BGST içindeki bir kısım tiyatrocu, bugünlerde Müsahipzade Celal tiyatrosu üzerine bir araştırma çalışması yürütüyor. İçinde olduğum bu çalışmanın bize kazandırdığı en önemli şeyin Osmanlı tarihine dönük bir bilgilenme arzusu olduğunu belirtmeliyim. Tabii söz konusu olan Müsahipzade Celal’in oyunları olunca tarihin bir oyunda dekor olmaktan çıkıp nasıl hikayeleştirilebildiği karşısında şaşırmamak elde değil. Oyunlarını okudukça tarih bilgimizin ne kadar aşağı seviyelerde dolaştığını görüyor insan. Malesef Osmanlı tarihi deyince kazanılmış zaferler, kaybedilmiş savaşlar ve yapılan antlaşmalardan fazlası gelmiyor aklımıza. Neymiş, Osmanlı önce “kurulmuş”, sonra “yükselmiş”, sonra ne olduysa “duraklamış” en son olarak da “gerilemiş”, “hastalanmış” ve “dağılmış”.
Müsahipzade yüzlerce yıl öncesinin halk yaşantısını öyle renkli sunuyor ki bu oyunlar hem öyküleri ve canlı tiplemeleri itibariyle, hem de tarihsel bilgiyi dramatik bir kurgu içinde aktarabilme yeteneği ile başlı başına bir akademik araştırma konusu olabilir. Ben bu yazıda daha çok tarih anlatıcılığıyla dramatik sanatlar arasındaki ince çizgi üzerinde gezinen Müsahipzade ve onun gibi anlatıcıların özgünlüğü üzerine duracağım.
Tarihte gerçekleşen olayları, yaşayan kişileri, adet ve görenekleri ballandıra ballandıra anlattığınızda ister istemez dramatizasyona başvurursunuz. Genel eğitim sisteminin ezberciliğinin dışına çıkarak tarih derslerini zevkle takip edilir hale getiren böyle “meddah” hocalarımız yok değildir. Az sayıda da olsalar vardırlar. Böyle hocalarımızın derslerinde tarih, ezberlenilecek şeylerin ötesine geçip merakla dinlenecek bir hikayeye dönüşür. Hal böyleyken tarihi bir bilim dalı; hikaye, roman ve tiyatroyu da birer eğlencelik olarak görmek ne kadar doğru. Tarihle dram sanatı disiplinlerini birbirinden ayrı disiplinler olarak görmek yerine, yer yer kesişen, yer yer ayrışan, yer yer ise iç içe geçen dallar olarak görmek daha doğru değil mi?
Müsahipzadenin özgün yönlerinden biri, belki de en önemlisi işte burada ortaya çıkıyor. O, bir tiyatrocunun işini aşacak şekilde geçmiş dönemlerdeki halk yaşantısını bize aktarmayı bir misyon edinmiş. Müsahipzade Celal’i türünün tek örneği olarak değerlendirmek elbette yanlış olur. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi yaşayan aydınlar arasında tarihten anlatılara önem veren başka yazarlar da bulmak mümkün. Ancak bu yazarlar ve tarihçiler; yeni kurulan devletin, resmi tarihi yazarken Osmanlı’ya ikincil bir rol biçmesi ve islam öncesi Türk uygarlığının tarihini ön plana çıkarmasıyla birlikte arka plana itildiler. Günümüzde ise sinemada ve televizyon dizilerinde Osmanlı tarihinin popüler bir dramatik malzeme olarak ele alındığını görebiliyoruz. Ancak bu defa Osmanlı’nın parlak zaferlerle dolu geçmişi ön plana çıkarılarak Türk-İslam sentezinin üç kıtada nasıl büyük bir hakimiyet kurduğu vurgulanıyor.
Müsahipzade’nin oyunlarında “devlet-i al-i osman”ın şanlı zaferlerini arayanları ise büyük bir hayal kırıklığı bekliyor. Çünkü yazarımız Osmanlı’nın “yükselme” dönemini değil “duraklama”, “gerileme” ve “dağılma” dönemini konu edinmiş hep. Genellikle de halkın büyük bir sefalet ve hüsran içinde yaşadığını düşündüğümüz bu dönemleri bilakis rengarenk birer tablo olarak sunmuş bize. Bu tablo içinde de devletlû karşısında mustarip olan halktan kişileri görüyoruz. Lonca esnafını, mahalle kahvesindeki meddahı, türlü kumpaslarla genç aşıkları kavuşturan çengileri görüyoruz.
Osmanlı tarihini detaylarıyla ve halk yaşantısının olanca renkliliğiyle araştıran ve bu tarih bilgisini roman, öykü ve ansiklopedi olarak bizlere ulaştıran bir isimden daha bahsetmek yerinde olacak: Reşad Ekrem Koçu. 1905 yılında doğup 1975 yılında hayata gözlerine yuman bu tarihçimizin özelliği, tarihi sevdirmek ve popülerleştirmek yolunda hayatını vakfetmesi. Kendisi o kadar titiz bir araştırmacı ki kaynakları arasında mahkeme kayıtları, casus raporları ve ünlü meddahların tuttuğu notlar bile var. Reşad Ekrem Koçu da Müsahipzade Celal gibi, 16. Yüzyıl ve sonrasında yaşanan ilginç olaylara ve toplumsal yaşantısının detaylarına ilgi duyuyordu. Sağlam kaynaklardan derlediği bilgileri bir meddah edasıyla hikaye ediyor, sadece devlet katından kişilerin değil, hırsızından celladına, hamamcısından köçeğine binbir türlü insanın yaşamını hikaye ediyordu. Müsahipzade Celal bu hikaye etme işni tiyatrocu kimliğiyle yaparken Reşad Ekrem Koçu, bu anlatıcılığı tarihçi kimliğiyle yapmıştı.
Reşat Ekrem Koçu’nun öykülerini ve romanlarını okurken bir Müsahipzade Celal oyununu okurken edindiğiniz izlenime benzer bir izlemine kapılıyorsunuz. Ve aklınızın bir köşesine şu soru takılıyor: “Bunlar gerçekten olmuş mudur acaba, bunun ne kadarı kurgu?” İşte tarih disiplini ile tiyatro disiplini arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor. Tarihçi öyküleme yoluna giderken gerçekleri çarpıtma, tahrip etme özgürlüğüne sahip değil. (Tabii milliyetçi çarpıtmalarla tarihimizin günümüzde de yeni baştan yalanlarla yazıldığı gerçeğini bir kenara bırakıyorum. Hiçbir zaman tam anlamıyla objektif olamasa da objektifliği bir ideal olarak çalışma masasının ufuk çizgisine yerleştiren bir tarihçiden bahsediyorum.) Diğer disiplin, yani tiyatro ise tarihi konu edinen bir oyun kurarken gerçeklerde ufak oynamalar yapma lüksüne sahip. Bunu Shakespeare’in yaptığı gibi Müsahipzade’nin de biraz yaptığını biliyor ve 21. Yüzyıl okuyucusu olarak hoş görüyoruz. Çünkü bize sunduğu öykülere müteşekkiriz. O, meddahların yaptığı işi titiz bir zanaatkar edasıyla yapıyor. Titizlikle araştırdığı giyim, konuşma tarzlarını, eğlenceleri, oyunları, tarihi karakterleri yansıtıyor. Hatta öyle ki bazen tek bir karakterle Osmanlı İmparatorluğu’nun temel çelişkilerinden birini yakalayabiliyoruz. Müsahipzade’nin oyunlarındaki birçok karakter bu özelliğe sahip. İki tanesini de biz örnekleyelim…
Bunlardan biri “Dölsüz Yunus”. Yeni kıtaların keşfi, kapitalizmin doğuşu, ticaret yollarının değişmesi nedeniyle Osmanlı ticareti ciddi bir darbe yemiş. Osmanlı’nın tımar sistemi çökmüş. Çiftini bozan köylüler kentlere akın etmiş. Ortalık işsiz güçsüz kaynıyor. Bu durum özellikle 16. Yüzyıldan itibaren İstanbul gibi büyük kentlerde hırsızlık, gasp, insan kaçırma, ırza geçme gibi adi suçlarda önemli bir gelişmeye neden oluyor. İşte buna önlem olarak çiftini bozanları geri döndürmek için devlet tarafından caydırıcı bir tedbir alınmış: çift bozan vergisi. Eğer çiftini bozalı 20 yıldan fazla geçtiğini ispatlayamazsan köye geri gönderiliyorsun, ispatlarsan da şehirde yaşamak için fazladan vergi veriyorsun. Dölsüz Yunus da bu anlamda vergi mükellefi. Uşağı olduğu beyzade ölünce de kızına vasi olmuş. Vasi iken onunla evlenip malına mülküne konma hevesinde bir zat…
Bir diğer örnek de “Tas Götü Kel Kaytas”. Gülmeyin, tarihte III. Ahmed döneminde yaşamış böyle bir şahsiyet var. Görevi kellerden vergi toplamak. Sakın deli meli sanmayın, elinde padişah fermanı var. Osmanlı’da askerlik kutsal diye bilenler biraz şaşıracak, ama imparatorluk topraklarında askerden kaçmaya çalışan pek çokmuş. Askerlikten muaf olabilmek için kafayı kazıtıp “kelim” diyenlere çok rastlanıyormuş. Hatta bazen bütün bir köyün kafasını kazıtıp, “bizde kellik hastalığı var” dediği olurmuş. Buna engel olmak için çıkarılmış bir vergi bu “kellik vergisi”. Ta Yavuz Sultan Selim döneminde çıkarılmış, ama sonraları pek uygulanmamış. İşte bu III. Ahmed döneminde asker kaçakları tekrar artınca Kaytas isimli bir zatın eline bu ferman verilerek kel avcılığına çıkarılmış. Zatın adı Kaytas ama lakabı “Kel Kaytas”. Çünkü kendisi de kel. Hatta tam adı “Tas Götü Kel Kaytas”, çünkü onun keli “tas götü” sınıfına giriyor. Osmanlı, her kel türünden farklı haraç kesiyor. “Tas götü kel” şu kadar akçe, “kazan yaması kel” bu kadar akçe, “kaz otlağı kel” bu kadar akçe diye de bir liste çıkarmışlar. Bizim Müsahipzade bu şaka gibi devlet fermanını oyununa yerleştirmez mi, bu fırsatı tabiî ki de kaçırmaz. Yazdığı son büyük oyun olan Balaban Ağa’da olaylar bir şekilde gelişirken bu Kaytas tipi sürekli koşturup duruyor. Keller de yerinde durmuyor hani, yaman kaçıyorlar. Kaçmayıp saklananlar hariç. Bir tanesi de kente düzen getirmeye yeminli Subaşı Balaban Ağa. Ama Subaşılıktan azledildiğini duyar duymaz Kaytas onun da peşine düşüyor.
Müsahipzade Celal, Reşad Ekrem Koçu gibi isimler bize günümüzde mumla arar hale geldiğimiz meddah kültürünün gelişkin örneklerini sunuyorlar. Diğer yandan da tarihin farklı dönemlerindeki toplum yaşayışını gözler önüne sererek günümüzle kıyaslamamızı sağlıyorlar.