Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu'nun tiyatro birimi olan Tiyatro Boğaziçi, yıllardır oluşturmaya ve geliştirmeye çalıştığı "çalışanlar tiyatrosu" pratiklerine bir yenisini daha ekledi. "Eğitim-araştırma perspektifiyle tamamı tam zamanlı işlerde çalışan tiyatrocuların" [1]elinden çıkan bir oyun olan "Biz, Siz, Onlar... " 2 Aralık 2007 tarihinde seyirciyle buluştu.
Tiyatro Boğaziçi'nde, çalışan tiyatrocuların yer aldığı en son çalışma "Egemenin Masumiyeti" (2006) adlı oyun olmuştu. [2] "Biz, Siz, Onlar..." ise topluluğun, prodüksiyon aşamasında sadece çalışan oyuncuların yer aldığı ilk oyun denemesi. Oyunun bir başka önemli yanı da "kolektif oyunlaştırma" pratiğiyle, reji grubu olmadan, oyuncuların tümünün oyunun kurgusunu ve dramaturjisini belirlediği bir çalışma olması.
Çalışma koşulları göz önüne alındığında bir çalışanlar tiyatrosundan beklenebileceğinden çok daha fazlasını sunuyor topluluk bize. Kurgu, oyunculuklar ve teknik tasarım (minimal, ama işlevsel) açısından çıtanın üzerinde olan oyunun dramaturjisi de dönemimiz itibarıyla giderek unut(tur)ulan "insani şeylere" güzel bir yorum getiriyor. Öte yandan, sahnelemedeki bazı seçimler kafalarda soru işaretleri bırakmıyor değil. Ben de bu soru işaretlerinden benim aklıma takılanları dillendirip, tartışmaya çalışacağım.
"İfade özgürlüğü" temasından hareketle kurgulanan oyun bir anlatıcı vasıtasıyla aktarılan üç episodik olaydan oluşuyor. Işıklar kararıp tekrar açıldığında kendimizi Eminönü'ndeki eski bir sahaf dükkânının içerisinde buluyoruz. Dükkânın Eminönü'ndeki bir handa olması tesadüf değil. Zira bu semt İstanbul'un en köklü yerleşim birimlerinden biri ve tarih boyunca İstanbul ticaretinin beşiği olmuş. Öte yandan, bir Kürt, bir Ermeni, bir Çingene, ve bir Türk'ün aynı anda, "beraber" yaşadığı bir mekân Eminönü...
Anlatıcılık rolünü üstlenen vaka-ı nüvistimiz vasıtasıyla seyre girdiğimiz ilk olay, handa çalışan bir Kürt'ün abisinin hikâyesi; mahpus Kamber Ateş. Kamber'in derdi annesiyle telefonda konuşamaz hale ge(tiri)lişi. Türkçe bilmeyen annesiyle telefonda Kürtçe konuşması yasaklanan Kamber'in hikayesi (büyük ihtimalle hikayenin kendisinin gerçekliği, basitliği ve bir o kadar vurucu olması sebebiyle) oldukça iyi işlenmiş. Ne var ki bu sahnede yer alan iki polis tiplemesinden birinde kaş yapayım derken göz çıkarılmış gibi. Topluluğun sahnelenen koşullar altında sahnelenen şekilde davranan bir polise tavrı net bir şekilde ortaya çıkıyor. Kaba, pis, ve insani yönleri törpülenmiş olan tiplemenin ne yazık ki en dikkat çekici özelliği ise fazlasıyla ve fütursuzca küfür etmesi. Kamber'in durumunda olan bir başka Kürt mahkûmun annesini, kardeşini ve yanındaki astını sürekli olarak taciz eden polis, bunu yaparken bolca küfretmekten kaçınmıyor. Ne var ki, gerek tiplemeyi oynayan oyuncunun kişilendirmesinin zayıf kalması (tiplemenin oyuncunun üzerine oturmaması) gerekse seçilen küfürlerin ne gündelik hayatta, ve de özellikle seyirci koltuğunda duymaya çok da alışık olmadığımız kelimeler olması, seyircinin gereğinden fazla yabancılaşmasına, annenin ve bacının sahnedeki varlığını unutmamıza ve salt "polisten nefret etmemize" yol açabilecek olması bir handikap bu sahne için.
Bu noktada Tiyatro Boğaziçi'nin daha önceki iki oyununa değinmek gerekiyor sanırım. Yine 2006 yılında çıkan "Gülüşün Güller Açsın" adlı oyun, topluluk için yeni bir tiyatro anlayışının ele alınmasını sağlamıştı. Genelgeçer tabirle "in your face" diyebileceğimiz bir yoruma sahip olan bu oyunda zaten seyircinin oyun boyunca rahatsız olması amaçlanıyor, bu amaç da mekân seçimi ve sahnelemeyle destekleniyordu. Ne var ki, daha çok Brechtyen gelenekten beslenen "Egemenin Masumiyeti" adlı oyundaki sahneleme, verilmek istenen dramaturjinin tam tersi yönünde bir etki çıkarıyor ve seyircinin "erkek egemen" ortamdan rahatsız olmak bir yana, keyif almasına yol açabiliyordu.
Biz, Siz, Onlar... için aynı tespiti yapmak acımasızlık olacaktır. Topluluk bu oyunda hedeflediği yoruma ulaşmış. Ne var ki Egemenin Masumiyeti sürecini yaşayan topluluğun, sahnede küfür kullanımına başvururken biraz daha dikkatli olmasını, diğer bir deyişle, yoğurdu üfleyerek yemesini beklerdim.
Yine birinci episodda Ozan'ın canlandırdığı polis tiplemesinin ise seyircinin oyuna girmesini sağladığını ve bahsettiğim yorumsal handikapın etkisini bir nebze de olsa azalttığını belirtmeliyim. Sahnenin sonunda Kamber'in annesiyle telefonda konuşmaya çalıştığı bölüm ise estetik ve dramatik açıdan oldukça etkileyici ve topluluğun ifade özgürlüğü adına söylemek istediği cümlelerin tümünü belki de tek bir cümleyle ifade ediyor: "Kamber Ateş, nasılsan?"
Oyundaki ikinci episod olan Ermeni hikâyesi de gerçek ve sıkça yaşanan bir olayın sahneye taşınması için kurgulanmış. Kökenini ve kimliğini Türk olan kocasından gizlemek zorunda kalan, bu sebeple kültüründen kop(arıl)an bir Ermeni kadının, dört kuşağı, anneannesini, annesini, kendisini ve kızını (dört asimilasyon aşamasını) barındıran hikâyesi bu. Bu sahne için dramaturjik açıdan oyunun en başarılı sahnesi diyebilirim. Öte yandan, seyirci profili düşünüldüğünde, aslında çok da bilinmeyen bir durum olabilir bu hikâye. Bu nedenle sahnenin anlatısının biraz daha açıklayıcı yapılması yerinde bir müdahale olabilir gelecek çalışmalar için.
Bu sahnede Selin'in canlandırdığı haminna tiplemesi sahnenin akışı ve dramaturjinin seyirciye aktarılması açısından merkezde konumlanıyor. Seyircinin, oyunculuğun da etkisiyle, sahnede en çok empati kurduğu tipleme olan Hayganuş (ya da "Hayriye") hanımın, yaşlılığı ve hastalığı sebebiyle çevresel koşulları ve kendisine yıllardır dayatılmış olan rolü unutup küfretmesi anlaşılabilir ve yerinde bir seçim. Ne var ki sahnenin bir noktasında (ki bana göre dramaturjik olarak da gereğinin olmadığı bir yerde) kullanılan "salatalık" esprisi yüzeysel kalıyor ve yine ayarın kaçtığı yerlerden biri olarak göze çarpıyor.
Son episod ise Balat'ta yaşayan, çöplerden kâğıt toplayarak geçinen bir Çingene kadının hikâyesi. "Kentsel dönüşüm" çerçevesinde (kılıfında demek daha doğru olacaktır belki de) evinden edilen bir ailenin düştüğü durum anlatılıyor bu sahnede. Bir yandan da "dönüştürülen" arsalardan rant yiyen inşaat mafyası sahneye taşınıyor.
Topluluğun oyunu kültürel çoğulculuk vurgusuyla kurguladığı aşikâr. Öte yandan çingene ailesinde kullanılan sahnelemenin yorum açısından çok da yerinde olmadığı söylenebilir. Günümüz televizyon piyasasında sıkça rastladığımız "Çingene" kimliğini alternatif bir şekilde ele almış topluluk. Serpil'in canlandırdığı güçlü, ayakta durmaya çalışan ve renkli tiplemede bu hedefe ulaşılmış. Ama aynı şeyi Gülbahar ve Didem'in anne ve teyze tiplemeleri için söylemek çok da mümkün değil. Günümüzde belki de ötekileştirilmekten daha çok tektipleştirilmekten muzdarip olan bir kültür sahneye taşınırken daha derinlikli ve daha çeşitli tiplemeler kullanılabilirdi. Zira Gülbahar'ın canlandırdığı anne tiplemesinden on dakika sonra karşılaştığımız teyze tiplemesinin, annenin birebir aynısı şeklinde davranması yorumun derinliğini bir anda kırıyor. Çingene odağına getirilebilecek bir başka eleştiri de yine küfür kullanımının çok ince bir dengede oluşu. Belki ilk episoddaki kadar rahatsız etmiyor. Ne var ki merkezdeki Çingene tiplemesini oynayan oyuncunun bazı küfürlü bölümleri icra ederken oyuncu olarak kendine yabancılaşması, yapılmaya çalışılan Çingene yorumunu da çok küçük bir ölçüde olsa da olumsuz yönde etkiliyor. Öte yandan, bu son eleştirinin, oyun daha çok oynandıkça ve tabiri caizse "oturdukça" ortadan kalkabileceğini düşünüyorum.
Eleştirilmesi gereken bir diğer konunun da, müteahhit tiplemesinin oyundaki varoluş biçimi olduğunu düşünüyorum. Erdoğan'ın çok başarılı bir şekilde canlandırdığı tipleme oyunun sonlarına doğru yorulan seyirciyi bir anda canlandırıyor. Ne var ki kültürel çoğulculuk perspektifiyle yol alan topluluğun oyundaki "Karadenizli" imgesini de gündelik yaşamda olduğundan farklı yorumlamaması bir çelişki oluşturuyor. Bu imgeyi kırmak için yapılan müdahale müteahhitin yakını olan başka bir Karedenizli'nin sahneye eklenmesi olmuş. Ama tıpkı ilk episodda olduğu gibi gerek sahneleme (ve dolayısıyla) gerekse bu güvenlik tiplemesini canlandıran oyuncunun tiplemeye tavrının çok net bir şekilde çıkamaması sebebiyle müteahhit tiplemesi oyundan çıkan seyircinin kafasındaki "Karadenizli" imgesini besliyor ve bu anlamda yorum kültürel çoğulcu perspektiften uzaklaşıyor.
Son olarak, bu noktaların oyuna yapılacak küçük müdahalelerle üstesinden gelinebileceği ve ilerideki sergilemelerde daha temiz bir yorum çıkabileceğini söyleyebilirim. Profesyonel tiyatroların bile oldukça düşük seviyede oyunlar çıkardığı bir dönemde, boş vakitlerinin neredeyse tümünü tiyatroya ayırarak bir oyun çıkartan (ve güzel bir oyun çıkartan) grubu tebrik ediyor ve sonraki sergilemelerin onları gelecek çalışmalar için motive etmesini umuyorum...
05.12.2007
[1] Oyunun tanıtım yazısı: Biz, Siz, Onlar.. . Tiyatro Boğaziçi'nin Ocak 2007'den itibaren yürüttüğü "Kollektif Oyunlaştırma" çalışmasının bir sonucu olarak sahneleniyor. Eğitim-araştırma perspektifiyle tamamı tam zamanlı işlerde çalışan tiyatrocuların son halini verdiği oyunda "halklara ve kültürlere ifade özgürlüğü" teması çerçevesinde üç hikâye yer alıyor. Anasıyla ana dilinde konuşması engellenen Kamber Ateş'in; Ermeni olduklarını eşlerinden hatta çocuklarından bile saklamak zorunda olan kadınların; başlarını soktukları evlerinden, mahallelerinden sürülmeleri bile "bambaşka" şekillerde önümüze sunulan çingenelerin hikâyeleri... Eminönü'nde sahaflık yapan bir vaka-i nüvist tarafından dillendirilen, üçü de gerçek hikâyelere dayanan, üçü de bu coğrafyaya ait farklı renkler barındıran bu hikâyeler, aynı zamanda "halklara ve kültürlere ifade özgürlüğü" temasını farklı biçimleriyle tartışmayı hedefliyor... Tarih dedikleri bunların suya yazılan yazıdır. Bugün böyle, yarın öyle. Yeter ki her daim kendi değirmenlerine su aksın. Yalanlar tekrarlana tekrarlana gerçeğe dönüşür kuzum. Bizim yaptığımız bir yerde yalanları kayda geçirmek, gerçekler unutulmasın diye...
[2] Estetik değer ve kurgu açısından çıtanın bir hayli üzerinde olan bu oyunda, toplumsal cinsiyet teması işlenirken birçok tiyatro grubunun düşebileceği tuzaklara düşülmüş, ve gelen eleştiriler doğrultusunda dramaturjik açıdan sorunlu olduğu tespiti yapılan prodüksiyon sahneden çekilmişti. (ayrıca bkz. "Egemen'in Masumiyeti - Hedeflerini Terk Etmiş Bir Projenin Öğretici Mirası Üzerine / İlker Aslan - Fırat Güllü - Bora Tanyel, Mimesis 13, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, İstanbul, 2007)