Kürtçe Dil Hakları

Kolektif Oyunlaştırma Grubu olarak bir süredir çalıştığımız "Kamber Ateş
Nasılsın?" sahnesine entelektüel arka plan oluşturmak amacıyla "Kürtçe Dil
Hakları" üzerine bir araştırmaya giriştik. Hedefimiz özellikle cumhuriyet
döneminden itibaren Türkiye'de ve uluslararası hukukta bu konudaki yasaların
nasıl işletildiğine dair kronolojik bir çalışma hazırlamaktı. Bu çalışmada temel
olarak Kerim Yıldız'ın "Cultural and Language Rights of Kurds" adlı kitabından
faydalandık, bunun yanı sıra Türkiye İnsan Hakları Vakfı raporları ve Prof.
Baskın Oran'ın konuyla ilgili çalışmaları bize referans noktası oluşturdu.

1) GİRİŞ

Dil, insan kimliği için temel bir unsurdur. Toplumla ilişki açısından
bireylerin kendilerini tanımlamaları için temel bir referans noktası
oluşturmaktadır. Dilin kişinin kimliğinde önemli rol oynuyor oluşu ve sosyal
entegrasyondaki rolü, grupların kendi dillerini kullanmalarına karşı bir
engelleme algıladıklarında verdikleri güçlü ve bazen de şiddet içeren tepkileri
algılamak açısından önemlidir. Hurst Hannum'un işaret ettiği gibi:

"Azınlık grupların haklarını tekrar tekrar ileri sürmesi ile devletlerin
dirençle yüzleşme sonucu kendilerine tanıdığı sınırlı kültürel ve dilsel
haklardan daha geniş siyasal ve iktisadi güç aramaları sonucunu
doğurmuştur."

Son yıllarda yapılan kimlikle ilgili çatışmaların gösterdiği gibi, dilsel
çoğulculuğu yerleştirmenin yararları zararlarından çok daha fazladır. Dil
özgürlüğü henüz ifade özgürlüğü, din ve inanç özgürlüğü terimlerine eş bir
şekilde uluslararası hukuk literatüründe yer almamaktadır, ancak dil hakları
kavramı, 1990'dan sonra insan hakları ve demokratikleşme üzerine yapılan
tartışmalarda sıklıkla geçmektedir. Uluslararası hukukta dil haklarının
gelişimiyle, dilin kullanılmasına ilişkin evrensel normlar belirleme çabasına
işaret edilmektedir, ancak bu konuda devletlere geniş takdir hakkı
bırakılmaktadır. Bu noktada devlet politikaları, uluslararası hukukta yaratılan
bir takım boşluklardan istifadeyle dil haklarını kısıtlayıcı bir trend
izleyebilir. Devletler dil politikalarını, etnik gruplar üzerinde kendi
etkinliklerini arttırmak üzere uygulamayı sürdürmektedir.

2) YAKIN TARİHTE TÜRKİYE'DEKİ GİDİŞAT

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilan edildiği 1923 yılından itibaren Kürt dili
üzerine kısıtlayıcı birçok yasa ve düzenleme getirilmiştir. Bu düzenlemelere
bakıldığında, bunların temelde asimilasyona dayalı ve bir kültürün yok
edilmesini amaçlayan düzenlemeler olduğu görülebilir. Kürtler kendi kültürlerine
ve özelde dillerine yapılan baskı ve kısıtlamalara gittikçe büyüyen bir direnç
göstermişlerdir. Dillerine yönelik onca kısıtlamaya rağmen ısrarla dillerini
yaşattıkları açıkça ortaya konabilir. Türk Ticaret Odaları tarafından 1995'de
Kürtlerin yaşadığı 6 vilayette yapılan araştırmaya göre halkın yüzde 65'i evde
yalnızca Kürtçe konuşmaktadır.

Baskı ve kısıtlamaların kronolojisini çıkaracak olursak, Osmanlı dönemine dek
uzanmamız gerekir. Birçok halk gibi Kürtler de Osmanlı İmparatorluğu'nun
şemsiyesi altındaydı. Osmanlı İmparatorluğu kendisini bir Türk devleti olarak
tanımlamıyordu, ancak kendilerine "Türk" diyen İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908
yılında düzenlenen bir hükümet darbesiyle yönetimi ele geçirdi. Sonrasında,
Osmanlı girdiği 1. Dünya savaşından 1914 yılında yenik çıktı. 1920'de Sevr
Antlaşması imzalandı. Sevr antlaşmasında "Fırat'ın doğusunda bulunan ve
baskın olarak Kürt olan bölgeler için yerel bir otonomi planı kabul
edilmelidir
" maddesi yer alıyordu. Sevr antlaşmasının imzalanmasından kısa
bir süre sonra liderliğini Mustafa Kemal'in yaptığı Türk milliyetçileri Osmanlı
ailesine bırakılan topraklarda bir cumhuriyet kurma hedefiyle yola çıktılar ve
Kürtlere özerklik dahil geniş özgürlükler vaat ettiler. 24 Temmuz 1923'te
imzalanan Lozan Antlaşması'yla Türkiye'nin sınırları uluslararası platformda
resmen tanındı. Lozan Antlaşması, Sevr'in aksine hiçbir azınlıktan ismen söz
etmiyordu, ancak, 37 – 44. maddelerinde azınlık haklarını garantiye almaktaydı.
Örneğin Lozan'ın 39. maddesi şöyleydi:

"Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde,
din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir
dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır. Resmi dilin
mevcudiyetinin yanında, Türkçe konuşmayan Türk uyruklulara mahkemeler önünde
kendi dillerini sözlü olarak kullanmaları konusunda gerekli imkânlar
sağlanacaktır."

Lozan'ın azınlıklarla ilgili maddelerinin hiçbiri Kürtler üzerinde uygulana
gelmedi. Bu maddeler, genel olarak bütün Türk uyrukluları kapsadığı halde,
uygulamada sadece Müslüman olmayan Türk uyruklular için, aslen üç büyük tarihi
azınlık, yani Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler için geçerli sayıldı. Bu şekilde
Kürtler azınlık tanımının dışında bırakılmış oldu.

Lozan Antlaşması'nın imzalanmasından hemen sonra 29 Ekim 1923'de Türkiye
Cumhuriyeti ilan edildi ve Mustafa Kemal Cumhurbaşkanı seçilerek 10 Kasım 1938
tarihine kadar görevini sürdürdü. Bu dönemde bir dizi yasa ve düzenlemeyle Kürt
kültürü üzerindeki baskılar artırıldı. Bu dönemde alınan kararlar şu şekilde
özetlenebilir:

  • 1924: Resmi bir kararname ile tüm Kürt okulları, örgüt ve yayınları
    yasaklandı.
    • "Kürt" ve "Kürdistan" sözcüklerinin kullanımı yasaklandı. Kürtlere yapılan
      atıfların hepsi tarih kitaplarından çıkartıldı. Amaç aslında Kürt diye bir
      ulusun var olmadığını kanıtlamaktı.
  • 1925: Mustafa Kemal'in imzaladığı "Şark Islahat Planı" çerçevesinde Kürtçe
    konuşmak yasaklandı.
    • Kürtçe konuşan tespit edildiğinde kelime başına 1 lira ceza alındı.
  • 1934:  "Yeniden İskan Kanunu" yürürlüğe kondu.
    • Bu kanunla, Kürtler Türk kültürünün baskın olduğu yerlere göç etmeye
      zorlandı.
  • 1934: Pek çok Kürt köyünün adı Türkçe çağrışımlı adlarla değiştirildi.
    Çocuklara Kürt adlarının verilmesi yasaklandı. Kürt giysileri, renkleri ve
    Newroz'un kutlanması da yasaklandı.

3) '82 ANAYASASI

Bu gelenek, 1982 yılında kabul edilen 12  Eylül 1980 askeri darbesini yapan
beş generalden oluşan Milli Güvenlik Kurulu tarafından yazılan yeni anayasada da
sürdürüldü.

1980 askeri darbesinin ardından yazılan anayasa türlü çelişkilere sahiptir.
Bakıldığında, dil, ırk, cinsiyet, siyasal görüş, din veya mezhep temelinde her
türlü ayrımcılığı yasaklamaktadır, ancak, bu ayrımcılıkları yasaklayan
maddelerin ardından gelen başka bir maddeyle bu durum tersine dönebilmektedir.

  • Anayasa / 14. madde: Anayasada yer alan hak ve özgürlüklerin hiçbiri;
    devletin, ülke ve ulusun bölünmez bütünlüğünü ihlal etmek, Türk Devlet ve
    Cumhuriyeti'nin varlığını tehlikeye düşürmek amacıyla kullanılamaz.
  • Dernekler Yasası (2908 Sayılı Yasa) / 5. madde: Anayasanın girişinde
    belirlenen temel ilkelere aykırılık taşıyacak şekilde hiçbir dernek kurulamaz.
    Türk devletinin toprağı ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü tahrip etmek
    niyetiyle, Türkiye Cumhuriyeti'nin toprakları içinde ırk, dil, mezhep, kültür ve
    din şeklindeki farklılıklar temelinde azınlıkların mevcudiyetini iddia edecek
    veya bir ırkın veya sınıfın veya belli bir din veya mezhep mensuplarının
    diğerleri üzerinde hakimiyet kurmasını veya Türk dil veya kültüründen başka dil
    veya kültürleri koruyarak, geliştirerek ve yayımlayarak diğerleri üzerinde
    imtiyazlara sahip olmasını sağlamak niyetiyle azınlıklar yaratacak şekilde
    dernekler kurulamaz.
  • Siyasi Partiler Yasası / 68. madde, 4. fıkra: Siyasi partilerin tüzük ve
    programları ile eylemleri, Devletin bağımsızlığına ülkesi ve milletiyle bölünmez
    bütünlüğüne, insan haklarına, eşitlik ve hukuk devleti ilkelerine, millet
    egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz; sınıf veya
    zümre diktatörlüğünü veya herhangi bir tür diktatörlüğü savunmayı ve
    yerleştirmeyi amaçlayamaz. Suç işlenmesini teşvik edemez.
  • Siyasal Partiler Yasası / 69. madde, 6. fıkrası: Bir siyasi partinin 68 inci
    Maddenin dördüncü fıkrası hükümlerine aykırı eylemlerinden ötürü temelli
    kapatılmasına, ancak, onun bu nitelikteki fiillerin işlendiği bir odak haline
    geldiğinin Anayasa Mahkemesi'nce tespit edilmesi halinde karar verilir.
  • Siyasal Partiler Yasası / 84. madde, son fıkra: Partisinin temelli
    kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesi'nin temelli
    kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin milletvekilliği, bu
    kararın Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlandığı tarihte sona erer. Türkiye
    Büyük Millet Meclisi Başkanlığı bu kararın gereğini derhal yerine getirip Genel
    Kurula bilgi sunar.
    • 68. madde Kürt siyasi partilerinin kurulmasında ciddi bir engel olmuştur.
      Halkın Emek Partisi (HEP) ve Demokrasi Partisi (DEP) bu yasa maddesine
      dayanılarak bölücülük yaptıkları gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından
      kapatıldı. Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) üyelerinden 41'i bölücülük
      suçlamasıyla baskı görmüştür.
      • Anayasa / 26. madde: ...Yasayla yasaklanan hiçbir dil, fikirlerin ifadesi ve
        yayılmasında kullanılamaz. Bu yasaya aykırı düşen yazılı belgeler, matbu
        malzeme, kayıtlar, sesli kayıtlar, filmler veya başka ifade araçları mahkeme
        emriyle toplatılacaktır.

Basın özgürlüğünü garanti eden 28. madde ile yasağa ayrıca vurgu yapılmakta
ve "yasayla yasaklanan dil(ler)"i dışarıda bırakmaktadır, ancak, yasaklanan bu
dillerin hangileri olduğu belirsizdir. 1983 yılında, yürürlüğe konan 2932 sayılı
yasa ile bu belirsizliğe son verilmiştir. Bu yasayla, "Türk vatandaşlarının
anadili Türkçe'dir" ibaresi vurgulanmış, Türkiye Cumhuriyeti tarafından resmen
tanınan ülkelerin birinci resmi dilleri dışında kalan bütün diller
yasaklanmıştır. Böylece, Kürt dili resmi anlamda "yasaklı dil" olmuştur.

2932 Sayılı Yasa görülüşte 1991 yılında yürürlükten kaldırıldı. Fakat bu
olayla, Türkiye Cumhuriyeti'nde aslında yasaların fazla önemli olmadığı anlayışa
dayalı emirlerin geçerli olduğu bir kez daha anlaşıldı. Bu iptalin sonucunun
sadece Kürtçe'nin 'siyasi olmayan iletişimde, şarkı ve müzikte kullanılmasına
izin vermek olduğu, eğitim amaçlarıyla veya sözlü ve yazılı yayında
kullanılmasına imkan vermeyeceği anlaşıldı. Yine 1991 yılında yürürlüğe giren
Terörle Mücadele Yasası'yla Kürtlere yönelik baskının başka bir alanda
sürdürüleceği görülmüş oldu.

  • TMY / 1. madde: Terörizm, bir örgüte mensup bir veya birden fazla kişi
    tarafından, devletin anayasada belirtilen ilkelerini veya onun siyasal, sosyal
    hukuk, laik ve ekonomik sistemlerini değiştirmek ve Devletin ulusu ve ülkesi ile
    bölünmez bütünlüğüne zarar vermek, Türk Devleti ve Cumhuriyeti'nin varlığını
    tehlikeye atmak, Devletin yetkisini zayıflatmak veya tahrip etmek veya ele
    geçirmek, temel hak ve özgürlükleri yok etmek veya devletin iç ve dış
    güvenliğini ve kamu düzenini veya genel sağlığını herhangi bir baskı şekliyle,
    zor veya şiddetle, korkutma veya yıldırma yoluyla, baskı veya tehditle tehlikeye
    atmak için yapılan her türlü eylemdir.
    • Görüldüğü gibi, maddede yer alan terörizm tanımı hiçbir şekilde şiddet
      eylemini gerektirmiyordu. Yasa hoşlanılmayan herkesin cezaya uğratılabileceği
      şekilde geniş ve belirsizdi. 
  • TMY / 8. madde: Hiç kimse Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, ülkesi ve
    milletiyle bölünmez bütünlüğüne müdahaleyi amaçlayan yazılı veya sözlü
    propaganda yapamaz...
    • Ekim 1995 tarihinde yasada yapılan değişiklikle, kasıt mantığını getirdi.
      Maddede yer alan 'bölücü propaganda' tanımı aynen bırakıldı. Bu düzeltme dünya
      kamuoyuna büyük bir reform olarak sunuldu. Oysa, değişen bir şey yok, tersine
      baskıları pekiştirme vardı.

Baskıcı yasalara yapılan sözde demokratik değişiklikler hiçbir sonuç vermedi.
Onun yerine Kürtçe kültürel ve siyasal ifade özgürlüğünü kısıtlamak için
alternatif yollara başvuruldu. Bunlara örnek olarak Türk Ceza Kanunu'nun 301. ve
312. maddeleri sıralanabilir.

  • TCK / 301. Madde: Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisini
    alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile
    cezalandırılır. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini, Devletin yargı organlarını,
    askerî veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla
    kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Türklüğü aşağılamanın yabancı bir ülkede
    bir Türk vatandaşı tarafından işlenmesi hâlinde, verilecek ceza üçte bir
    oranında artırılır. Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç
    oluşturmaz.
  • TCK / 312. Madde: Sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge
    farklılığına dayanarak, insanları birbirine karşı kamu düzenini bozma
    olasılığını ortaya çıkaracak şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye alenen tahrik
    eden kimseye, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilir. Halkın bir kısmını
    aşağılıyı ve insan onurunu zedeleyecek şekilde tahkir eden kimseye de birinci
    fıkradaki ceza verilir.

4) AB İLE UYUM ÇERÇEVESİNDE YAPILANLAR VE YAPILMAYANLAR

10-11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi'nde Türkiye Cumhuriyeti'ne Avrupa
Birliği'ne "Aday Devlet" statüsü verildi. Bu gelişmeden sonra AB uyum paketi
çerçevesinde özellikle Türkiye'deki azınlık haklarına yönelik yasa ve yükümlerde
değişiklikler oldu. Türkiye 2003 Eylül ayında Her Türlü Irksal Ayrımcılığın
Tasfiyesine Karşı Uluslararası Sözleşmeyi Onayladı. Bu raporun hazırlandığı
tarihe kadar TBMM, 8 paketten oluşan bir dizi yasal ve anayasal değişiklik
gerçekleştirdi. 2002 tarihinden bu yana yasal ve anayasal düzeyde yapılan
değişiklik ve düzenlemelerin belli başlıları şöyle sıralanabilir:

  • OHAL uygulamasına son verildi.
  • TMY'nin 8. maddesi kaldırıldı.
  • İdam cezası, başta savaş koşulları hariç olmak üzere, daha sonra ise tümden
    anayasadan çıkartıldı.
  • Anayasadaki Kürtçe konuşma yasağı ile ilgili maddeler çıkartıldı.
  • Parti kapatmak zorlaştırıldı.
  • Türkçe dışındaki diğer dillerde televizyon yayını ve kurslar açma birçok
    koşul ve sınırlamaya bağlı olarak serbest kılındı.

Türkiye'nin AB yolculuğu esnasında yapılan anayasa reformları ve çıkarılan AB
uyum paketleri sayesinde '82 Anayasası'nın pek çok maddesinde düzeltmeye gidilse
de, bir nevi "yamalı bohça"ya dönen Anayasa halihazırda çelişkiler barındırmaya
devam etmektedir. Yasalar değişse de yasaklar halen devam ediyor. Yapılan bu
düzenlemeler Türkiye'nin köklü bir demokratikleşme sürecine girmesi için oldukça
yetersizdir. Her şeyden önce askeri rejim döneminde yapılan 1982 Anayasasının
anti-demokratik birçok maddesi halen yerinde durmaktadır. TMY niyetine
kullanılan ve kaldırılan 312. maddeyi bünyesinde barındıran 216. madde, yine
TCK'nın 301. maddesi düşünce ve ifade özgürlüğü önünde ciddi bir engel
oluşturmaktadır. Eğitim konusunda ise mevzuatta Türk vatandaşlarının günlük
yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin
öğretilmesi için özel kursların açılmasına izin veren değişiklik yapılmıştır,
ancak devlet eliyle herhangi bir kurs açılmadığı gibi anadilde eğitim hakkına
ilişkin hiçbir adım atılmamıştır.

5) OLGUSAL ARKAPLAN – TÜRKİYE'DEN ÖRNEK VAKALAR

İnsan hakları ihlalleri alanındaki tablo ise, Türkiye İnsan Hakları Vakfı
(TİHV), İnsan Hakları Derneği (İHD) Genel Merkezi ve şubelerinin yayınladıkları
yıllık raporlarda açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu kurumların yayınladıkları yıllık
raporlara bakıldığında, işkence ve kötü muamele vakalarının devam ettiği,
yargısız infaz ve faili meçhul saldırılar sonucu insanların yaşamlarını
yitirdiği, hapishanedeki Kürt mahkumların yakınlarıyla Türkçe konuşmaya
zorlandığı, çocuklarına Kürtçe isim koymak isteyen ailelere davalara açıldığı,
düşünce ve eylemlerinden dolayı devlet memurları hakkında soruşturmalar açıldığı
görülmektedir.

Burada bir parantez açarak geçtiğimiz yıl yaşanan kimi olgulara yer
vereceğiz. Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Türkiye İnsan Hakları Raporu 2006 [1] 'dan alıntılayacak olursak:

Kürtçe'nin kullanımı ile ilgili engellemeler, 2006 yılında da devam etti.
Çeşitli çalışmaları ya da açıklamalarında Kürtçeyi kullanan dernekler, siyasi
partiler, yayın kuruluşları ve kişiler üzerindeki idari ve yasal baskılar sürdü.
Cezaevlerinde birçok mahkuma Kürtçe yayın ve mektup yasağı getirildi ve görüşler
sırasında yapılan Kürtçe konuşmalar çoğunlukla engellendi. Bazı saldırıların ve
kötü muamele uygulamalarının nedenlerinin de "Kürtçe konuşma" olduğu öne
sürüldü.

Bu genel girişten sonra, raporda çeşitli başlıklar altında
sıralayabileceğimiz baskı ve engellemelerden bahsediliyor ve olgular
sıralanıyor. Bu olguları belli ana başlıklar altında toplamak mümkün:

5.1) Kürtçe'nin Genel Kullanımı:

  • 22 Eylül günü Muş'tan Bursa'ya giden bir yolcu otobüsünün şoförü A.B. ve
    muavini K.A., otobüste yapılan aramada Kürtçe kaset bulunması nedeniyle
    gözaltına alındılar. Şoförün Kürtçe kasetten haberi olmadığını söylemesi üzerine
    şoför A.B.'nin serbest bırakıldığı, K.A'nın ise "PKK propagandası yaptığı"
    iddiasıyla tutuklandığı öğrenildi.
  • Gaziantep'in İslahiye ilçesi ile Altınüzüm beldesi arasında yolcu
    taşımacılığı yapan Yusuf Ziya Öztürk (62), Kasım ayı başlarında, aracında Kürtçe
    müzik dinlediği için tehdit edildiğini, hakarete maruz kaldığını ve trafik
    cezası verildiğini ileri sürdü.
  • Özgür Gündem gazetesinde 31 Ekim günü yayınlanan haberde Hakkari'nin Çukurca
    ilçesinden Şırnak Gülyazı 4. Taktik Alayı Komutanlığı'na atanan Albay Bedrettin
    Kurt'un Ortaköy köylülerini, evlerini boşaltmakla tehdit ettiği iddia edildi.
    Haberde, Kurt'un "Çukurca'da 26 sınır köyü boşalttım. Sıra Şırnak'ta, buraları
    boşaltacaksınız" dediği öne sürüldü. Habere göre, köylülerden Ali Berk, "Kurt'un
    bundan birkaç hafta önce köye gelerek Kürtçe konuşmayı yasakladığını, Kürtçe
    konuşan herkesin gözaltına alınacağını belirttiğini" söyledi.
  • Van'da yaşayan Ayhan Çevik, 28 Temmuz günü Cumhuriyet Polis Karakolu'nda
    dövüldüğünü bildirdi. İHD Van Şubesi'ne başvuran Ayhan Çevik, amcası Cemil
    Gülen'le birlikte, gözaltında tutulan Gülen'in oğlunu görmek için karakola
    gittiklerini belirterek, "Amcam oğluyla karakolda Kürtçe konuşunca bir polis
    ‘Kürtçe konuşamazsınız, Türkçe konuşacaksınız burada' diye bağırdı. Ben de
    amcamın yaşlı olduğunu, Türkçe bilmediğini söyledim. Bunun üzerine kapıda duran
    başka bir polis yakamdan tuttu tekme tokat vurmaya başladı. Bu arada gömleğim
    yırtıldı. Orada bulunan üç polis de beni dışarı attı" dedi.
  • Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde 10 Mayıs 2005 tarihinde düzenlenen "Bahar
    Şenlikleri" sırasında Kürtçe türkü eşliğinde halay çektikleri gerekçesiyle Eylül
    ayında 20 öğrenci okuldan atıldı. Üniversite Disiplin Kurulu'nun 20 öğrenciye
    iki yarıyıl, 11 öğrenciye bir yarıyıl, sekiz öğrenciye bir ay süre ile okuldan
    uzaklaştırma, 17 öğrenciye ise uyarı cezası verdiği öğrenildi.
  • Ankara Cumhuriyet Savcılığı, Eğitim-Sen Batman Şubesi yöneticisi Ercan
    Bayhan hakkında, Ankara'da 17 Aralık 2005 tarihinde düzenlenen "Demokratik
    Türkiye, halk için bütçe" mitinginde Kürtçe "Biji Biratiye Gelan (Yaşasın
    halkların kardeşliği)" sloganı attığı gerekçesiyle dava açtı. "Yasadışı örgüt
    propagandası" iddiasıyla açılan dava, 18 Ağustos günü Ankara 11. Ağır Ceza
    Mahkemesi'nde başladı.

5.2) Kürtçe Yer Adları

  • Diyarbakır Valiliği, Diyarbakır İl Genel Meclisi'nin yerleşim yerlerinin
    Türkçe adlarının yanına Kürtçeleri'nin de yazılması yönünde 3 Mart günü aldığı
    kararı yargıya taşıdı. Valilik, "eski isimlerin halk arasında gayri resmi
    kullanılageldiği ve kararın uygulanmasının bu kullanım şeklini özendireceği"
    gerekçesiyle İdare Mahkemesi'nde dava açtı.
  • Diyarbakır'ın Kayapınar beldesinde, 10 parka Kürtçe adlar vermesi Valilik
    tarafından engellendi. Edinilen bilgiye göre, belediye parklara "Zembîlfroş",
    "Jiyana Azad", "33 Kurşun", "Yek Gulan", "Ciwan", "Aşiti", "Ahmed Arif", "Mem û
    Zin", "Zeynel Durmuş" ve "8 Mart" adları vermek istedi. Ancak valilik "Mem û
    Zin", "8 Mart" ve "Ahmed Arif" dışındaki adların kullanılmasına izin vermedi.
    Bunun üzerine Kayapınar Belediyesi, Diyarbakır 2. İdare Mahkemesi'nde kararın
    iptali istemiyle dava açtı. Diyarbakır Valiliği tarafından mahkemeye gönderilen
    savunmada, "bu tür adların toplumda ayrımcılığa yol açacağı" savunuldu.
    Savunmada, "Toplumun hassasiyetlerini zedeleyecek, insanlara olumsuz bakış açısı
    kazandıracak ve insanları ayrımcılığa sevk edecek isim, işaret ve simgelerin,
    insanlar arasında birlik ve beraberliğin sağlanmaya çalışıldığı bir dönemde
    kullanılması, sağlanmaya çalışılan birlik ve beraberliğe çok önemli oranda zarar
    verecektir" denildi.
  • Beytüşşebap (Şırnak) Belediye Başkanı Faik Dursun ve meclis üyeleri hakkında
    mahalle ve sokaklara Kürtçe isim verildiği gerekçesiyle Cumhuriyet Savcılığı
    tarafından soruşturma açıldığı öğrenildi.

5.3) Kürtçe'nin Çeşitli Kurumlarda Kullanımı

  • Siirt'te bulunan "Botan Kültür ve Sanat Merkezi (BKSM)" hakkında, adının
    Kürtçe'si olan "Navenda Çand û Hunera Botanê"nin de kullandığı gerekçesiyle
    açılan davaya yıl içinde Siirt Sulh Ceza Mahkemesi'nde devam edildi. Siirt
    Sanayi ve Ticaret İl Müdürlüğü tarafından açılan davada, Kürtçe ad kullanımının
    Türk Ticaret Kanunu'na aykırı olduğu iddia ediliyor. Siirt Sulh Ceza Mahkemesi,
    Merkez Başkanı Abdullah Gürgen'in savunmasının ardından görevsizlik kararı
    vererek, dosyayı Siirt Asliye Ceza Mahkemesi'ne gönderdi. Dava yıl içinde
    sonuçlanmadı.
  • Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, bilgisayarlarında kullanmak üzere Kürtçe
    yazılım sistemi hazırlatan Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş hakkında Kasım
    ayında soruşturma başlattı.
  • Osman Baydemir hakkında 2006 yılbaşında gönderdiği tebrik kartlarında "w"
    harfi kullanıldığı gerekçesiyle dava açıldı. İddianamede, Baydemir'in Kürtçe
    "yeni yılınız kutlu olsun" yazısı nedeniyle TCY'nin 222. maddesi ve "Türk
    Harflerini Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanun"a muhalefet iddiasıyla
    cezalandırılması istendi.
  • İbrahim Güçlü hakkında 12 Ekim 2003 tarihinde yapılan Hak-Par Mardin İl
    Kongresi'nde Kürtçe konuştuğu gerekçesiyle SPY'nin 81. maddesi uyarınca açılan
    davaya da yıl içinde Mardin 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde devam edildi.
  • SDP Genel Başkanı Filiz Koçali hakkında, "Kürtçe slogan içeren bir bildiri"
    nedeniyle SPY'nin 81. maddesi uyarınca açılan davaya 29 Kasım günü Ankara Asliye
    Ceza Mahkemesi'nde devam edildi. Dava, 2007 yılına ertelendi.
  • DTP'nin Newroz kutlamaları için hazırladığı Türkçe, Kürtçe ve Zazaca "Newroz
    kutlu olsun" yazılı afişleri Haziran ayında İstanbul Beyoğlu Cumhuriyet
    Savcılığı tarafından "Türkçe dışında dil kullanıldığı" gerekçesiyle yasaklandı.
  • Viranşehir'in DTP'li Belediye Başkanı Emrullah Cin hakkında belediye
    bülteninde Kürtçe de kullanıldığı için Temmuz ayında soruşturma açıldı.
    Viranşehir Cumhuriyet Savcılığı'nın talebi üzerine İçişleri Bakanlığı
    müfettişlerinin ilçeye gelerek kendisinin ifadesine başvurduğunu kaydeden
    Belediye Başkanı Emrullah Cin, iki dönemdir görev yaptığı belediye başkanlığı
    sırasında hakkında 20 dava açıldığını ve bunların sekizinden beraat ettiğini
    açıkladı.
  • Diyarbakır 2. Asliye Hukuk Mahkemesi, Kürt-Der'i kapattı. 20 Nisan günü
    yapılan duruşmada, Kürtçe savunma yapan dernek sözcüsü İbrahim Güçlü,
    "Tüzüğümüzde Kürt dili eğitim dili olmalıdır demiştik. TV'lerde Kürtçe
    yayınların 24 saate çıkarılmasını istiyoruz. Bu talepleri Avrupa İnsan Hakları
    Sözleşmesi çerçevesinde dile getiriyoruz" dedi. Mahkeme, "faaliyet dili olarak
    Kürtçe'yi kabul etmesi", "Kürt arşivi, kütüphanesi ve müzesi kurma çalışmaları
    yürütmesi" ve "bildirime rağmen yasada öngörülen 30 günlük süre içinde bu
    konularda düzenleme yapmaması" nedeniyle derneğin feshine karar verdi.
  • DTP'nin 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle hazırladığı Kürtçe afişler,
    Ankara Valiliği tarafından yasaklandı. Yasaklama kararının SPY'nin "siyasi
    partilerin çalışmalarında Türkçe'den başka bir dil kullanamayacağı" hükmünü
    içeren 81/c fıkrası uyarınca alındığı öğrenildi.
  • Gaziantep'te 8 Mart 2005 Dünya Kadınlar Günü'nde düzenlenen basın
    açıklamasında Kürtçe konuştukları gerekçesiyle yargılanan DTP Gaziantep İl
    Örgütü yöneticileri Dilfiroz Zengin ve Hatice Arslan ile DTP üyeleri Bircan
    Demir, İnce Selçuk ve Habibe Tişkaya hakkında açılan dava, 3 Kasım günü
    sonuçlandı. Gaziantep 5. Asliye Ceza Mahkemesi, sanıklar hakkında beraat kararı
    verdi. Dava, SPY'nin 81. maddesi uyarınca açılmıştı.
  • DTP İstanbul İl Başkanlığı tarafından Türkçe, Kürtçe ve Zazaca hazırlanan
    "Newroz kutlu olsun" yazılı afişlere de "Türkçe dışında dil kullanıldığı"
    gerekçesiyle Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı'nın kararıyla el konuldu.

5.4) Kürtçe Yayımlar ve Materyaller

  • İsveçli yazar Astrid Lindgrens'in yarattığı çizgi karakter "Pippi"nin Kürtçe
    baskılarına İstanbul'da el konulduğu iddia edildi. İsveç TT haber ajansının
    haberinde, Güneydoğu Anadolu bölgesine gönderilmek üzere Türkiye'ye getirilen
    kitaplara "gümrük belgelerinde eksiklik olduğu" ve "Milli Eğitim Bakanlığı'ndan
    izin belgesi alınmadığı" gerekçesiyle 1.208 adet kitaba el konulduğu belirtildi.
  • İspanya'nın Santiyago de Competalla Belediyesi'nin, Diyarbakır Sur
    Belediyesi'ne gönderdiği ‘Kurdiya İlesa' (Temel Kürtçe) adlı 1500 Kürtçe kitap,
    10 ay boyunca İstanbul'daki Halkalı Gümrük Müdürlüğü'nde bekletildi. 26 Aralık
    2005 tarihinde gümrüğe gelen kitapların çevirisinin istendiğini belirten DTP'li
    Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş, "Çeviri yapmak çok zor ve uzun zaman
    alır. Kitapları almaktan vazgeçtik" dedi.
  • 1 Ağustos günü Adana'da "üzerlerinde Kürtçe ‘Beritan' adlı film bulunduğu"
    gerekçesiyle gözaltına alınan H. Yavuz (16), kötü muameleye maruz kaldığını
    bildirdi. H. Yavuz, "Emniyette polisler sürekli bana ‘Dağa git, Kuzey Irak'a
    git. Sizin devletiniz orada. Bizim devletimizi niye işgal ediyorsunuz. Siz
    işgalcisiniz. Sen dağa git, yolun açık olsun' dediler. Daha sonra çocuk şubesine
    götürüldüm. Şube Müdürü de beni odasında iki saat ayakta bekletip, hakaret etti"
    dedi. H. Yavuz, Cumhuriyet Savcısı tarafından serbest bırakıldı.
  • 13 Haziran günü Kahramanmaraş'ın Minehöyük köyünde Kürtçe "Nu Azadi"
    gazetesini satan ESP üyeleri Sinan Tanrıverdi ve Halit Çelik, jandarma
    tarafından gözaltına alındı.
  • Mardin'in Kızıltepe ilçesinde 13 Mayıs günü düzenlenmesi planlanan "Günlük
    Kürtçe Bir Gazete İçin Azadiya Welat ile Dayanışma" konseri kaymakamlık
    tarafından yasaklandı. Kararın, konser davetiyeleri üzerinde yer alan Azadiya
    Welat gazetesinin fotoğrafı nedeniyle alındığı öğrenildi. Konserin
    düzenleyicilerine gönderilen yasak kararı şöyle: "Din, dil, ırk, sınıf ve bölge
    farklılığı göstererek kin ve düşmanlığı tahrik eden ibarelerin ve üzerinde
    yasadışı PKK/KONGRA GEL terör örgütünün sözde bayrağını simgeleyen resimlerin
    bulunduğu davetiyeler ve etkinliği tertip eden düzenleme kurulu üyelerinin
    yapılan GBT (Genel Bilgi Taraması) sorgulamalarında ortaya çıkan suç
    kayıtlarından, gerçekleştirilmek istenen etkinlikte suç ve suç unsurlarının
    meydana gelebileceği değerlendirilerek, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri
    Yürüyüşleri Kanunu'nun 17. maddesi ve Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na
    dair yönetmenliğin 23. maddesine dayanılarak yasaklanmıştır" .
  • Ardahan'da yayınlanan Kuzey Doğu Anadolu gazetesinin 18 Mart günü yayınlanan
    sayısı, DTP'nin "Newroz Şölenine Davet" duyurusu nedeniyle Cumhuriyet Savcılığı
    tarafından toplatıldı. Toplatma kararının "w" harfinin kullanılması nedeniyle
    verildiği öğrenildi.

5.5) Kürtçe Yayın

  • "Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları
    Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları Hakkında
    Yönetmelik"le özel radyolara günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam beş
    saat, özel televizyonlara ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam
    dört saat Türkçe dışındaki dillerde yayın yapma özgürlüğü getirildi. Radyo ve
    Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Diyarbakır'da Gün ve Söz TV ile Şanlıurfa'da Medya
    Radyo'ya Mart ayında Kürtçe yayın izni verdi. Bu kuruluşlar taahhütname
    imzaladıktan sonra 23 Mart günü yayına başladı. Kürtçe'nin Kurmanci lehçesinde
    yayınlanan haber ve programlar, Türkçe altyazılı verildi. RTÜK, Haziran ayında
    Kürtçe yayın yapan TV ve radyolara getirilen süre kısıtlaması konusunda yeni bir
    düzenleme yaptı. "Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak
    Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları
    Hakkında Yönetmeliği" değiştiren RTÜK, "radyolar günde 60 dakikayı aşmayacak
    şekilde, haftada toplam beş saat, televizyonlar ise günde 45 dakikayı aşmamak
    şartıyla haftada dört saat yayın" koşulunun sinema ve müzik yayınları için
    geçerli olmamasını kararlaştırdı. Ancak film ve müzik yayınlarında Türkçe
    altyazı kuralının ve haber ve tartışma programlarına daha önce konulan
    kısıtlamaların ise devam etmesi kararlaştırıldı.
  • Diyarbakır'da gerçekleştirilen "Edebiyat Günleri" kapsamında 19 Kasım günü
    Diyarbakır Gün TV'de canlı yayınlanacak bir program polislerin müdahalesi
    nedeniyle kesildi. Edinilen bilgiye göre, Adil Kurt'un sunduğu, 20 kadar da
    yazarın katılacağı programın çekiminin başlamasından hemen sonra Diyarbakır
    Valiliği'nden aldıkları izinle çekim yapacaklarını söyleyen polisler, Diyarbakır
    Büyükşehir Belediyesi Tiyatro Salonu'na girdi. Bunun üzerine Adil Kurt, yayını
    kesti, yazarlar ve izleyiciler de salonu terk etti. Polislerin aynı gün
    düzenlenen "Kürt Dilini Koruma ve Kürtçe Eğitim Konferansı"nda çekim yapmak
    istemesinin de gerginliğe neden olduğu bildirildi.

5.6) Cezaevlerinde karşılaşılan
engellemeler:

5.6.1) Kürtçe Materyaller

  • Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Cezaevi'nde… …tutuklulara Kürtçe Azadiya Welat
    gazetesinin verilmediği bildirildi. Faysal Onuş, Mehmet Ali Doğar, Fuat Parlak,
    Bekir Kılıçaslan adlı tutuklulara gönderilen 2, 3, 4, 5 ve 6 Ekim günlü Azadiya
    Welat gazetelerinin verilmemesi üzerine cezaevi yönetimine başvuran tutuklulara,
    "Tekirdağ 2 No'lu F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Eğitim
    Kurulu" tarafından verilen yanıtta, "Bahse konu gazetelerin; 5275 sayılı Ceza ve
    Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkındaki Kanun'un ‘süreli ve süresiz yayınlardan
    yararlanma hakkı' başlıklı 62. maddesinin 3. fıkrası ‘Kurum güvenliğini
    tehlikeye düşüren veya müstehcen haber, fotoğraf ve yorumları kapsayan hiçbir
    yayın hükümlüye verilmez' hükmünce, söz konusu Kürtçe gazetelerin, Ceza İnfaz
    Kurumumuzda Kürtçe bilen personel bulunmasına karşın, Kürtçe dilinin çeşitli
    lehçelere ayrılmasından tercümesi yapılamamaktadır. Dolayısıyla Kürtçe
    gazetelerin bu hükmün gereklerine uygunluğu tespit edilemediğinden, hükümlü ve
    tutuklulara verilmemesi yönünde karar alınmıştır" denildi.
  • Tekirdağ 1 Nolu F Tipi Cezaevi'nde bulunan Erdal Süsem adlı tutuklunun
    yazdığı "İkilem" adlı romanın çoğaltılmasının ve dışarı gönderilmesinin Eylül
    ayında yasaklandığı bildirildi. Erdal Süsem, yakınları aracılığıyla yaptığı
    açıklamada, romanı fotokopiyle çoğaltmak istediğini, ancak cezaevi yönetiminin
    "Yandaşlarına örgütsel talimat ve mesaj yolladığı" gerekçesiyle bunu
    yasakladığını bildirdi. Süsem, Tekirdağ İnfaz Hakimliği'ne yaptığı itirazın da
    "İçeriğinde Kürtçe kelimelerin çokça yer alması, mensubu olduğu örgüte ait
    kişilerin faaliyet ve ölümlerini kahramanlık hikayeleri gibi anlatılması"
    gerekçesiyle reddedildiğini söyledi. Süsem'in daha önce de arkadaşına bir
    muhabbet kuşu gönderme isteğinin "kuşun örgüt kuryeliği yapabileceği"
    gerekçesiyle reddedildiğini hatırlattı.

5.6.2) Mektuplar ve Görüşmeler

  • Siirt E Tipi Cezaevi'nde Kürtçe mektuplara Ağustos ayında "noter onaylı
    Türkçe çevirisinin cezaevi yönetimine verilmesi" şartı getirildiği bildirildi.
    Çeviri ve noter masrafı olarak mahkumlardan 60 YTL istendiği, ücret ödemeyi
    reddeden mahkumların mektuplarının postaya verilmediği öğrenildi. Siirt Barosu
    avukatlarından M. Sabır Taş, müvekkilleri Yılmaz Altığ, Naime Encü, Pakizer
    Ukşul ve Abdullah Kanat ile görüştüğünü belirterek, "Yılmaz Altığ, ailesine
    Kürtçe mektup yazmak istemiş. Cezaevi Müdürlüğü, Kürtçe mektubun ‘noter tasdikli
    Türkçe tercümesinin idareye verilmesi' şartını koymuş. Tercüme ve noter maliyeti
    de yaklaşık 60 YTL tutuyor. Mahkumları oldukça zorlayan bir uygulama. Ücret
    ödenmediği zaman mektuplar postaya verilmiyor" dedi.
  • Tekirdağ F Tipi Cezaevi'nde bulunan ağabeyi Abdullah Çelik'i 16 Ağustos günü
    ziyaret eden Mehmet Çelik, gardiyanların saldırısına uğradıklarını bildirdi.
    Ağabeyi ile Kürtçe konuştukları gerekçesiyle kendilerine hakaret edildiğini ve
    saldırıldığını belirten Çelik, "İçerde de ağabeyim saldırıya uğradı. Kapı
    kapandı, daha sonra ne oldu bilemiyorum" dedi.

5.6.3) Telefon görüşmeleri

"Kamber Ateş Nasılsın?" sahnemizde esin kaynağı olan, cezaevindeki
hükümlülerin yakınlarıyla görüşmelerinde baskı ve engellemelerle karşılaşmaları
olgusuna dair pek çok örnek olay sayılabilir. İzmir Ceza ve Tutukevleri Bağımsız
İzleme Grubu; Kasım 2005-Ekim 2006 Raporu [2] 'ndan alıntılayacak olursak:
Grubumuza son dönemde
yapılan başvurularda, telefon görüşmelerinin Kürtçe konuşma yapıldığı gerekçesi
ile engellendiği belirtilmiştir.

Başvurucuların Cumhuriyet
Başsavcılığı'na yazdıkları dilekçelere yanıt olarak: Ceza İnfaz Kurumlarının
Yönetimi ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Tüzük'ün Telefon
Görüşme Hakkı başlıklı 88/2-p. maddesinde belirtilen "Telefon görüşmeleri Türkçe
yapılır. Ancak, hükümlünün Türkçe bilmemesi veya görüşeceğini bildirdiği
yakınının mahallinde yaptırılacak araştırma ile Türkçe bilmediğinin tespit
edilmesi halinde konuşmanın yapılmasına izin verilir." hükmü gereğince, kurum
idaresinin hükümlü ve tutukluların Türkçe bilmeyen yakınlarının mahallerinde
yaptıracağı araştırma sonuçlanıncaya kadar geçecek olan sürede haftalık telefon
görüşmelerinin Türkçe yapılması gerektiğinden uygulamanın yasa, tüzük ve
yönetmeliklere aykırı olmadığını belirtmiştir.

Konu hakkında İHD
tarafından yapılan başvuru da aynı şekilde cevaplanmıştır.

  • Burdur, Sivas ve Buca (İzmir) cezaevlerinde bulunan siyasi mahkumların
    yakınları tarafından Mayıs ayında yapılan açıklamada, telefon görüşmelerinde
    Kürtçe konuşulmasına izin verilmediği bildirildi. Şadiye Yılmaz adlı tutuklu
    yakını, Buca Cezaevi'nde bulunan kızı Yazgül Yılmaz ile Kürtçe konuştuğu için
    görüşmelerinin engellendiğini söyledi. Yılmaz, "Telefonla görüşmek için
    başvuruları yaptık. Kızımla bir aydır telefonla görüşüyorduk. 11 Mayıs günü yine
    kızımla konuştum. Her zamanki gibi Kürtçe konuştum. Gardiyan araya girdi,
    ‘Kürtçe konuşma' dedi. Türkçe bilmediğimi söyledim. Bana ‘Az önce sorularıma
    Türkçe cevap verdin' dedi. Benim bildiğim zaten birkaç kelime Türkçe. Kızımla
    tekrar Kürtçe konuşunca telefonu kapattılar" dedi. Şadiye Yılmaz, 18 Mayıs günü
    yapacakları görüşmenin de bu nedenle gerçekleşmediğini belirtti.
  • Elbistan (Kahramanmaraş) E Tipi Cezaevi'nde bulunan oğlu Abdurrahman Oral
    ile Kürtçe konuşmak isteyen Hacire Oral'ın (71), Türkçe testi için polis
    karakoluna götürüldüğü bildirildi. Edinilen bilgiye göre, Abdurrahman Oral
    Türkçe bilmeyen annesi ile görüşlerde ve telefonda Kürtçe konuşmasına izin
    verilmesi için 16 Kasım günü cezaevi yönetimine başvurdu. Cezaevi yönetiminin
    isteği üzerine Adana Dağlıoğlu Polis Karakolu'na götürülen Hacire Oral'ın Türkçe
    bilip bilmediği saptanmaya çalışıldı. Hacire Oral, "Karakolda, Mehmet adlı bir
    komiser oğlumun nerede olduğunu sordu, cezaevinde olduğunu söyledim. ‘Oğlun
    neden cezaevinde?' dedi. Örgüt üyeliğinden ceza aldığını ve kendilerinin durumu
    bildiğini söyledim. Bunun üzerine, sen ‘Türkçe bilmiyor musun, neden oğlunla
    Türkçe konuşmuyorsun?' diye sordu. Okula gidemediğimi ve bu nedenle Türkçe
    öğrenemediğimi söyledim. Daha sonra, ifademin bittiğini söyleyerek,
    gidebileceğimi söylediler" dedi.
  • Kandıra F Tipi Cezaevi'nde bulunan Nasrullah Kuran adlı siyasi hükümlünün,
    bayramda annesi Kadriye Kuran ile yaptığı telefon görüşmesinin "Kürtçe
    konuştukları" için yarıda kesildiği bildirildi. Kadriye Kuran Aralık ayında
    yaptığı açıklamada "Bayram sabahı telefon çaldı. açtığımda ‘Merhaba ben
    Nasrullah Kuran' dedi. Uzun zamandır sesini duyamadığım için heyecanlandım.
    Türkçe bilmediğim için Kürtçe konuştum. Arkadan birilerinin ‘Lütfen Nasrullah
    Kuran lütfen' dediğini duydum, oğlum ‘Anne Kürtçe konuşmama izin vermiyorlar.
    Kapatmam lazım' deyip telefonu kapattı" dedi.

Bu ve benzeri olaylara dair izleme grubunun yorumu şu şekildedir:
Bu
yıl altını çizmek istediğimiz bir konu da; infaz hukukuna ilişkin yapılan her
yeni düzenlemenin cezaevlerinde yeni sorun alanları yarattığıdır… …06.04.2006
tarihinde resmi gazetede yayımlanan İnfaz Tüzüğü'nün de benzer sonuçlar
doğurduğu anlaşılmaktadır. İnfaz yasasında; telefon görüşmelerinin Türkçe
yapılması zorunluluğu bulunmadığı ve bu konuda herhangi kısıtlama olmadan
kişilerin kendi dilleri ile telefon görüşmesi yaptığı halde; Tüzük ile bu hak
sınırlanmış ve Türkçe konuşma zorunluluğu getirilmiştir. Konuyla ilgili olarak
gelen başvuruların tamamı önceden "Kürtçe" yaptıkları telefon görüşmelerinin
yasaklandığına ilişkindir. Getirilen kısıtlama pratikte "Kürtçe konuşma yasağı"
şeklinde algılanmaktadır.

Tüzük; hükümlünün Türkçe bilmemesi veya
görüşeceği yakının Türkçe bilmediğinin mahallinde tespiti halinde başka bir
dilde görüşmeye izin vermektedir. Ancak bu hal istisnadır. Mutat bir
uygulamanın, tüzük ile istisnaya dönüştürülmesinin nedenleri açıklanmış
değildir. Kaldı ki; normlar hiyerarşisi gereğince; hiçbir yasal düzenleme
kendisinden önce gelene aykırı olmamalıdır. Yine hakları ancak yasayla
sınırlanabileceği kuralı karşısında dayanağı olan infaz kanununda
sınırlandırılmamış bir hakkın tüzükle sınırlandırılması hukukun genel ilkelerine
aykırıdır. Tüzükle getirilen düzenlemenin uygulamada yarattığı bir sorun da;
hükümlünün telefon görüşmesi yapmak istediği yakınının Türkçe bilip bilmediğinin
mahallinde araştırılacak olması, araştırmanın da cezaevi idaresince yapılacak
olmasıdır. İdareye yüklenen bu yükümlülüğün yerine getirilmesinde gösterilen
gecikme ve özensizlik, telefonla görüşme hakkının fiilen kullanılamaması
sonucunu yaratmaktadır.

6) ULUSLARARASI HUKUKİ DÜZLEMDE AZINLIK HAKLARI VE TÜRKİYE'NİN
KONUMU

Tarihsel Arka plan

Azınlık haklarının uluslararası düzeyde meşru ilgi alanı haline gelmesi,
Milletler Cemiyeti'nin kuruluşuna rastlar. Azınlıklar konusunda bağlayıcı
hükümler içeren Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu antlaşması Lozan da, Milletler
Cemiyeti şemsiyesi altındaki azınlık korumasının bir parçasıdır. Birinci Dünya
Savaşı'ndan sonra Milletler Cemiyetinin azınlıklar konusundaki temel stratejisi
"ayrımcılığın önlenmesi" ve "azınlıkların korunması" olmuştur.

Ancak İkinci Dünya Savaşı öncesi ve esnasında Nazi Almanyası'nın bu
stratejiyi çökertmesiyle birlikte, Nazilerin ırkçı politikasına karşı,
azınlıklar özelinden ziyade genel anlamda "insan hakları" kavramının altı
çizilmeye başlandı. [3] Savaş
sonrası kurulan Birleşmiş Milletler'de de bu eğilim devam etti. 60'lardan sonra
azınlık hakları tekrar gündeme alındı. Özellikle 90'larda Doğu Avrupa
rejimlerinin çökmeye başlamasıyla azınlık çatışmalarının başlamasından çekinilen
ortamda, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı düzeni, "dil, din ve etnisiteye
dayalı azınlıklar" kavramlarını tekrar gündeme soktu. 90'lardan sonra genel
gidişat, "ayrımcılığın önlenmesi" gibi bir şiardan hareketle devlete negatif
görevler yüklenmesinden ziyade, azınlık haklarının korunması için uygun
koşulları yaratmayı gerekli kılan pozitif görevler yüklenmesi yönündeydi. Şu
anda uluslararası örgütler ve hukuki düzlem bağlamında azınlık hakları, gittikçe
daha da hassasiyetle ele alınan bir konu olagelmektedir, bu durum AB'ye adaylık
sürecindeki Türkiye için de geçerli olmak mecburiyetindedir.  

Bağlayıcı Sözleşmeler ve Yükümlülükler

Azınlık hakları konusunda Türkiye'nin imza attığı uluslararası belgeler,
Türkiye'nin onay tarihine göre kronolojik olarak aşağıdaki şekilde
sıralanabilir:

6.2.1) Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi:

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 1950 yılında yürürlüğe konmuş ve 1954
yılında Türkiye tarafından kabul edilmiştir. AİHS, azınlıklarla ilgili, devlete
pozitif sorumluluklar yükleyen maddelere sahip bir sözleşme olarak addedilemez,
daha ziyade genel manada insan haklarının korunması üzerine maddeler içerir.
Türkiye'nin AİHS'ye imza atması, iç hukukunu Avrupa hukuku ile bağdaşır hale
getirmesi anlamı taşımasına rağmen, Anayasa mahkemesi yasaların yorumlanmasında
AİHS'yi nirengi noktası olarak almayı tercih etmemiştir. AİHS konusunda Türkiye
açısından bağlayıcı olan nokta, 1987'de dönemin hükümetinin, sözleşme'nin 25.
maddesine istinaden Avrupa Komisyonu'na bireysel başvuru hakkını tanıması
olmuştur. Böylece hak ihlalleri konusunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne
yapılan bireysel başvurular, Türkiye açısından para ve prestij kaybına neden
olacak kararlarla sonuçlanabilmiştir. Sözleşmenin Türkiye açısından bağlayıcı
olan diğer bir noktası, devletlerarası şikayetleri güvenceye alan 24.
maddesidir. Bununla beraber siyasi nedenlerle gerçekleşen bu tür başvurular
seyrektir.

AİHS'ye dilin kullanımı açısından bakacak olursak; dilin kullanımı en temelde
ifade özgürlüğü ile alakalıdır. Kanada Temyiz Mahkemesinin sözleriyle, "dil hem
içerik hem de biçimdir". Mahkeme bu hükmü şöyle ifade etmiştir: "Dil, ifade
biçimi ve içeriği ile o denli ilintilidir ki, eğer biri kendi seçeceği dili
kullanmaktan men edilirse gerçek ifade özgürlüğünden söz edilemez. Dil yalnızca
bir ifade aracı değildir. Aynı zamanda ifadenin içerik ve anlamını da
renklendirmektedir."

Ve ifade özgürlüğü hakkı, AİHS'nin 10. maddesinde aşağıdaki gibi
belirlenmiştir:

"Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak ifade ve resmi makamların
müdahalesi olmaksızın bilgi ve fikir alma ve yayma özgürlüğünü
içerir."

AİHM, medya aracılığıyla ifade özgürlüğünün önemini vurgulamış
ve bu hakla ilgili muafiyetleri çok dar yorumlamıştır. Avrupa Mahkemesi, bir
bireyin ifade özgürlüğüne müdahaleyi haklı kılmak için, sorumlu devletin şartı
yerine getirmesi gerektiğini belirtmektedir. Müdahale, "yasayla  emredilmeli",
"meşru amaç"a (yani,maddenin 2. paragrafında belirtilenlerden birine) sahip
olmalı ve "demokratik bir toplumda geçerli" olmalıdır. Özel koşulun, "demokratik
bir toplumda gereklilik" olduğunu göstermek için, devlet "acil sosyal ihtiyaç"ı
açıklamalıdır ve tahdit, izlenen meşru hedefe uygun olmalıdır.
AİHS'nin 10.
maddesi yayıncılık, televizyon veya sinema işletmelerinin lisanslanmasını
özellikle öngörür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, bir lisans sisteminin
saptanmasında, "aksi takdirde demokratik bir toplumdan söz edilemeyeceğinden"
hareketle, "çoğulculuk, hoşgörü ve açık görüşlülük gereklerine saygı
gösterilmesi" gerektiğini tespit etmiştir. Lisans konusunda devlet tarafından
red, açıkça keyfi veya takdire bağlı olmamalıdır.           

6.2.2) Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı Süreci

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı "İnsan Boyutu" ile ilgili etkinlikleri
çerçevesinde azınlıkların korunmasını pek çok kez ele almıştır. Türkiye AGİT
sürecine başından beri katılmaktadır. Gerçekten de 1924 tarihli Lozan
Antlaşması, Türkiye'nin ulusal azınlıklar ve onların korunması mekanizması ile
ilgili ilk uluslararası angajmanıdır. Böylece AGİT Belgeleri, Türkiye'deki Kürt
azınlık haklarının taahhüdü için önemli bir fırsat yaratmaktadır. AGİT kuruluş
belgesi olan, 1 Ağustos 1975 tarihli Helsinki Konferansı sonuç bildirgesi, VII.
ilkede aşağıdaki şartı içerir:

"Kendi toprakları üzerinde ulusal azınlıklar bulunan katılımcı Devletler, bu
azınlıklara mensup kişilerin hukuk önünde eşit olma haklarına saygı gösterecek,
insan hakları ve temel özgürlüklerden gerçek anlamda yararlanmaları için olanak
sağlayacak ve bu bağlamda onların meşru çıkarlarını koruyacaktır."

Azınlıkları konu alan en önemli AGİT metni, Haziran 1990'da Kopenhag
toplantısında kabul edilen belgedir. IV. Bölüm tamamıyla ulusal azınlıklara
ayrılmıştır. Ulusal azınlıklara mensup bireyleri "kendi etnik, kültürel dilsel
veya dinsel kimliklerini özgürce ifade etme, koruma ve geliştirme, kendi
kültürlerini rızaları dışındaki her türlü asimilasyon teşebbüsünden uzak
sürdürme ve geliştirme hakkına sahiptirler"  hükmünü getirir.

Bu ilke ilk bakışta negatif haklar üzerine temellenmiş gibi görünse de,
belgenin başka yerlerinde, olumlu devlet etkinliğine de değinilmektedir. Örneğin
33. paragraf, kendi toprakları üzerindeki ulusal azınlıkların etnik, kültürel,
dilsel ve dinsel kimliklerini korumak için devletlerin, "o kimliğin
geliştirilmesi için koşulları yaratma"sı gerektiğini şart koşmaktadır. Söz
konusu koşullar kimliğin, "mümkün olduğunca" kamu makamları önünde kullanılması
hükmünü de içermektedir. Ek olarak, katılımcı devletler, bir azınlığa mensup
kişilerin kendi dillerinde veya dillerinin eğitimi için yeterli fırsata sahip
olmasını sağlama konusunda "gayret" göstermelidir.

AGİT metinleri hukuki açıdan bağlayıcılık taşımayan "soft law" belgeleridir,
katılımcı devletler arasında işbirliği için "siyasi" hedefler koyarlar. Yine de
belgeler, katılımcı devletlerin üzerinde anlaştıkları ve uygulanmaları bir
denetim sistemi ile desteklenen bir dizi standart getirir. AGİT belgelerinin
kendi içlerinde taşıdıkları bir dizi siyasi ve ahlaki etkinin dışında, bu alanda
hukuki yükümlülüklerin yaratılmasına önemli bir katkı da sunmaktadırlar.
Gerçekten de, Avrupa Konseyi Çerçeve Anlaşması'nın açıklama memorandumu, AGİT
Kopenhag belgesinin Çerçeve Anlaşması için bir temel olduğunu
onaylamaktadır.

AGİT'in 1991'deki Moskova toplantısı sonuç belgesinin 12. maddesi özellikle
önemlidir. En az dokuz AGİT katılımcı devleti, herhangi bir diğer AGİT katılımcı
devletinde "AGİT insan boyutu hükümlerinin yerine getirilmesine karşı özellikle
ciddi bir tehdit ortaya çıkmış olduğu"nu düşünürse, söz konusu katılımcı devlete
bir AGİT raportörler heyeti göndermeye yetkilidirler; bu yetki 12. maddenin
getirdiği olağanüstü hal mekanizması ile tesis edilmektedir. Moskova belgesinin
37. maddesinde, bu olağanüstü durum mekanizmasının özellikle azınlık
çatışmalarının önlenmesi ve çözülmesi ile ilgili olabileceğine açıkça vurgu
yapılmıştır.

6.2.3) Birleşmiş Milletler Ulusal veya Etnik, Dinsel veya Dilsel
Azınlıklar Beyannamesi

1992 tarihli beyannamenin 1. maddesi
devletlere, aşağıdaki hükmü öngörerek  pozitif bir yükümlülük getirir:

"Kendi toprakları içindeki azınlıkların varlığını ve ulusal veya etnik
kültürel, dinsel veya dilsel kimliğini korumasını ve bu kimliğin geliştirilmesi
şartlarını teşvik etmek".
Ancak konu belli somut devlet görevlerine gelince,
beyannamenin dili daha muğlaktır. 4(3). madde azınlık dilinde eğitimle
ilgilidir:

"Devletler, azınlık mensubu bireylerin kendi anadillerini öğrenmek için uygun
olanaklara el verdiğince sahip olmaları için gerekli önlemleri
almalıdırlar."
Bunun yanı sıra beyannamenin önemi küçümsenmemelidir. Yasal
olarak bağlayıcı olmadığı halde, beyanname global düzeyde asgari standartları
ifade etmekte ve BM üyesi olarak Türkiye'yi söz konusu hükümlere ahlaki ve
siyasi anlamda uymaya çağırmaktadır.

6.2.4) Avrupa Birliği Süreci
Avrupa Birliği adaylık
sürecinde Türkiye için önemli bir eşik teşkil eden ve kamuoyunda nam salan
Kopenhag Kriterleri, aşağıdaki şekilde özetlenebilir [4] :
22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag
Zirvesi'nde, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği'nin genişlemesinin Merkezi Doğu
Avrupa Ülkelerini kapsayacağını kabul etmiş ve aynı zamanda adaylık için
başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken
kriterleri de belirtmiştir. Bu kriterler siyasi, ekonomik ve topluluk
mevzuatının benimsenmesi olmak üzere üç grupta toplanmıştır.

SİYASİ
KRİTER: Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı
gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı, 

EKONOMİK KRİTER: İşleyen bir pazar ekonomisinin varlığının yanısıra
Birlik içindeki piyasa güçleri ve rekabet baskısına karşı koyma kapasitesine
sahip olunması

TOPLULUK MEVZUATININ BENİMSENMESİ: Siyasi, ekonomik
ve parasal birliğin amaçlarına uyma dahil olmak üzere üyelik yükümlülüklerini
üstlenme kabiliyetine sahip olunması

Bunlardan siyasi kriterleri
açacak olursak:
AB'ye girmeye aday ülkeler;
- istikrarlı ve
kurumsallaşmış bir demokrasinin var olması,

- hukuk devleti ve
hukukun üstünlüğü,

- insan haklarına saygı,
-
azınlıkların korunması

gibi dört ana kriter açısından
değerlendirmeye alınacaktır. Genel olarak; ülkenin çok partili bir demokratik
sistemle yönetiliyor olması, hukukun üstünlüğüne saygı, idam cezasının olmaması,
azınlıklara ilişkin herhangi bir ayrımcılığın bulunmaması, ırk ayrımcılığının
olmaması, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanmış olması, Avrupa
Konseyi İnsan Hakları Sözleşmesinin tüm maddeleri ile çekincesiz kabul edilmiş
olması, Avrupa Konseyi Çocuk Hakları Sözleşmesinin kabul edilmiş olması gibi
özellikler dikkate alınmaktadır. Ancak, bu ilkelerin varlığı tek başına yeterli
olmamakta, aynı zamanda kesintisiz uygulanıyor olması
gerekmektedir.

İşte bu belge Türkiye açısından bir dönüm noktasına
tekabül eder, Ekim 2001 ve Mayıs 2004 gibi köklü anayasa reformları ve AB uyum
paketleri bu belge ile beraber gündeme gelmiştir.

6.2.5)
Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi:

1989'da yürürlüğe konan ve 1995'te Türkiye tarafından onaylanan BM çocuk
hakları sözleşmesi, hem genel anlamda hem de medya, eğitim gibi alanlarda
devletlere azınlıklarla ilgili pozitif yükümlülükler getirir. 17. madde
kapsamında devletler, "medyayı bir azınlık grubuna mensup veya yerli çocuğun
dilsel ihtiyaçlarına özel saygı göstermesi konusunda teşvik etme"yi taahhüt
eder. Eğitim hakkı ise 28. madde ile düzenlenmiştir. Eğitimin amacı, 29. madde 
ile çocuğun kendi kültürel kimliğine, diline ve değerlerine saygının
geliştirmesinin sağlanması olarak  belirtilmiştir. Sözleşmenin uygulanma
mekanizması taraf devletleri on üyeli Çocuk Hakları Komitesine düzenli olarak
rapor sunmaya çağırmaktadır. Bu bilgi temelinde, Komite taraf devlete "öneriler
ve genel tavsiyeler" verebilir.

6.2.6) Uluslararası Her Türlü Irk Ayrımcılığının  Önlenmesi Sözleşmesi

13 Ekim 1972 tarihinde New York'ta imzalanan "Her Türlü Irk Ayrımcılığının
Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme" çeşitli beyanların
yapılması ve çekincenin konulması suretiyle 3.4.2002 tarihinde onaylanmıştır.

Sözleşmenin 2(3). maddesi ırksal grupları korumak için etkin ulusal çarelerin
olması gerektiğini öngörmektedir. Madde şöyledir:"Belli ırk gruplarına mensup
bireylerin, insan haklarından ve temel özgürlüklerden tam olarak
yararlanmalarını sağlamak amacıyla yeterli biçimde hakların geliştirilme veya
korunması güvence altına alınmalıdır. Bunun için, uygun koşulların oluşturulması
konusunda özel somut önlemler alınacaktır. Bu önlemler sonuç olarak hiçbir
koşulda  farklı ırksal gruplar için eşitsiz veya münferit hakların idamesini
sağlamayacaktır."

6.2.7) 1966 tarihli Birleşmiş Milletler İkiz
Sözleşmeleri

1966 tarihli BM İkiz Sözleşmeleri, azınlık hakları konusunda ilerici hükümler
içermektedir. 2003 yılında Türkiye tarafından onaylanan tarafından  Uluslararası
Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 27. maddesi şunu ifade eder:
"Etnik,
dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup
kişiler, kendi gruplarının diğer üyeleriyle beraber, kendi kültürlerini yaşama,
kendi dinlerini açıkça ilan etme ve uygulama veya kendi dillerini kullanma
hakkından  mahrum edilemezler."
Hüküm, olumsuzluk (mahrum edilemezler)
ifadesi içermesine rağmen, 27. maddeyle devletlerden azınlıkların kolektif
haklarını korumada olumlu eylemler istendiği şeklinde yorumlanmaktadır.

Prof. Baskın Oran'a referansla burada önemli olan nokta, Türkiye'nin 27.
maddeye koyduğu rezervdir: "Türkiye Cumhuriyeti, Sözleşme'nin 27. maddesini,
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış
Antlaşması ve eklerinin ilgili hükümlerine ve usullerine göre uygulama hakkını
saklı tutar." Lozan'ın azınlıklarla ilgili maddelerinin baştan beri yalnızca üç
tarihi gayrimüslim azınlık (Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler) için uygulana
geldiği göz önüne alınırsa, bu jestin Kürtler açısından anlamı çok daha iyi
kavranabilir.

[1] Ankara, Nisan
2007; Türkiye İnsan Hakları Vakfı Yayınları (47); Yayına Hazırlayan :
Dokümantasyon Merkezi

[2] Katılımcı ve
İmzacı Kurumlar:
TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu, TİHV İzmir
Temsilciliği, İHD İzmir Şubesi, ÇHD İzmir Şubesi

[3] Ayrımcı olmama ilkesi,
Evrensel Beyanname'nin 2. maddesinde yer almaktadır:
"Herkes, ırk, renk,
cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer düşünceler, ulusal veya toplumsal köken,
doğum veya diğer statüler gibi hangi türde olursa olsun fark gözetilmeksizin bu
beyannamede belirtilen tüm hak ve özgürlüklere sahiptir."

[4] http://www.belgenet.com/arsiv/ab/kopenhag_kri.html

<!--ICERIK END-->