GİRİŞ
Tiyatro Boğaziçi bünyesinde yürüttüğümüz kolektif oyunlaştırma çalışmasında
tematik olarak kullandığımız azınlık kavramı üzerine temel bilgiler edinme
ihtiyacı içindeydik. Bu sebeple Bora Tanyel tarafından 8 Nisan 2007 tarihinde
"Cumhuriyet döneminde Türkiye'de azınlıkları tasfiye politikaları" başlıklı bir
aktarım ve İlker Yasin Keskin tarafından 15 Nisan 2007 tarihinde "Hatırlıyorum"
ve "Azınlık Gençleri Anlatıyor" isimli kitapları temel alan bir sunum çalışması
yapılmıştı. Söz konusu aktarımlar, Türkiye'de azınlık yaşamları konusunda bize
panaromik bir bakış, ana hatlarıyla bir kronoloji ve arkaplan sundu. Ardından,
azınlık kavramına bir de mevzuat, içtihat ve uygulama bağlamında bakabilmek, bu
konudaki resmi politikayı ve bu politikanın fiili yansımalarını incelemek
gerekliliği doğdu. Bu alanda hatırı sayılır çalışmalarda bulunmuş olan, "Azınlık
Raporu" [1] nun başlıca
mimarlarından Prof. Dr. Baskın Oran'ın raporun altyapısı olarak nitelendirdiği
"Türkiye'de Azınlıklar" [2] isimli
eseri bize bu açıdan yardımcı olabilirdi. Neticede bu yazı, eserin Tiyatro
Boğaziçi içinde 7 Mayıs 2007 tarihinde sınırlı bir zaman diliminde yapılan
mütevazı sunumunu aktarmak amacıyla kaleme alındı. O nedenle yazının tam
manasıyla bir kitap özeti, kitap üzerine bir tartışma veya yorum yazısı olarak
değerlendirilmemesini diliyorum.
Yazar, her şeyden önce Türkiye'de azınlıklar mevzuunu bireyler yahut
topluluklar arası ilişkilerden ziyade büyük oranda birey ve devlet (kimi
açılardan da azınlık olarak nitelendirilen topluluk ve devlet) arasındaki
ilişkiler çerçevesinde ele almakta. Buradan hareketle farklı kimliklerin ifadesi
önündeki engelleri basit bir mantıkla kabaca iki başlık altında toplamak mümkün:
1) Resmi engellemeler: Ki bunlar kimi yasal dayanaklar yardımıyla ya da aksine
kimi yasaların gereğince uygulanmaması/farklı yorumlanması sonucunda devlet
eliyle gerçekleştirilir. 2) Toplumsal engellemeler: Ki bunların fiziksel ve
psikolojik şiddet içeren biçimlerine dair pek çok misal verilebilir. Elbette
toplumsal baskıların devletle, derin devletle yahut resmi ideolojiyle ilişkisini
ortaya koymak olasıdır. Bu ilişkinin analizi aktarım esnasında tartışma konusu
yapılmadı. Lakin söz konusu tartışmanın konuyu bütünleyici etkisi göz önünde
bulundurularak ve azınlıklar konusundaki genel tartışmalarımıza katkı sağlaması
umularak yazının son kısmına bu yönde eklemeler yapıldı.
DÜNYADA AZINLIK KAVRAMI VE AZINLIK KORUMASI
Kitabın akışı üzerinden aktaracak olursak, "Dünyada Azınlık Kavramı ve
Azınlık Koruması" başlıklı giriş bölümü, azınlıklar konusunda tarihsel ve
kavramsal açıdan kuşbakışı bir görünüş sunma maksadını güdüyor. Tarihsel döküm
kısmında, ulus devletler ile azınlık kavramının bağlantısı ve kendine has bir
takım özellikleri olan bir imparatorluk olarak Osmanlı'nın tarihsel akıştaki
konumlanışı ele alınıyor. Kitaptan alıntılayacak olursak:
Tarihte azınlık kavramının ortaya çıkması için (...) "bütünlük"ün
bozulması sonucu "farklı" bir grubun ortaya çıkması, hem de bunun korunması
gerektiğinin anlaşılması gerekmiştir. Tabii "bütünlük"ün bozulduğu kanısı ancak
merkezi bir devlette oluşacaktır. Çünkü imparatorluklar merkeziyetçi
değillerdir; etnik, dinsel, dildel bütünlükle ilgilenmemektedirler; onlar için
önemli olan imparatora sadakattir.
Osmanlı'daki millet sistemi, yani cemaatler hiyerarşisi, azınlıklar konusunda
bugün de etkilerini gördüğümüz özgün bir durum yaratır. Sisteme göre bütün
müslümanlar (ki bu gruba, örneğin, Kürtler ve Aleviler de dahildir) "Millet-i
Hakime"yi, hakim topluluğu oluştururken, diğer milletler, yani gayrimüslim
gruplar "Millet-i Mahkume"dirler, diğer bir deyişle ikinci sınıf vatandaştırlar
ve müslümanlara göre daha dar hukuki ve siyasal haklara sahiptirler. Bu anlamda
devlet tebaa ile kurduğu ilişki açısından müslüman ve gayrimüslim gruplar
arasında aleni bir ayrım yapar. Ancak yukarıda bahsedildiği üzere, imparatora
sadakat ve toprak bütünlüğü şartları yerine getirildiği müddetçe Osmanlı'nın
bünyesindeki azınlıklar ile ciddi bir sürtüşmesi olmamıştır. Azınlıklar
meselesinin bir sorunsal olarak Osmanlı'nın gündemine girişi, imparatorluk
sınırları içinde yaşayan gayrimüslim kesimlerin Avrupalı devletlerce koruma
altına alınmak istenmesiyle gerçekleşir. Avrupalı devletlerin gayrimüslim
azınlıkları koruma çabaları önce tek taraflı koruma fermanları, ikili anlaşmalar
şeklinde başlamış, daha sonra çok taraflı anlaşmalar imzalanmış ve 1920'de
Milletler Cemiyeti'nin kurulmasıyla "uluslararası örgüt güvencesinde devlet
koruması" süreci başlamıştır. Halen devam etmekte olan bu süreçte azınlıklara
yönelik hak ihlalleri, Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi, Avrupa Güvenlik ve
İşbirliği Teşkilatı ve Avrupa Birliği gibi bizatihi uluslararası örgütlerin
meşru müdahale alanı haline gelmiştir.
Bu kısa tarihsel bilgilendirmenin ardından kitap, azınlıklar konusunda
kafamızda oluşan kavramsal boşlukları doldurmamıza yardımcı olacak tanımlamalar
da barındırmaktaydı. Özellikle bir grubun azınlık olarak nitelendirilebilmesi
için elzem görülen nesnel ve öznel değerlendirme kriterleri kavramsal açıdan
temel teşkil edecek nitelikteydi. Hukuki açıdan bir topluluğun azınlık
sayılabilmesi için:
- Çoğunluktan etnik, dinsel veya dilsel açıdan farklı olmak,
- Ülke genelinde sayıca azınlık olmak,
- Başat olmamak,
- Yurttaş olmak
Gibi nesnel ölçütlerin yanı sıra, olmazsa olmaz bir öznel ölçüt ortaya
koyulmaktaydı:
- Azınlık bilincinin varlığı.
Farklı olduğunun bilincine varmayan, bu farklılığı kimliğinin vazgeçilmez bir
parçası olarak görmeyen ve çoğunluğa gönüllü olarak asimile olan bir birey,
uluslararası hukuki düzlemde azınlık sayılmamaktaydı. Bu noktada bir çift tanım
daha devreye girmekteydi: alt kimlik ve üst kimlik. Alt kimlik, bireyin mensup
olduğu grubun kimliği; üst kimlik ise, yazarın tanımıyla, "devletin vatandaşına
empoze ettiği kimlik, yani vatandaşlık" olarak nitelendiriliyor. Türkiye
üzerinden şimdiye dek ele aldığımız pek çok örnekte alt kimliğini üst kimlik
karşısında mütemadiyen savunma durumunda kalmış gruplar ya da bireyler söz
konusu, temel gerilim de buradan kaynaklanıyor, azınlık kimliğinin ifadesi
önündeki engeller, savunma durumunu gerekli kılıyor.
Peki bu sürekli savunma durumunu yaratan koşul nedir? Kendi ülkesinde azınlık
bulunduğunu kabul etmeyen devlet bu vatandaşların farklılıklarına saygı
göstermeyecek, onları çoğunluğa benzemeye zorlayacak, "milli güvenlik" ve "kamu
düzeni" söylemleri kisvesi altında onların toplumsal belleğini silmeye
çalışacaktır. Yazar tarafından yukardaki şekilde özetlenen asimilasyon süreci,
azınlık topluluğu tarafından gönüllü biçimde kabullenilmediği vakit, genel
olarak, devlet tarafından baskı ve şiddet kullanımına başvurulmakta. Bu
koşullarda ortaya çıkacak tablo şu şekilde betimleniyor: Devlet uluslararası
insan ve azınlık hakları standartlarına aykırı hareket ettiği için dış dünyadan
tepki görür, ancak asıl önemlisi vatandaşına baskı uyguladığı için toplumsal
barışı bozma yoluna girer.
TÜRKİYE'DE AZINLIKLAR ÜZERİNE
TEMEL BİLGİLER
Bu kısa tarihsel ve kavramsal sunumun ardından, "Türkiye'de Azınlıklar
Üzerine Temel Bilgiler" bölümü geliyor. Türkiye'de azınlıklara dair genel eğilim
şu şekilde belirtilebilir: Gerek Osmanlı'dan miras kalan millet sistemi
geleneğinin etkisiyle, gerekse Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu anlaşması olan
Lozan'a istinaden, Türkiye'de azınlık olarak görülen topluluklar
gayrimüslimlerdir. Resmi uygulamada ise "gayrimüslim"lerden kasıtın, üç tarihsel
gayrimüslim topluluk, yani Rumlar, Ermeniler ve Museviler olduğu görülüyor.
Ancak yazının başlarında değindiğimiz uluslarası standartlar açısından
bakıldığında, azınlık bilinci kuvvetli kesimler barındıran Kürtlerin Türkiye'de
sayıca en büyük azınlık topluluğunu oluşturduğu söylenebilir [3] . Bu grupların yanı sıra, azınlık bilinci
konusu her bir grup için ayrı ayrı tartışma konusu olmakla birlikte, Araplar,
Aleviler, Balkan ve Kafkas kökenli topluluklardan da söz etmek mümkündür.
Tiyatro Boğaziçi içindeki kısa araştırma çalışmamızda etnik ve kültürel
kimliklerin ifadesi temelinde ele aldığımız topluluklar, üç tarihsel gayrimüslim
topluluk ve Kürtler olmuştur.
LOZAN BAĞLAMINDA TÜRKİYE'DE AZINLIK KAVRAMI VE
HAKLARI
"Lozan Bağlamında Türkiye'de Azınlık Kavramı ve Hakları" başlıklı bölümde ise
kitap, özellikle Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucu anlaşması olan ve anayasa
maddeleri açısından ihtilafa düşülmesi halinde bağlayıcı kabul edilecek hükümler
içeren Lozan Anlaşması'nın azınlıklar ve insan hakları konusundaki içeriği
konusunda bilgilendirmelerde bulunuyor. Yazarın yorumuna göre, hakları belirgin
çizgilerle tariflenen ve ismen zikredilen gayrimüslimlerle ilgili maddelere
ilaveten, anlaşmanın kimi maddeleri tüm azınlık toplulukları için uygulanabilir
nitelikte. Bu bağlamda anlaşmanın "devletin resmi dili bulunmasına rağmen,
Türkçe'den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini
sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar
sağlanacaktır" ve "herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse
ticari ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık
toplantılarında dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama
konulmayacaktır" diyen 39. maddesi üzerinde duruyor. Ancak günümüze dek
rastladığımız pek çok örnek, bu maddenin layıkıyla uygulanmadığını kanıtlar
nitelikte. Ayrıca yazar gayrimüslimlere getirilen hakların hem yalnızca üç
tarihsel gayrimüslim azınlık grubu dışındakiler (Süryaniler, Yezidiler,
Protestanlar, vs.) için fiilen yürürlüğe konmadığından, hem de söz konusu üç
grup için yürürlüğe konan kısmındaki aksaklıklardan bahsediyor.
TÜRKİYE'DE AZINLIK MEVZUATI, İÇTİHADI,
UYGULAMASI
Daha sonra, konuya iç mevzuat ve içtihat açısından bakarak, anayasa
maddelerini ve bunların uygulamalarını masaya yatırıyor. Tekçi (monist) anlayışı
ve bunun yasalara yansımasını "milletin bölünmez bütünlüğü" kavramı
çerçevesinde, Anayasa'nın 3/1 maddesi bağlamında ele alıyor. Yazara göre,
devletin toprak bütünlüğünü korumak istemesi normaldir, bu açılardan "toprak
bütünlüğü" ve "milli güvenlik" kavramları ortaya atılabilir ancak milletin
bölünmez bütünlüğü kavramı bu konsept ile örtüşmez. Çünkü milletin tek bir parça
olduğunu kabul etmek, alt kimliklerin reddini ve devlete egemen olan
etnik-dinsel grubun diğerlerine karşı asimilasyoncu bir politika gütmesini haklı
çıkaracak bir yol açar. Ayrıca herhangi bir "devletin dili"nden söz etmek de
aynı mantaliteye hizmet etmektedir, çünkü devletlerin dili değil, "resmi dili"
olur, örneğin resmi işlemler Türkçe yürütülür. Ancak, Lozan'da hükme bağlandığı
gibi, Türkçe'den başka bir dil konuşan, yani kendini Türkçe'den başka bir dilde
daha iyi ifade eden bir vatandaşın, bir devlet kurumu olan mahkemede o dilde
savunma yapabilmesi gerekir.
Tekçi anlayışın yasalardaki yansımasına göz attıktan sonra ilkin, anayasa
mahkemesi içtihadı olarak "milletin bölünmez bütünlüğü" anlayışına dayanan "Kürt
Partisi" kapatma kararlarını ele alıyor ve bu kapatma kararlarını şu şekilde
özetliyor: farklı kimliklerin tanınmasının devleti parçalayacağı korkusu,
yani "insan hakları" devletinin "milli güvenlik" devletini yıkacağı korkusu; bu
korkunun etkisiyle davaların evrensel insan hakları bağlamında değil, iç hukuk
bağlamında ele alınması ve "azınlık" kavramının "ülkenin bölünmez bütünlüğü ve
üniter devlet" ilkeleriyle çatışan bir kategori olarak görülmesi. İkinci
olarak ise, "1936 Beyannamesi" uygulamasından bahsediyor. Bu uygulamaya göre
1936'da beyan edilenler haricindeki gayrimüslim taşınmazlarına, Türk - Yunan
ilişkilerinin Kıbrıs meselesi sebebiyle gerilmeye başladığı 1970'te el konuluyor
ve bu durum 2003'e kadar sürüyor. Yazar bu mevzuda Yargıtay'ın verdiği
kararların ve mevcut yasalara dair getirdiği yorumların, "çok yerleşmiş
hukuk kavramlarını bilinmediği/hiç dikkate alınmadığı" izlenimi bıraktığını
belirtiyor. Özetle bu vakada, Yargıtay verdiği kararlarda kimi Türk
vatandaşlarını, gayrimüslim oldukları için "yabancı" sayıyor ve alenen çifte
standart yaratmış oluyor.
AB'YE GİRMEK İÇİN YAPILAN REFORMLAR VE
UYGULANMALARI
1999'daki Helsinki zirvesinde Türkiye'nin
AB'ye aday gösterilmesinin ardından, özellikle Ekim 2001'den itibaren yasal
düzenlemeler ile farklı kültürlerin ayrımcılık ve baskı görmesi vakaları
bertaraf edilmeye çalışılıyor. Yazar öncelikle farklı kimliklerin ifadesi
önündeki engellemeleri örneklemeler vasıtasıyla aşağıdaki gibi sıralamış [4] :
Dilin sözlü, yazılı, vb. kullanımı konusundaki engellemeler:
- 1920 ve 30'larda ortaya çıkan, 1950 ve 60'larda tekrarlanan "Vatandaş Türkçe
Konuş" kampanyaları - Kürtçe'nin sözlü kullanımının yasaklanması (kimi belediyelerin getirdiği
konuşma yasakları, mahkemede Kürtçe savunma yapmak isteyen Diyarbakır Belediye
Başkanı Mehdi Zana'ya açılan dava) - 1960'lardan itibaren Kürtçe ve Lazca basılı yayınların yasaklanması vakaları
- Türkçe'den başka dillerde isim konulmasının engellenmesi
Dilin öğretimi ve kültürün korunması-geliştirilmesi önündeki engeller:
- 1927'de İmroz ve Bozcaada'da Rumca eğitimin yasaklanması
- Azınlık okullarına "Türk asıllı ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı" müdür
başyardımcıları atanması - Kürtçe, Lazca, Çerkezce, vb. dillerde eğitim yapılmaması
- Laikliğin aşırı yorumuyla Alevi ve Bektaşi derneklerinin kapatılması
Dinsel haklar konusundaki engellemeler:
- Gayrimüslimlerin dinsel hakları konusunda çıkarılan dolaylı engeller (yeni
kurumların kurulmasının engellenmesi, ruhban okullarının kapatılması, 1936
Beyannamesi, cemaat yönetim kurulu seçimlerine yapılan müdahaleler) - Alevilere yönelik baskılar (Diyanet İşleri başkanlığı'ından dışlanma,
Alevilere ait dinsel kuruluşların destek görmemesi ve hatta baskı görmesi,
Alevilere yönelik baskı ve şiddet olaylarında devlet güçlerinin pasif kalması)
Yukarıda sıralanan örneklere sebebiyet veren ve Türkiye'nin AB'ye adaylık
sürecinde başını ağrıtacağı öngörülen yasaların reforma tabi tutulması amacıyla
Ekim 2001 ve Mayıs 2004'te iki adet anayasa reformu ve (kitabın hazırlandığı
Aralık 2004 itibariyle) toplam 7 adet AB uyum paketi yürürlüğe sokulmuş durumda.
Tüm bu reformların amacı temel hak ve hürriyetleri şekillendiren maddeleri
iyileştirerek, süreçte Türkiye'nin önüne getirilebilecek yukarıdaki gibi
misallerin önüne geçmekti. Yazarın bu konudaki yorumu şu şekilde: kültürel
haklar verilmesinin dahi ülkeyi parçalayabileceğinden korkulan bir memlekette bu
tür reformlar önemli adımlar olarak değerlendirilmelidir, lakin yasaları
değiştirip iyileştirmek yetmiyor, yasa koyucular tekrar tekrar yeni yamalar
yapmak durumunda kalıyorlar çünkü uygulama değişmiyor, sistem direniyor.
Uygulamalar konusunda yazar 3 örnekolay ele alarak bu tezini ispatlıyor: Radyo
ve TV'lerde Türkçe'den farklı dillerde yayın, oldukça kısıtlı zaman dilimleri ve
tuhaf denebilecek yayın saatleriyle sınırlandırılmış, dil kurslarının faaliyete
geçmesi tabelada yazan isim veya kapıların ölçüsü gibi sebeplerle geciktirilmiş,
anadilde eğitim için dilekçe veren öğrenciler hakkında cezayla sonuçlanan
davalar açılmış ve "1936 Beyannamesi" vakasını telaffi girişimleri sonucunda
Mayıs 2004 itibariyle gayrimüslim taşınmazlarının yalnızca ,66'sı tapuya
kaydettirilebilmiştir.
TÜRKİYE'DEKİ AZINLIK UYGULAMASININ TAHLİLİ
Peki sistem neden direniyor? Önce yazarın yardımıyla temel zihniyeti
betimleyelim: millet konusunda "teklik" ve "birlik" aynı şey sanıldığı veya bile
isteye sayıldığı için, tekliği bozacağı düşünülen her türlü davranış ve hatta
farklılığın kendisi yasaklanıyor. Dolayısıyla azınlık kavramı "ülkenin bölünmez
bütünlüğü"ne tehdit olarak görülüyor. Yani gayrimüslimlere ve müslüman olup da
farklı alt kimlik sergileyenlere "bölücü" unsur olarak bakılıyor. Baskın Oran
burada söz konusu zihniyeti temelde iki ayak üstüne oturtuyor:
1)
Kuramsal temel: Alt kimlik-üst kimlik ve kan-toprak yöntemi
ilişkileri:
Asimilasyoncu bir ulus devlet olarak kurulan
Türkiye, bağlayıcı üst kimliği belirlerken Türkiye sınırlarını, topraklarını
bağlayıcı kabul etmek, yani toprak temelli bir yöntem seçmek yerine Türk etnik
kimliğine vurgu yapan bir yolu tercih etmiştir. Yani durum Osmanlı'dan
farklıdır. Yazardan alıntılayacak olursak:
Millet sistemi gereği, Osmanlı'da gayrimüslimler ikinci sınıf vatandaş
iseler de, her türlü dinsel, dilsel ve etnik vb. gruplar için kültürel haklar
(dilini kullanmak, öğretmek, dinsel özgürlük, vb.) serbestti. Devlet kimin ne
konuşup yazdığına ve öğrettiğine, ne tür bir dinsel uygulama yaptığına
karışmazdı. Çünkü imparatorluklar böyledir, bireye karışmaz ve onun denetimini
cemaate bırakır, çok ademi merkeziyetçidir.
Bunun sonucunda Osmanlı'da alt kimlikler, toprak temelli yöntemle belirlenmiş
"Osmanlı" üst kimliğine saygı göstermiştir.
1923'te cumhuriyet kurulunca muazzam bir batılılaşma/modernleşme dalgası
yaşandı ve bunun sonucunda bütün bu karışmama olayı bitti. Çünkü devletler
cemaatleri aradan çıkararak bireyle doğrudan muhatap oldu ve onu milliyetçilik
ideolojisi icabı çok yakından denetlemeye başladı. Bütün ulus-devletlerde olduğu
gibi tek dil ve tek kültür, yani asimilasyon başladı. Dönemin Batı Avrupası'nın
standardı da zaten buydu.
Türkiye'de belirlenen üst kimlik ise, alt kimliklerden biriyle aynı adı
taşıyor: Türk. Bu durum, diğer alt kimliklerin, müslüman olmamak nedeniyle çok
farklı bir alt kimlik taşıyan (ve tam da bu nedenle ne resmi uygulamalarda, ne
de gündelik yaşamda "Türk" değil de "yabancı" sayılan) gayrimüslimlerin ve
müslüman olup da farklı alt kimliklerini kuvvetle vurgulayan Kürtlerin
dışlanmasına sebep oluyor.
2) Zihniyetin Tarihsel-Siyasal temeli: Sevr
Sendromu
Türkiye'de üst kimlik reformuna direnen kimseler, bu
direnişi haklı kılabilmek için "Sevr Sendromu" olarak tanımlanan duruma
sığınıyorlar. Yani en masum kimlik talepleri bile Türkiye'yi parçalama niyeti
olarak algılanıyor. Peki parçalanma, bölünme paranoyasını besleyen sebepler
neler? Bu noktada daha da açıcı olabilmek açısından yazarın güncel bir
yazısına [5] başvuracak olursak:
2004 Ekiminde Azınlık Raporu'nun saldırıya uğramasıyla başlayan süreçte,
Türkiye dibe doğru devam ediyor. Cumhurbaşkanı Sezer'den itibaren, topluma
"yukarıdan" sürekli korku sıkılıyor: "Rejim tehlikede!". "Parçalanıyoruz!". Hiç
bu kadar resmen korkutulmamıştık.
(…)
Paniğin asıl
nedeni bir menfaat bozulmasında, Millet-i Hakime'nin dokunulmaz tahtına artık
dokunuluyor olmasında yatıyor.
1454'te kurulan Millet Sistemi'nin
egemen unsuru "Millet-i Hakime", bütün Müslümanlardı. Sistem 1839 Tanzimat'la
resmen son buldu. Ama zihnimizin "işletim sistemi" olmayı sürdürüyor. Şu farkla
ki, Cumhuriyet'le birlikte "Müslüman"ın yerini "Müslüman-Türk" aldı. Daha
doğrusu, LÂHASÜMÜT. Yani, Lâik olmak şartıyla Hanefi, Sünni, Müslüman, Türk.
Yeni Millet-i Hakime olmak için bu beş niteliğin tümüne sahip olmak şart.
Bu "kokteyl", 12 Eylülcülerin elinde "Türk-İslam Sentezi" biçimine
bürünecektir. Zaten, Malatya'daki gibi bir vahşet (testis kesme, anüs bıçaklama,
vb.) ne sadece din'le olabilirdi, ne de sadece milliyetçilikle. İkisinin
birleşmesiyle oldu. Diğer bir deyişle, halk arasındaki gayrimüslim nefreti ile
seçkinler tarafından "antiemperyalizm" markasıyla pompalanan yabancı/Batı
nefretinin füzyonuyla.
Devam edelim. Türkiye'deki İkinci Yukarıdan
Devrim yani Ekim 2001-Mayıs 2004 AB Uyum Paketleri, çeşitli alt-kimlikleri ifade
etmeyi mümkün kılarak LAHASÜMÜT'ü vurdu: Kürtçe, Arapça vs. yayın, üç büyük
dışındaki gayrimüslim vakıflarının da tanınması, din hanesinin boş bırakılması
veya beyanla doldurulması, insan haklarıyla ilgili uluslararası antlaşmaların
ulusal yasalara üstünlüğü, vs.
Bütün bunlar LAHASÜMÜT için eşitlik
düzeyine iniş demekti.
Birinci Yukarıdan Devrim yani Kemalizm
1920'lerde Aydınlanma'yı getirerek muazzam bir dönüşüm başarmıştı: a)
Yarı-feodal imparatorluktan Ulus-devlet'e; b) Cemaat'ten Ulus'a; c) Tebaa'dan
Vatandaş'a geçiş.
İkinci Yukarıdan Devrim onun devamına girişti: a)
Asimilasyoncu Ulus-devlet'ten Demokratik Devlet'e; b) Alt-kimlikleri inkâr eden
Tekçi Ulus'tan alt-kimliklere saygı gösteren Birlikçi Ulus'a; c) Devletine zorla
katlanan Mecburi Vatandaş'tan Gönüllü Vatandaş'a yani devletini seven vatandaşa
geçiş.
Kemalizm'in iki temel direğinden biri olan "Güçlü Devlet"in,
kesmeye çalıştığı ikinci temel direk "Muasır Medeniyet"e nihayet teslim olmaya
başlamasıydı bu.
Birinci'nin temsilcileri işte bu paniktendir ki
Sevr Paranoyası tepkisini veriyorlar. Oysa onlar, 1920'lerde Birinci'yi yapmış
Kemalistlerin torunları. 2000'lerde engellemeye çalıştıkları İkinci'yi
savunanlar da, Birinci'ye 1920'lerde dinsel tepki vermiş "Mürteci"lerin
torunları… Fevkalade ezber bozucu bir durum.
(…)
2007'de
şuradayız:
1920 ve 30'larda Birinci'yi yapmış ve Türkiye'ye büyük
"özgüven" aşılamış Kemalizm, bugün Türkiye'ye büyük "korku" enjekte ediyor.
Çünkü laikliği Müslüman halk, milliyetçiliği de solcu aydınlar üzerinde tahakküm
aracı olarak kullanıp herkese ne yapıp ne yapamayacağını tebliğ ettiği tahtından
eşitlik düzeyine (aslında, "eşitler arasında birincilik" düzeyine) indirilme
tehdidi altında.
2004'teki Azınlık Raporu'nun "Üst-kimlik olarak
‘Türk' parçalayıcıdır, ancak ‘Türkiyeli' birleştirici olur" demesine şiddetle
tepki göstermiş olması da bundan.
Aslında alıntıladığımız bu bölüm, yazarın kitabında yer verdiği "Sonuç"
bölümünü güncel verilerle beraber özetler nitelikte. Aktarım esnasında etraflıca
tartışma konusu yapılmamakla beraber, bütünleyici olması babında bu kısa bölüm
de sunum notlarına eklendi.
SONUÇ
Bu çalışma azınlık kavramı ve konunun tarihçesi konusunda temel bilgiler
edinebilme, Türkiye'deki yasaları, uygulamaları, zihniyeti ve gidişatı
tanıyabilme niyetiyle hazırlandı, kitabın sunduğu çerçeveden hareketle konunun
ve çalıştığımız sahnelerin etraflıca tartışıldığı bir oturum düzenlenmedi.
Dolayısıyla bu çalışma, bir tanıtım sunumu olarak değerlendirilebilir. Elbette
kitapta bu yazının değinemediği pek çok önemli nokta ve detay bulunmaktadır.
Neticede okuduğunuz aktarım notları oldukça zengin bir veriler bütününe bir
noktadan bakışla, kısa bir sunum çalışmasının iskeletini ortaya koymak
maksadıyla derlenmiştir.
İnsan Hakları Danışma Kurulu "Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu"
Raporu, Ekim 2004.
[2] Türkiye'de Azınlıklar:
Kavramlar, Teori, Lozan, İç Mevzuat, İçtihat, Uygulama, Baskın Oran, İletişim
Yayınları, 3. Baskı 2006.
[3] Yalnız, özellikle Kürtler'in
"azınlık" olarak anılmaktan ziyade "asli-kurucu unsur" olma yönünde talepleri de
vardır. Baskın Oran'ın bir söyleşisinden konuyla ilgili görüşlerini
alıntılayacak olursak:
Ne yazık ki Kürt milliyetçileri kalkıyorlar, "Biz
adımızı Anayasa'da istiyoruz, biz aslî unsuruz, biz kurucu unsuruz" vs.
diyorlar. Bu, Türk milliyetçiliğini daha da azdırıyor. (…)
Kürtlerin
ve bir miktar da Alevilerin bu talepleri tek bir şeyden geliyor: Yukarıda
bahsettiğim Millet-i Hakime zihniyeti. Onlara da feci biçimde bulaşmış
vaziyette. Azınlık dedin mi, iki şey anlıyorlar: ikinci sınıf vatandaş ve bölücü
vatandaş. Düşünmüyorlar ki kendileri aslî olursa başkaları talîdir, kendileri
kurucu olursa başkaları kurucu olmayandır. Biz Türkleri kurucu ve aslî olmaktan
çıkartmak istiyoruz, bir de Kürtleri mi kurucu ve aslî sayacağız?
Lâhavle!
Kaynak: http://www.bianet.org/2005/12/06/71166.htm
[4] Örneklerle ilgili ayrıntılar
ve referanslar için sf. 108-111.
[5] 2007: Korku ve Umut,
29.04.2007, kaynak: http://www.baskinoran.com