ilk söylenen, “gayrimüslimler ayrılsın”. İlk kullandıkları cümle buydu. Benim şansım var, adım Tuma. Sen ismini söyler söylemez doğrudan öteki oluyorsun zaten. “Tuma nedir? Anlamı nedir? Türkiye’de mi yaşıyorsunuz? Türk müsünüz?” Farklı farklı, cahilce sorular soruyorlar. Biz bunları anlatıncaya kadar zaten konular değişiyor.
Zeki: Aslında bu yaratılan balon gibi bir şey. Azınlıklar konusu, Türkiye gündeminde tehlike olur mu olmaz mı, yapsak mı yapmasak mı şeklinde tartışılıyor ama şu bilinmiyor ki, azınlıklar artık tükeniyor. Verdiğim bir örnek var. Basit bir örnek olacak ama çok geçerli. Türkiye'deki bütün azınlıkları toplasanız İnönü Stadı'nı ancak doldurur ya da iki stadı. Çok acı bir şey. Bütün Rumları doldurun, bir stadın bir tribününü doldurur. Ne kadar ilginç. Rumlar Rumlar Rumlar deniyor, tartışılıyor ama üç bin insan kalmış. Üç bin insan, çok acı bir rakam. Ama göze gelmiyor. Ben geçen gün bir anket sonucunu okudum. Benim için çok önemli olan bir madde vardı. Azınlıklarla beraber yaşamakla alakalı. Bir soru sormuşlar, “Türkiye'de yaşayan azınlık oranını tahmin eder misiniz?” diye. Büyük çoğunluk yüzde 11–15 demiş. Biraz daha azı yüzde 7 demiş. Türkiye'de yüzde 7 çok büyük bir rakam. Benim matematiğim kötü. Yetmiş milyonun yüzde 10'u zaten yedi milyon yapar. Bizi toplasan hepimiz yüz biniz aslında. İnsanların zihninde her zaman bir korku yaratılıyor. Daha kalabalık olması lazım. Herhalde bu korkunun nedeni yüz bin kişi değildir. Ama gerçekler konuşulmuyor, yüzde 99.9’un geriye kalan binde 1’iyiz ama bu binde 1’le ne kadar “güzel” yaşıyoruz. Ülkemiz medeniyetler ülkesi (gülüyor). Yani bu bence dürüstçe bir yaklaşım değil ama yine de dediğim gibi bu gelişmeleri, demokratik açılım, demokratikleşme ya da Avrupa Birliği sürecini ben çok faydalı görüyorum. Çünkü artık bazı şeyler konuşuluyor. On sene önce olsaydı bu konuşmayı yapmaya çekinirdim ya da hepimiz çekinebilirdik, yapsak da bir şey değişmez derdik. Ama şimdi konuşuyorum ya da bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Bir şeyler olacağına dair içimde bir ümit var, inşallah değişir, çünkü biz barışçıl insanlarız. Biz bir arada yaşamak istiyoruz. Burası bizim ülkemiz. Biz kendi kültürümüzü geliştirmek istediğimiz gibi tabii ki bu ülkeyi de geliştirmek istiyoruz. Çünkü ne kadar ferah, ne kadar aydın, ne kadar demokratik bir ülkede yaşarsak bizim kendimizin de yaşam standardı yükselmiş olacak.
Yusuf: İnönü Stadı’nı dolduramayan azınlık grubu dedik ya bu bende çelişki yaratıyor. Avrupa Birliği’ndeki raporlarda azınlıklıklarla ilgili olarak “Türkiye bu konuda sınıfta kaldı” değerlendirmeleri yapılıyor. Kendi kendime, yetmiş milyon içindeki yüz bin için mi diyorum, zaten ne kadar kalmışlar ki. Avrupa bu konuda samimiyetsiz gibi geliyor, oyun gibi geliyor aslında. Zamanında o kadar çok insan yaşarken, azınlıkların yaşadıklarından bihaberlerken artık yirmi otuz bin Süryani, yetmiş seksen bin Ermeni kalmış, bunlar için fırtınalar koparılıyor, şu yapılsın bu yapılsın deniyor. O insanda bir çelişki yaratıyor. Azınlık olarak bu haklar verilsin diye seviniyorum ama Avrupa’nın bunları ortaya çıkarması gayri ciddi geliyor.
Turgut: Aslında şunu düşünüyorum; Süryaniler Müslümanlığı seçmiş olsaydı böyle bir baskıya, şiddete maruz kalırlar mıydı? Hakları ellerinden alınır mıydı? Kesinlikle alınmazdı bence. Ne yaptılar, önce dinsel anlamda bir baskı ve ayrımcılık uygulandı Rumlara, Ermenilere, Süryanilere. Bu 1915’te de böyleydi. Bu bitti, arkadaşların dediği gibi çok az insan kaldı. Ondan sonra etnik kimlik üzerinden baskı uygulamaya başladılar. Kimlere? İşte Kürtlere yapılan baskı. Önce dine göre bir bitirelim, ondan sonra etnik köken ayrımını bitirelim. Kimler kalsın? Bizim gibi düşünenler, bizim gibi yiyenler kalsın diye düşündüklerini düşünüyorum.
Muzaffer: Aslında ismim Muzaffer olduğu için ben çok seviniyorum. Bazen diyorum, Allah razı olsun babamdan, bana bu ismi koymuş. Başka problemlerle karşılaştırdığım zaman çok rahatlığını görüyorum gerçekten. Sayın Alaca 60’lı yıllardan bahsetti, çocukluğundan bahsetti. Ben size geçen Ramazan ayında çocuğumun başına gelen bir olayı anlatayım. Buradaki hiçbir arkadaşın haberi yok. Çocuk eve geldi, yemek yiyoruz, morali bozuk, daha sekiz yaşında. “Anne” dedi, “yarın geleceksin, benim arkadaşlarımla konuşacaksın.” “Oğlum ne var, neden konuşacağız, bir şey mi oldu, kavga mı ettiniz?” derken, yemek bitsin daha sonra konuşuruz dedik. Yemekten sonra ben aldım oğlumu, “gel konuşalım” dedim. Ağzından lafları almaya başladım. “Baba” dedi, “benim arkadaşlarım bana Müslüman ol diyorlar.” Sokakta oynadığı arkadaşları. “Kimlerdir bunlar?” dedim. İki tane isim verdi, Tarkan’la bilmem kim. Onlar da kendi yaşıtları, düşünsenize yani aynı yaştalar. Ertesi gün trenden inerken merdivenlerde Tarkan’la öteki arkadaşı koşup geliyorlar, tanıyorlar beni, sürekli beraber oynuyorlar. Tarkan’a, “gelin bakayım buraya” dedim. “Abi biz demedik, biz söylemedik öyle bir şey, başka birisi söyledi” dedi. Dedim, “oğlum bakın siz arkadaşsınız, böyle yapmayın etmeyin” vesaire. Bakın aradan elli, altmış yıl geçmesine rağmen hiçbir şey değişmemiş. On beş gündür yeni bir okulda göreve başladım. Orada tanıştığım yeni arkadaşlara dedim ki ben Süryaniyim. “Yav söyleme, hocam bize söylüyorsun ama kimseye söyleme” dediler. “Ne oldu? Niye söylemeyeyim, yani ben burada gizli mi yaşayacağım? Nasıl ben bunu yaparım? Ben bunu yapamam, söyleyeceğim” dedim. Şunu anlatmaya çalışıyorum. Hâlâ o korku, hâlâ o psikolojik baskı, evdeki öğretilenler, çocukların yaşadığı o şeyler aynı. Şahsen çocuğumun ismini Lukas koymak istemezdim açık söyleyeyim. Kayınpederimin isteği. “Git Nemrut koy” dedi. Nemrut Adıyaman’a yakın ya, bir de Nemrut’un bizde mitolojik bir anlamı da var.
Yusuf: İyi ki “Gâvur Dağı” koy dememiş (gülünüyor).
Muzaffer: Vallahi biz isim seçeceğiz, ben Türk ismi olmasından yanayım, açık söylüyorum. Çünkü ben okulda yaşayacağı problemleri, iş hayatında yaşayacağı problemleri biliyorum. Arkadaşlarıyla yaşayacaklarının hepsini biliyorum. Bizim başımızdan geçti. O çocuk yaşamasın aynılarını dedim.
Yusuf: İş din dersine gelince nasıl kamufle olacak?
Muzaffer: O hallolur bir dilekçeyle.
Yusuf: Derse girmeyince anlaşılacak ama.
Muzaffer: Neyse. Bizde gelenektir, genelde Doğu’da vardır, ilk çocuğa yaşlılar isim takar, onlara danışılır. Ben tabii danışmadım, birincinin ismini Umut koydum. İkincisini de ben koymaya karar veriyordum, bir baktım oradan fırladı kayınpederim, “Nemrut koysana, ne düşünüyorsun?” dedi ve getirdi Lukas koydu. İşte Lukas şimdiden sekiz yaşındayken başladı. Yıl 2009. Bizim dileğimiz bunların hiçbirisinin yaşanmaması, düzelmesi. Güzel aydınlık günler hepimizin umudu. İnşallah bir gün düzelir ve hepimiz bu topraklarda kardeşçe güzellikler içerisinde yaşarız.
Mezo-Der’i konuşarak sohbetimize devam edelim isterseniz… Derneği kurma fikri nasıl oluştu, dernek ne zaman kuruldu, neler yaptınız ve neler yapmayı planlıyorsunuz?
Erol Dora: Derneğimiz 2004 tarihinde kuruldu. Kuruluş amacımız şuydu: Halkımız hep dini kurumlar etrafında kümelenmişti ve tek örgütlülükleri kilise kurumları çerçevesindeydi. Biz bireysel anlamda yine arkadaştık fakat tüzel bir kişiliğimiz yoktu. Bunu örgütlü ve kurumsal bir boyuta taşımak amacıyla derneği kuralım diye düşündük. Sivil insanlar olarak bizim zihniyetimiz şudur: Türkiye gerçek anlamda laik bir ülke değildir, fakat ismen demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Eğer laik bir ülkeyse biz de bu ülkenin vatandaşlarıyız ve bizim içimizde de laiklik olayının gerçek anlamda cereyan etmesi lazım. Yani sivil kurumlarımızın olması gerektiğini düşünüyoruz. Derneğimizin amacı birbirimizi daha iyi tanımak, birbirimizden güç almak, ötekileştirilmiş azınlık olmanın psikolojisi içinde olduğumuzdan dolayı birbirimizle dayanışmak ve Süryanileri hem dünya hem Türkiye kamuoyuna tanıtmak. Biliyorsunuz, Süryaniler marjinal bir gruptur. Türkiye’de azınlık dendiği zaman Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler akla gelir. Bu devlet düzeyinde, bürokratik anlamda da böyledir. Avrupa Birliği bağlamında da böyle. AB sürecinde de bahsedilen genellikle Ermeni, Rum ve Yahudilerdir. Son zamanlarda bazen Süryanilerden de bahsediliyor. Bu çok yanlış bir şey. Aynı zamanda devlet yetkilileri de yanlış kullanıyorlar. Azınlıklardan bahsedince Rum, Ermeni, Yahudi ama Süryani yok. Tabii bilinçli Süryanilere bu durum acı veriyor. Bir yerdesiniz ve hiç anılmıyorsunuz. Yok hükmündesiniz. İşte biz yok hükmünde olmamak amacıyla ve gerçekten bu ülkenin birer vatandaşı, birer yurtseveri olarak Türkiye’nin demokratikleşmesinde bir payımız olsun diye, Türkiye’nin demokrasi mücadelesine katkı sunmak amacıyla böyle bir dernek kurduk. Her ne kadar dernek bünyesinde bulunan insan sayımız az olsa da.
Derneğin kaç üyesi var?
Belki şu an elli kişi civarında. Ailelerini de katarsanız bu sayı daha da artar. Tabii nitelik önemlidir. Bir kere Süryanilerin böyle bir kurumu yoktu; Avrupa’dan ya da komşu ülkelerden gelen insanlarımızın gidebilecekleri bir yer yoktu. Süryanilerle ilgili bilgi almak için yahut diğer ülkelerde bulunan Süryani kurumlarının, derneklerinin ve partilerinin Türkiye’ye geldiklerinde ulaşabilecekleri, Süryanilere yönelik bir kurum yoktu. Kilise kurumları var ama birçoğu da bu konularla ilgilenmez. Siz bu röportajı kiliseyle yapmaya çalışsaydınız, muhakkak gerçekleşmeyecekti. Çünkü onların kendilerine göre birtakım kaygıları olacaktır. İşte sizinle yapılan bu söyleşi de bu derneğin kurulmuş olmasının ne kadar önemli olduğunun göstergesidir diye düşünüyorum. Bu derneği kurduk ve kurduktan sonra artık komşu ülkelerden gelen Süryani kişileri, kurumları, kurum temsilcileri, Avrupa’dan gelenler artık bu derneğe geliyor. Biz aynı zamanda uluslararası bir iletişim mekanizması oluşturduk diye düşünüyoruz. Kurulduktan sonra da gazeteci arkadaşlarımız olsun, işte sizin gibi değerli arkadaşlarımız olsun bizimle iletişime geçen insanlar, bana göre Süryaniler konusunda bir nebze olsun bilgi edinmeye çalıştılar. Tabii biraz önce siz bir soru sormuştunuz. Tuma arkadaşımız cevapladı. İşte Keldaniler var, Nasturiler var vs. Bunlar etnik anlamda aynı halk olduğundan dolayı değişik isimlendirmeler mezhepsel olgulardan kaynaklanıyor, bizim için hepsi aynıdır. Halkımız Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, tarihi süreç içerisinde kilisemiz çeşitli mezheplere bölündü ve bu isimlendirmeler de bundan doğdu. Örneğin dün değil önceki gün yanlış hatırlamıyorsam Günlük gazetesinde Nasturi katliamı işlenmişti. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum. Kürtlerin kendi yaptıklarıyla da yüzleşmelerine yönelik bir yazıydı. Cizre emiri Bedîrxan Bey’in Nasturileri katlettiği yazıyordu. Kürtlerin de veya başka halkların da birbirine vermiş olduğu zararlarla, tarih süreci içerisinde birbirlerine çektirmiş olduğu acılarla yüzleşmesi gerek. Bu açıdan da o haberi önemsedim. Süryanilerin tarih içinde çektiği çok acılar var fakat genellikle bunlar dile getirilmiyor. Bu konudaki uzman kişiler diyorlar ki, bir halk kendi sorunlarıyla, acılarıyla yüzleşip bunların acısını, yasını tutmadığı zaman, bu insanlarda var olan travma daima varlığını sürdürecektir. Bir psikanalistin böyle bir kitabını okumuştum. Yazarın ismi Vamık Volkan, Kıbrıslı bir psikanalist. Bu konuda uluslararası ünlü bir insan. Rusya’ya bağlı küçük devletlerin son dönemde birbirleriyle çatışmaları sonucunda birbirine çektirdikleri acılarla yüzleşmeleri konusunda, Amerikan heyeti olarak girişimde bulunmuşlar. Vamık Volkan da bu heyetin içindeydi. Yani özet olarak şunu söylüyorum, bir halk birtakım acılar çekmişse öncelikle bu acılarıyla yüzleşmesi, onları dile getirmesi ve bu acıların yasını tutması gerekir. Mesela Türkiye kamuoyunda Süryaniler dendiğinde ben inanıyorum ki hâlâ Türkiye'nin, Anadolu’nun birçok yerinde Süryanilerin kim olduğu dahi bilinmemektedir. Belki Suriyeli diye bir algılama oluşabilir kafalarında. Bu biraz da devlet politikasından kaynaklanan bir durumdur. Yani devlet bu halkları birbirine yabancılaştırmış. “Ne mutlu Türküm diyene.” Herkes kendini Türklükle ifade etmeye çalışmış. Bu da insanları ötekileştirmiş, insanlar kendilerini gizlemeye çalışmış. Dikkatinizi çekmek istiyorum, ister başbakan olsun, ister devletin yetkilileri olsun, bu Kürt sorunu siyasi bir boyuta taşındıktan sonra, bu sorundan bahsettiklerinde her zaman şunu söylemişlerdir: “Türkiye’de Lazı ile Kürdü ile Çerkezi ile Abhazası ile hepimiz biriz, kardeşiz.” Hepsi Müslüman bakın. Bunu başka ortamlarda başka siyasi liderlere de hatırlattım. Peki bunlar söylenince Ermeni, Rum, Süryani, Yahudi neden söylenmiyor? Demek ki devlet algılamasında da hâlâ bu insanlar ötekileştiriliyor. Sayın Başbakan’ın son demecinde bir nebze de olsa, hiç olmazsa Tatyos Efendi’den bahsetmiş olmasını devrim olarak görüyorum Türkiye’nin koşullarında. Düşünün yani bütün halkları sayıyor, ne Ermeniden ne Rumdan ne Süryaniden ne de Yahudiden yani hiçbir gayrimüslim halktan bahsedilmiyor. Bu halkları, insanları ne kadar ötekileştirdiklerinin bir göstergesidir. Tabii bu da insanları bir azınlık psikolojisine sokmaktadır. Benim bir deyimim var, ben azınlık statüsüne dahil bir insanım, bu statüyü benimsiyor ve buna değer biçiyorum, fakat azınlık psikolojisini reddetmek istiyorum. Fakat reddetmek için de fazla imkân tanınmıyor. Yani bir insan azınlık grubuna mensup olunca, psikolojik olarak kendini farklı hissetmemesi gerekir. Kendini herkesle eşit bir yurttaş olarak algılaması gerekir. İnsanların içine sindirilmiş. İnsanlar ilkokuldan başlamak üzere kendilerini hep azınlıkta görmüş. Bugün hangi medya kurumu, hangi televizyon, hangi devlet yetkilisi çıkıyor da bu tür konularla ilgili genel anlamda Türkiye’de yaşayan bütün halkların kardeşliğine dair bir demeç veriyor? Sözümona Anayasa’nın onuncu maddesinde herkes eşittir fakat pratikte bu böyle midir? Yani devlet politikası bunu bir sorun olarak önüne koymuş olsaydı belki bir nebze de olsun halkların birbirini tanıması yönünde bir irade, bir ortam oluşmuş olurdu. Yani şimdi o sokakta oynayan çocukların fazla suçları yok. Onlar öyle eğitilmiş. Televizyonda bu şekilde programlar yapılıyor. Bir de bakın Türk Dil Kurumu’nda -belki dikkatinizi çekmemiştir- “gâvur” kelimesinin anlamlarından biri de Hıristiyandır. Bir kere bunun da Türk Dil Kurumu sözlüğünden çıkarılması gerekir. Bir kere “gâvur” ne demektir? Bu kelimeyi en yüksek görevde bulunan insanlar da kullanıyor. Peki gâvurun anlamı nedir? Ben şu anda gâvurun anlamını bilmiyorum. Eğer Müslüman olmayanlara “gâvur” diyorsanız bu hakkı kendinizde nerede görüyorsunuz? “Gâvur” kelimesinin köken olarak anlamı nedir? Bu konular çok uzun olduğu için biz bunu vurgulamaya çalışıyoruz. Yani biz Hıristiyan olabiliriz, biz de sivil insanlarız. Biz Süryani insanlar olabiliriz. İlla biz Süryaniyiz diye Hıristiyanlık dinine de inanmayabiliriz. Din ayrı bir olgudur. Kişi ile Tanrı arasında bir olaydır. İnsanları sivil anlamda değerlendirmek gerekir.
Yusuf: Bizim derneğimiz de sivilleşme anlamında Süryani toplumunda bir ilk olacak.
Mezo-Der’in, Kürtlerin, Rumların, Ermenilerin, Lazların kurduğu dernek ve vakıflarla ilişkileri nasıl?
Erol: STK’ların bilgisi var dernekten ama somut anlamda fazla bir ilişkimiz yok. Bunu da itiraf etmek durumundayız. Bu da şundan kaynaklanıyor, biz de bir dernek olmamıza karşın fazla açılamadık, hâlâ kendi kendimizi alıştırmaya çalışıyoruz. Süryaniler bünyesinde açılmış durumdayız.
İstanbul’daki Süryanilerin hepsiyle ilişkiniz var mı?
Erol: Bütün dünyadaki Süryanilerin bu dernekten haberi var. Avrupa’dakilerin, Irak’takilerin, Suriye’dekilerin haberleri var. Onlarla ilişkilerimiz de var. Medyamız var. Dernek, ilişkileri sayesinde televizyona çıkıyor konuşuyor. Bu konuda bir sorunumuz yok fakat diğer halklara yönelik olarak ister Kürt olsun, ister Ermeni, ister Rum olsun Türkiye’de yaşayan diğer gruplar olsun, onlarla fazla iletişimimiz yok. Bu da dernek olarak yeni oluşumuzdan kaynaklanıyor. Onların da bizimle ilgili fazla bilgisi, tanışıklığı yoktur. Ancak diğer sivil toplum kuruluşları ile ilişkilerimiz her geçen gün artmaktadır.
Turgut: Belki ayaklarımızın tam yere basmasını bekliyoruz. Biraz daha bekleyelim, biraz daha gelişelim, biraz daha kapasitemizi geliştirelim, ondan sonra. Biz illaki STK’larla görüşmeyeceğiz, anlaşmayacağız, konuşmayacağız demiyoruz. Ama biraz kendi kapasitemizi geliştirdikten sonra onları düşünüyoruz. Ama ufak çaplı da olsa İstanbul’da, Ermenilerle, Rumlarla, Antakya’daki Tokaçlılar Köyü Derneği gibi birkaç dernekle ilişkilerimiz var. Hatta projelerimizin içinde Rumların bir derneği de var. Devletin politikasıdır Süryanilere uygulanan. Geçenlerde 5N1K programı vardı CNN Türk’te. Urfa bağımsız milletvekili çıkmış, Urfa’da tabii biliyorsun her zaman için o kavgalar, adam öldürmeler, aşiretlerden dolayı gündemde. Bu aşiretleri barıştırmak için o milletvekili Avusturya’dan bir “şeyh” çağırıyor. Şeyh Urfa’ya geliyor. O bağımsız Urfa milletvekili kalkıp şeyhin elini öpüyor. Düşünebiliyor musun? Gerçekten de kamerayla gösterdi. Soruyorlar, “niye elini öptünüz?” “O kim olursa olsun, barış için gelmişse Urfa’ya, ben onun elini her zaman öperim. Yalnız papazların elini öpmem” diyor. Bir milletvekili, devletin yetkili kişisi, “ben papazların elini öpmem” dedi, düşünebiliyor musun? Bir şeyhin elini öpüyor. Papazın elini öpmüş öpmemiş, benim için hiç problem değil, keşke öpmese (gülüşmeler).
Erol: Bunu belirtmemesi gerekir.
Turgut: Evet, hem de bir milletvekili.
Tuma: Bunu ayrıca ifade etmek ayrımcılıktır.
Peki, derneğinizin ne tür faaliyetleri var? Dil üzerine çalışmalar yaptığınızı söylemiştiniz.
Tuma: Dille ilgili iki sene çalışma yaptık ama istenen sonucu alamıyoruz. Sebeplerden biri öğrenci buna vaktini ayıramıyor, okulda oluyor. Çalışmak için geriye cumartesi ya da pazar günü kalıyor. Bu iki günde de sistematik bir çalışma yapamadığımızdan dolayı istenen sonucu henüz alamadık, biraz pratik yaptık. Yine de şartlar elverirse dille ilgili teşebbüsümüz olacak.
Zeki: Yine de faydalı oldu. Ben bir öğrenci olarak faydalandım, az da olsa, hiç yoktan iyidir.
Tuma: İstanbul’da on bin kişi yaşıyorsa yaklaşık olarak bunların iki yüz üç yüz kişisi Süryaniceyi konuşabiliyor. Burada doğan büyüyen gençlerimiz Süryaniceyi iyi bilmiyor. Haftada bir saat ile dil öğrenmek zor, mümkün değil. O da bir gün gelemiyor, bir gün kaytarıyorlar, sistematik bir şey yapılamıyor. Öğrencinin birisi Bakırköy’de, birisi başka bir semtte. Bizim tek sıkıntımız velilerimizin bu işi yeterince desteklememesi. Velilerin desteklemesi lazım. Dilimizi öğrenmedikçe adlar otomatikman değişti. Buradakilerin çoğu Türkçe adlardır. Dilimizi de kaybedince kültürümüzü tamamen kaybetmiş olacağız.
Siz gelmeden önce Muzaffer Abi’yle konuşuyorduk; Lozan’da, Süryanice eğitim veren okullar açma konusunda hakkınız var. Süryaniler mi çok sahip çıkmadı anadili eğitimine?
Tuma: Okul açmak böyle, bir kelimeyle olmuyor. Dediğim gibi bir okulun öğrencileri olmalıdır. On bin kişiden kaç tane öğrenci çıkar veya kademe kademe yaptığınız zaman yeterli sayı var mı? Diyelim ki her şey süt liman, okul var, devlet de destekliyor. Bu şartlarda Türkiye’de en kalabalık olduğumuz şehir İstanbul’dur. İstanbul’da on bin kişiyi gruplara ayırdığın zaman ilkokul, ortaokul, lise dönemine kaç tane öğrenci düşer? Bu öğrenciler hangi semtlerde oturuyor, nasıl öğrenim görecekler? Şu anda eğitimci bulmak da zordur Türkiye’de. Yani o kadar zor duruma düştük ki, bitişe doğru gidiyor. Bundan çok şikâyetçiyiz. Çok zor bir şey bu. Eve gidiyorum, çocuğumla Süryanice konuşuyorum. Çocuğum bana Türkçe karşılık veriyor çünkü benden başka konuşacağı kimse yok. İngilizce kursuna gidiyorsun, pratik yapmazsan boşa gider. İşte pratik yapacak konumumuz yok. Belki siz bilmiyorsunuz, Süryanice Arapça tarzında sağdan sola yazılır, harfleri değişiktir. Bir dilin yazısını bilmiyorsanız o da çok zordur, anlayamıyorsunuz dili.
Erol: Burada önemli olan şudur, Muzaffer arkadaşımızın dediği doğrudur. Lozan anlamında biz de azınlığız diğer halklar gibi. Zaten aynı konumda olan halklar arasında herhangi bir ayrım yapılmaz. Eğer gayrimüslim olmak Lozan Antlaşması’nda azınlık kabul edilme kıstası ise en eski Hıristiyan halk da Süryanilerdir. Lozan’a göre azınlıktırlar, fakat bu hak fiiliyatta Süryaniler bağlamında kullandırılmamış. Fakat şu anda mesela Süryanilerin vakıfları vardır, yalnız okulları yoktur. Tabii ki önemli olan bu hakkın pratikte de verilmiş olmasıdır. Tabii bu konuda devletten de kaynaklanan sorunlar vardır, Süryanilerden kaynaklanan sorunlar da vardır. Devlet şu ana kadar Süryanileri yok hükmünde kabul ediyordu. Azınlık statüsü bağlamında söylüyorum. Süryaniler de kendi haklarının bilincinde değildiler. Tabii şimdi diyorlar ki “bu hak olsa bile fiiliyatta nasıl uygulanır?” Zaten bu olmadığından dolayı insanlar Süryanice bilmiyor, anadillerini öğrenemiyor. Örneğin Ermeni okullarına gidin, ilkokuldan başlıyorlar Ermenice öğrenmeye ve lise düzeyine kadar okulları var.
Geçtiğimiz dönem Boğaziçi Üniversitesi’nde Ermenice dersi veriliyordu...
Erol: Ne kadar güzel bir şanstır. CNN televizyonuna çıkmıştım. Bu soru bana yöneltilmişti, ben de bu cevabı vermiştim. Ermenilerin bu hakkı kullanmasından onlar adına insan olarak büyük bir sevinç duyarım. Ama niye benim de böyle bir hakkım olmasın. Düşünün şimdi, ben çocuğumu devlet okuluna gönderiyorum, çocuk tek başına din dersine girmiyor. Pedagojik açıdan düşünün o çocuğun yaşadığı psikolojik travmaları. Kendini otomatikman dışlanmış hissedecektir. Kendi okulum olmuş olsaydı gönül rahatlığıyla gönderirdim çocuğumu. İkincisi bunu bir hak olarak görüyorum. Çocuğumun kendi anadilinde eğitim görmesini isterim. Bu Lozan’da vardır ama pratikte bu kullandırılmamıştır. İnsanın bir hakkı olduğunda bu hakkı kullanmak bu insanın inisiyatifinde olsun. Bu hakkı kullanırım ya da kullanmam. Yoksa öğrenci yokmuş, bunlar ayrı konular. Bunun Türkiye’de vurgulanması gerekir. Azınlık hakları Kopenhag kriterlerinden biri, ama gelen memurlarına öncelikle demiyorlar ki kardeşim Türkiye’de azınlıkların hakları Lozan’la, uluslararası bir antlaşmayla düzenlenmiştir. Kaç defa onların memurlarıyla, temsilcileriyle görüştüm. Lozan’ın L’sinden haberleri yok. Türkiye’deki bürokrasinin benimsemiş olduğu görüşler doğrultusunda azınlıklar bağlamında Süryanilere yönelik raporlar hazırlıyorlar. Biraz önce bir arkadaşımın da ifade ettiği gibi bu, Avrupa Birliği’nin bu konularda samimi ve ciddi olmadığının göstergesidir. Fakat bu nettir. Biz bunu tartışmıyoruz, yani Süryaniler Lozan’a göre azınlıktır. Biz bunu tartışmayı bile abesle iştigal olarak görüyoruz. Ama Türkiye’de Süryanilerin yüzde 95’i bu konuları incelememiştir. Demin de ifade ettiğimiz gibi, hangi semtte oturursam daha rahat yaşayabilirim, kendimi daha rahat kamufle edebilirim... Fakat globalleşen dünyamızda bunlar sorun değildir artık. Her insan, her sorun tartışılmak zorundadır. İşte Türkiye’deki son süreç de biraz buna yöneliktir.
Evet, aslında biz de bu konuya gelmek istiyoruz. Ne düşünüyorsunuz demokratik açılım tartışmalarıyla ilgili olarak?
Erol: Biz umutlu olmak zorundayız, umut olmadan yaşanamayacağına göre. Bizler müşteki olma bağlamında bu konuları anlatmıyoruz, bu söylediklerimiz gerçeklerin tespitidir. Olayları tespit etmediğiniz sürece çözüm üretemezsiniz. Bugün Türkiye’de en büyük sorun Kürt sorunudur. Kürt sorununun tartışılması tabii diğer sorunları da gündeme getirecektir. Zaten önce buna Kürt açılımı dendi, sonra demokratik açılım dendi. Benim şahsi görüşüme göre ikinci isimlendirme daha doğrudur. Ülkede sadece Kürtlerin sorunu yok ki. Benim de var, Ermeninin de var, Çerkezin de var. Dolayısıyla Türkiye’de olaylara demokratik olarak bakmak lazım. Değişik görüşte, karşıt görüşte olan insanların medyamızda, yazılı ve görsel basında özgürce tartışmasını dahi ilerleme olarak görüyoruz. Biraz önce Sayın Yoldaş arkadaşımızın belirtmiş olduğu gibi bunlar doğal haklar olmasına karşın biz TRT Şeş’in açılmasını bile bir devrim olarak görüyoruz. Çünkü Türkiye’de her şey o kadar bastırılmış ki, hiç kabul etmiyorsun, “yoksun” diyorsun ama belki yıllardır onun haklarını çiğnemişsin. Bunun için en ufak adımları bile bir ilerleme olarak görüyoruz, değer biçiyoruz. Türkiye’nin bu anlamdaki açılımlarına da hepimizin katkı sunması gerek. Bana göre bu konuda hükümete de destek verilmesi lazım. İnsan bu tür konulara destek verdiğinde illa hükümetin, AKP hükümetinin bütün politikalarını, ideolojisini benimsemek zorunda değildir. Ama doğru yapılan şeyleri de benimsemek gerekir. Geçen gün Sayın Başbakanımız, Tatyos isminden, Said-i Nursî, Nazım Hikmet Ehmede Xanî, Ahmet Kaya, Fethullah Gülen isminden, yani bütün değişik etnik kimliklerin ve değişik cemaatlerin saygı duyduğu isimlerden bahsetti. Bana göre Sayın Başbakan’ın bu söylemine çok değer biçmek gerekir. Zikrettiği şahıslara saygı duyan insanların kalbini fethetti. Zaten olması gereken budur. Farklılıkları zenginlik kabul edip onları sevmek ve yaşatmak gerekir. Tatyos’tan bahsedince ben Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin değerli tarihi kişiliklerinden bahsetmiş gibi değerlendirdim. Çünkü Tatyos Efendi gayrimüslimdi. Bununla Sayın Başbakan biraz yukarıda sitem ettiğimiz tabuları da yıkmış oldu. Bu kucaklayıcı bir tavırdır. Tabii bunun sadece söylemle olmaması lazım, pratik anlamda da bunun yaşatılması önemlidir. Onun için biz de buna değer biçiyoruz. Türkiye’de değişimin, dönüşümün bir göstergesi olarak görüyoruz. Biz de buna katkı sunuyoruz şu anda. Hem kalben, hem söylemlerimizle, hem davranışlarımızla bunun mücadelesini vermemiz gerekir diye düşünüyorum. Yani demokratik açılıma herkesin katkı sunması gerekiyor.
Yusuf: Bu demokratik açılım konusunu destekleyen var, desteklemeyen var. Başbakan’ın, hükümetin siyaset yaptığını, politika yaptığını söyleyenler var. Ben bir azınlık grubundan biri olarak objektif bakmaya çalışıyorum. Ne olursa olsun bu söylemler için de Başbakan’ı takdir ediyorum. Kim ne derse desin, söylem düzeyinde bile kalsa bugüne kadar duymadığımız laflar söyleniyor. Yani bırakın dinci muhafazakâr bir kesimi, bugüne kadar solcuların da dile getirmediği şeyler bunlar. Sözümona solcular bunlar gerçekten. Türkiye’de gerçek sol olup olmadığı şaibeli. Ben kendimi onların içinde görmedim, beni ifade ettiklerini görmedim. Azınlıkları, Ermenileri, Rumları, Süryanileri solun ifade ettiğini görmedim. Şu anda Başbakan öyle ya da böyle dile getiriyorsa benim için bu gelişmedir. Belki laf orda kalır ama bir şekilde bu laf edilmiştir.
Erol: Cin şişeden çıkmıştır değil mi?
Yusuf: Aynen, o kadar. Cin şişeden çıkmıştır. Solun yıllardır yapmadığını bu hükümet yapmıştır. Ben destekliyorum, ne yapayım? Diğer partiler bu konuda çok pasif kalıyorsa, geri kalıyorsa, gidip diğer partileri desteklemek zorundayım diye bir şey yok. Fenerbahçe ya da Galatasaray gibi bir takım tutmuyorum. Ben yaşantımda gördüklerimi ve yaşantımın daha iyi olması için kim ne yapıyorsa ona göre değerlendiriyorum. Bu konuda AKP’yi destekliyorum. Çünkü bir şeyler söyleniyor. Yıllardır söylenmeyen şeyler söyleniyor. Bu partinin hükümet olduğu dönemde söyleniyor. Belki tesadüf oldu Avrupa Birliği ama bu kadar da büyük tesadüfler olacağına inanmıyorum. Çünkü geçmiş dönemde de AB konusu vardı ama diğer partilerin yaklaşımını da biliyorum. Kendi açımdan TC vatandaşı olarak, Süryani biri olarak Başbakan’ın yaptığı söylemleri destekliyorum. Belki söylemde kalacak, ileri gitmeyecek ama cin şişeden çıkmış artık. Bu bana yeterli geliyor şu aşamada.
Zeki: Sol açısından dersek hatalı olur. Buna bir kısım sol ya da sol diye adlandırılan CHP’yi katabiliriz çünkü belki daha küçük gruplar da, daha demokratik gruplar da, gerçekten demokrat sol da, azınlıkların sorunlarını bir şekilde dile getiriyor. Bazı aydınların, sol aydınların hakkını da yemeyelim. Mesela ÖDP gibi partiler daha önce dile getirdiler. Küçük bir grup olabilir ya da etkisiz kalıyor olabilir.
Yusuf: Ben diğer sol grupların da ülkemizde yaşayan azınlıklarla ilgili pek bir şey yaptıklarına inanmıyorum.
Tuma: Biz farklılıkları, farklı olayları daha çok hissediyoruz. On yıl öncesine baktığımızda biz Süryaniler olarak Süryanice öğretemiyorduk, Süryaniyiz diyemiyorduk. Ama belli başlı kilise ve manastırlarımız var. On beş yıl önce duaları öğreten iki manastırımız vardı. Neden burda eğitim veriyorsunuz diye ikisi de mühürlendi. Din adamı yetiştirmek için eğitim orda veriliyordu. Bunlar bile mühürlenmişti. Bugün bu farklılıkları, bu konuşmaları, Başbakan’ı dinledikçe insan destek vermeden duramıyor. Başbakan’ın bu konuşmalarıyla ilgili olarak arkadaşlara ben de katılıyorum.
Turgut: Ben bu noktada bir şey demek istiyorum. Anadilde eğitim dendi, demokratik açılım dendi. Demokratik açılım dendiği zaman mevcut anayasanın da değişmesi lazım. Bu anayasa ile demokratik açılım olmaz, mümkün değil, çünkü mevcut yasalar var. Anadilde eğitim diyoruz, hizmet diyoruz, olmuyor. Geçen yıllarda Diyarbakır Sur Belediyesi Başkanı Abdullah Demirbaş, “Süryanice, Ermenice, Kürtçe hizmet verelim, herkes gelsin anadilde hizmet verelim” dedi. Ancak ertesi gün İçişleri Bakanlığı tarafından görevinden alındı. Biraz önce siz söylediniz, anadilde eğitim için dernek olarak ne yapabilirsiniz, ne tür bir başvuruda bulunabilirsiniz diye. Anadilde eğitim için öncelikle bu anayasanın değişmesi lazım ve devletin bunu anayasal güvencesi altına alması lazım. Süryanicenin anayasal teminat altına alınması lazım. Demokratik açılım sürecinde Güneydoğu’daki savaşın durması, koruculuk sisteminin kaldırılması… Ondan sonra bunları konuşalım. Eğer bunlar değişmezse şu söylenenlerin hiçbirine ben inanmıyorum. Benim inancım şöyle: AKP aşağı yukarı iki dönemdir iktidardadır. Başörtüsü problemini halletmedi, Avrupa Birliği sürecini halletmedi. Demokrasi açılımıyla ilgili de, tamam çok güzel ben arkadaşlara katılıyorum ama bunun çok çok uzun vadeli olacağına inanıyorum.
Zeki: Benim şahsi görüşüm, demokratik açılım hakikaten Türkiye’de kolay bir şey değil, yerleşmiş bir zihniyet var, bir devlet yapısı var, insanlara seksen yıldır da empoze edilen bir şey var, insanların zihninde oluşan bir düzen var, bir sistem var. Şöyle dersen hainsin, şöyle dersen bölücüsün, şöyle dersen öylesin böylesin. Benim için en önemli olan zihniyet açılımıdır. Halkın, vatandaşın, toplumun zihniyetini dönüştürmeye yönelik açılımlar. Tabii ki Başbakan’ın konuşmasını çok beğendim ve destekliyorum. Aynı zamanda Cumhurbaşkanı’nın meclis açılışında yaptığı konuşma çok güzeldi. Farklılıkların zenginlik addedilmesinden bahsediyordu. Farklılıklarımızdan korkmamamız gerektiğini, bunların ülkemizin zenginliği olduğunu söylüyordu. Doğru olan yaklaşım da budur. Bu, topluma yayılabilirse ya da bu anlayış hakikaten toplumda geçerli kılınabilirse, keşke… Bunu en üst kattan söylersin ama uygulamaya geldiği zaman, aşağı doğru indiği zaman bürokratik kurumlarda ya da halk arasında nasıl olacağı önemlidir. Biraz önce konuşulan sekiz yaşındaki çocuk arkadaşına dinini değiştir derse ne yaparsan, yasaları ne kadar değiştirirsen değiştir, o zihniyet açılımı olmadığı zaman demokratik açılım da olmaz.
Erol: Milli Eğitim bakanımız, Sayın Nimet Çubukçu, ilkokullardan başlamak üzere ötekini tanıma bağlamında belli çalışmalar yapılmasını önerdi. Ben bunu çok önemsiyorum. Bazıları dediler ki bu yaşta çocuklara verilmemesi gerekir. Biliyorsunuz çocuk küçükken fidan gibidir. Biz küçükken Türkçe bilmiyorduk. Bir sene içerisinde Türkçeyi öğrendik. Çocuk hemen öğrenebiliyor. Dolayısıyla çocuk belli bir yaşa kadar her şeyi kavrayabiliyor. “Ali topu Agop’a at” diye bir söz var. Bu bir slogan halini almıştır, bunun somut anlamda hayata geçirilmesi gerekir.
Muzaffer: Başbakan’ın “o faşizane baskılar olmasaydı, bu insanlar burada kalsaydı iyi olmaz mıydı?” diye bir açıklaması oldu. Ben bunu çok önemsiyorum gerçekten. O aslında şu demek: “Biz buradaki azınlıklara her şeyi yaptık, bunların gitmesi için her şeyi yaptık ve bunu kabul ediyoruz.” Bu çok güzel bir olaydı. Şimdi ama bakın şu ana kadar ne bir başbakan ne bir siyasi iktidar bu konuyu gündeme getirmedi. Aslında bu konunun gündeme gelmesi bile imkânsızdı. Ben biraz önce arkadaşlarla sohbet ederken eskiden bunlardan söz edemezdik dedim. Yani bir Kürt kimliğini konuşamazdık, Ermeniyiz diyemezdik, Süryaniyiz diyemezdik, bunlar olumlu gelişmeler. İkinci noktaya geleceğim. Nimet Çubukçu okulların açıldığı hafta bir genelge yayınladı ve genelgenin içeriği şuydu: İlk hafta okul idaresi ve öğretmenler çocuklara farklılıklardan bahsedecek, insan haklarından bahsedecek, barıştan, sevgiden, hoşgörüden söz edecek. Ama bu genelde de biraz önce Zeki arkadaşımızın da dediği gibi zihniyete indirgenmeli. Bu bir haftayla sınırlanmamalı, sürekli gündemde olmalı, sokağa inmeli. Bunu bazı okul müdürleri yaptılar, bazıları habersizdi belki. Son olarak şunu söyleyeceğim: andımız meselesi. Andımız mesela değiştirilmeli ya da kaldırılmalı ya da yeniden bir ant yazılmalı, insan sevgisini ele alan, barışı, sevgiyi dostluğu içeren bir ant yarışması yapılmalı. Benim görev yaptığım okulda Süryani çocuklar var, Kürt var, her kesim var. İnanın ne zaman o andımız okunsa bazılarının çok zorlandığını düşünüyorum. Türk dışındakilerin hepsi yalancı, hepsi tembel, hepsi hırsız ama bir tek Türkler doğru, çalışkan, başarılı ve mutlu. Yapılan istatistiklerde zaten yüzde 90’ın mutlu olmadığı ispatlandı. Nimet Çubukçu’nun andımız hakkında da bazı açılımları var ama kolay değil, karşısında öyle bir muhalefet var ki, onlar ilerisini de düşünüyor. Çünkü yarın öbür gün güç böyle düşünmeyenlerin eline geçtiği zaman ne olacak? Biz burada oturduğumuz yerden konuşuyoruz ama iktidarın bugün attığı adımlar olumlu adımlardır.
Erol: Teşekkür ederiz. Başka sorularınız olursa başka zamanlar da cevaplarız. Bizim iki bin senelik sorunlarımız var. Bunları anlat anlat bitmez.
Bu güzel sohbet için biz de çok teşekkür ederiz...