Ahmet Kaya ve onun müziği ile tanışmam 25 yıl öncesine uzanır. O zamanlar sıkı bir özgün müzik dinleyicisiydim. Liseden arkadaşlarla anne babalarımızın evde olmadığı akşamları fırsat bilip birimizin evinde buluşurduk. Yeni Türkü, Çağdaş Türkü, Ezginin Günlüğü ve Zülfü Livaneli şarkılarının eşlik ettiği sohbetli gecelerimiz mutlaka bir Ahmet Kaya şarkısı ile son bulurdu. En gözde şarkılarımız “Şafak Türküsü” (Şafak Türküsü, 1986) ve “Hani Benim Gençliğim” (Yorgun Demokrat, 1987) idi. Bu müziklerle tanışmamız bir abla veya ağabey vesilesiyle olmuştur. Çoğumuzun ablası ya da ağabeyi üniversite öğrencisiydi ve zamanın sol görüşlü pek çok öğrencisi gibi ya bir dernek bünyesindeki halk dansları çalışmasına ya da bir kültür merkezinin müzik ya da tiyatro kurslarına katılıyorlardı.

90’lı yılların başında üniversitede okumak üzere İzmir’den İstanbul’a geldiğimde, lise arkadaşlarımla yaptığımız o küçük kaçamaklar gibi özgün müzik sevdam da son bulmuştu. Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nden Kardeş Türküler’e uzanan yıllarda hayata bakışım gibi dinlediğim müzikler de değişti. Bu topraklarda yaşayan farklı halkların müziklerini kendi dillerinden dinlemeye başladığımızda, şimdiye dek yapılan müzikleri de bu kulakla değerlendirir olduk. Dünya halk şarkılarını seslendirmek ve dünya halklarının kardeşliğinden bahsetmek dünya barışı adına önemli bir katkıydı elbette ama yaşadığımız coğrafyanın farklı seslerine kulak tıkarken kardeşlikten bahsetmek ne kadar gerçekçiydi? Yeni Türkü gibi grupların ve özellikle Zülfü Livaneli’nin müziklerinin yaslandığı Akdeniz lirizmi daha çok Batılı kentli kesimlerin duyarlılığına hitap ediyordu. Özgün müzik dünyasından isimlerin çoğu 90’ların değişen politik ve kültürel iklimine ayak uyduramadı. Halk şarkılarının çok seslendirilmesi adına, Çağdaş Halk Müziği adı altında yapılan çalışmalar ise Türk halk müziği paradigması dışına taşınamadı. Bu noktada Ahmet Kaya, vokal üslubundan şarkılarında işlediği temalara, hitap ettiği dinleyici kesiminden konserlerinde verdiği mesajlara dek diğerlerinden ayrışmaktaydı. Her yaptığı albüm yüz binlerce satıyor, hemen her albümü yasaklanıyor, Anadolu’nun birçok şehrinde konser vermesine izin verilmiyordu. Konser izni verilmemesinin gerekçesi, konserlerinde çıkan olaylar olarak gösteriliyordu. 1990 yılında Gülhane Parkı’nda verdiği konsere ben gitmemiştim ama gidenlerden konserin “olaylı” geçtiğini duymuştum. Sahnede boynuna doladığı sarı-kırmızı-yeşil poşisiyle, yaptığı zafer işaretiyle Ahmet Kaya Kürt kimliğini belki ilk kez bu denli açık biçimde vurgulamıştı. Konserin hemen ardından “bölücülük” propagandası yaptığı gerekçesiyle göz altına alındı. O zamanlar Gülhane Parkı ücretsiz halk konserlerinin düzenlendiği bir alandı. Pahalı konser mekanlarına gelemeyen yoksul kesimin hayran olduğu sanatçıları canlı izlemesi için önemli bir fırsattı. Bu konserin hemen ardından Nokta (Temmuz 1990) dergisinde yayınlanan “Mahallede Devrim Var” adlı yazıda Can Kozanoğlu, Ahmet Kaya’nın dinleyici profiline dair çok önemli ipuçları veriyor:

“Kentlerin yoksul mahallelerinde bir kuşak yeni kimliğine, devrimci kimliğine sımsıkı sarılıyor. Bu yoksul kuşak ‘devrimciyiz’ diyor, ‘Başkaldırıyorum’ şarkısını çok seviyor, şiddeti mecburi yön olarak görüyor ve devrim sonrasının hayallerini kuruyor.”

Bir kısmı İstanbul’a çocukken gelmiş ama çoğu ikinci kuşak İstanbullu olan bu gençler, mahallelerinin dışına çıktıklarında ancak olay çıkararak seslerini duyurabildiklerini düşünüyorlardı. Ahmet Kaya onlar için seslerini duyurabilmenin bir yoluydu. Yazıda gündeme gelmiyordu ama rahatlıkla tahmin edileceği gibi bu gençlerin büyük çoğunluğu yeni politize olmaya başlayan Kürt gençleriydi. Politik kimliklerinin oluşumunda Ahmet Kaya’nın “Şafak Türküsü,” “Hani Benim Gençliğim,” “Başkaldırıyorum” ve hepsinden önemlisi “Adı Bahtiyar” şarkılarını sayıyorlardı. “Diyarbakırlıymış, adı Bahtiyar / Suçu saz çalmakmış, öğrendiğim kadar...” Bahtiyar, bu gençlerin kod adıydı.

1990’lı yıllar boyunca ivmelenerek süren Kürt hareketi beraberinde kimlik temelli bir mücadele sürecini de getirdi. Ahmet Kaya’yı tekrar 1994 yılında yayınladığı Şarkılarım Dağlara albümü ile dinlemeye başladım. O dönemlerde yapılan söyleşilerinde Ahmet Kaya artık “Türkiye’nin Güneydoğu sorunundan” bahsediyor, “Türk-Kürt kardeştir” diyor, gencecik insanların, askerlerin, gerillaların dağlarda öldüğünü ve albüme bu nedenle Şarkılarım Dağlara adını verdiğini ifade ediyordu. Albümdeki “Mavi’nin Türküsü,” “Ağladıkça” gibi şarkılar da bu duyarlılığın ürünleriydi. Ne var ki, Ahmet Kaya, ölümünden sonra yayınlanan Hoşçakalın Gözüm (2001) albümündeki “Karwan” adlı şarkısı hariç hiçbir albümünde Kürtçe okumadı. Röportajlarında Kürtçe bilmediği için Kürtçe şarkı söylemediğini belirtmekle yetindi. Belki de kendince doğru zamanı beklemişti. 1999 yılına gelindiğinde –bizim de de dahil olduğumuz- pek çok müzisyen ve müzik grubu Kürtçe şarkı söylüyordu. Kimi yasaklanıyor, kimi sansüre uğruyordu gerçi ama artık Türkiye’de en azından “Kürtler yoktur” tezi geri dönülmez biçimde sarsılmaya başlamıştı. Magazin Gazetecileri Derneği’nin düzenlediği gecede yılın sanatçısı ödülünü alan Ahmet Kaya konuşmasını yapmak üzere sahneye çıktığında belki kimse ondan böyle bir çıkış beklemiyordu:

 “Önümüzdeki kasette, Kürt asıllı olduğum için, Kürtçe bir şarkı yapıyorum ve Kürtçe bir de klip çekiyorum. Ve bu klibi yayınlayacak yürekli insanlar olduğunu da biliyorum. Yayınlamazlarsa, Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını da biliyorum.”

Bu meydan okumaya verilen yanıtın bedeli çok ağır oldu. Bugün de gündeme oturan ve çokça tartışılan o gecedeki milliyetçi-faşist hezeyan korosunda kimler vardı, kimler yoktu? O gece tartışıladursun, Ahmet Kaya’yı asıl sürgünde ölüme götüren süreç, basında hakkında yürütülen linç kampanyası ve bu ortamın getirdiği yalnız bırakılma olmuştur.

Ahmet Kaya ile ikinci kez –ama bu sefer gerçek anlamda- tanışmam 2000 yılının 1 Eylül’ünde Almanya’da düzenlenen bir festivalde oldu. Kardeş Türküler olarak biz de davetliydik festivale. Haber göndermiş; bizi yanına çağırıyordu. Odasında heyecanla nasıl karşısına dizildiğimizi hiç unutamam. “İstanbul kokuyorsunuz,” demişti bize. Ve eklemişti: “Bir gün mutlaka döneceğim.” Bu, onu ilk görüşümüzdü. Keşke son olmasaydı…

Ahmet Kaya’nın anısına yapılan Dinle Sevgili Ülkem (2002) albümüne biz de bir şarkıyla katkıda bulunduk: “Mavi’nin Türküsü.” O günden beri de bu şarkıyı konserlerimizde söyleriz. Ahmet Kaya’nın adına şarkı yaktığı Mavi, dağlarda yitirilen gencecik bir gerillaydı belki ama biz bu şarkıyı hep Ahmet Kaya’ya hitaben söyledik. 2002 yılında Diyarbakır’daki bir konserde “Mavi’nin Türküsü”nü binlerce kişi ile birlikte söylediğimizde ilk kez sahnede ağladım. Ve Ahmet Kaya’yı neden severek dinlediğimi o gün daha iyi anladım.

Ahmet Kaya bu günlerde –kendisine verilen ödülden, MGD gecesinde ona kimin saldırdığına, mezarının taşınıp taşınmayacağına dek- bir çok tartışma ile yine gündemde. Geçtiğimiz günlerde, tam da Ahmet Kaya’nın doğum gününde, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünün müzik dalında Ahmet Kaya’ya vereceği açıklandı. 28 Ekim 2013 tarihli Radikal gazetesinde haber, Cumhurbaşkanlığı resmi sitesinden alıntıyla şöyle duyuruldu:

“Müziği, yorumu ve söylemiyle farklı görüşlerden çok sayıda insanı biraraya getirdiği gerekçesiyle, Müzik alanında merhum Ahmet Kaya’ya verilmesini uygun görmüşlerdir.”

Aynı haberin devamında şöyle deniyor:

“Cumhurbaşkanlığı Basın Merkezi'nden yapılan açıklamaya göre, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü Yönetmeliği’nde, hizmet ve eserleri ile Türk kültür ve sanat hayatına önemli katkılarda bulunan, Türkiye'nin kültür ve sanatının yüceltilmesine çalışan Türk vatandaşı ve yabancı uyruklu kişileri veya kurumları, Devlet adına onurlandırmak ve özendirmek amacıyla Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verilmesinin öngörüldüğü belirtildi.”  

Ne diyelim? Ödülün gerekçesi doğru ama ödülü veren zihniyet değişmedikçe neylemişim sarayı köşkü? Ahmet Kaya, Kürt olduğunu açıkladığı ve Kürtlerin bu ülkede zorla Türk yapılmak zorunda bırakılmayacağı günlerin gelmesi umudunu kaybetmediği için linç edilmedi mi? Üstelik aradan 14 yıl geçmiş. Ortada ne görülmüş bir dava, ne verilmiş bir ceza var. Şimdi de MGD gecesinde yaşanan hezeyana katılan 3-5 sanatçı üzerinden hesap soruluyor görüntüsü veriliyor. Hatta bir taşla iki kuş vurularak o gece Ahmet Kaya’ya saldıranların Gezi’de hükümete “saldıranlarla” aynı olduğu ilan ediliyor. Güya o gece Ahmet Kaya’ya çatal bıçak fırlatan faşist ulusalcı cephe, 2013’te de toplaşmış, bu sefer tava tencere ile sokaklara dökülüyor. Lakin bu politik taktik pek tutmuyor.

Ne Şivan Perwer ne de bir başkası, bugün Kürt ve Türk gençliğinin idolü haline gelmiş bir Ahmet Kaya’dan bahsediyoruz. Ahmet Kaya’yı politik malzeme olarak kullanmak o kadar kolay değil. Mezarını Türkiye’ye getirip “bir başka başarıya” imza atmaya soyunan hükümete Gülten Kaya’nın her zamanki sağlam duruşuyla verdiği yanıt çok net:

“Tarih bize rağmen yazılır, bu tarih böyle yazılmıştır. Bir ülke bir sanatçısını anadilde şarkı söylemek uğruna sürgüne yollamıştır, sürgünde yok etmiştir. Biz bu tarihi değiştiremeyiz. Nerede olursa olsun tarihe not düşülmüştür. Bir daha bunun kimseye yapılmaması adına tarihi değiştirmemek gerekiyor, bu ülke yeter ki ayıplarıyla yüzleşsin. Ben bunu söylüyorum, Ahmet Kaya şimdilik sürgünde kalacak.”

Son günlerin popüler sorusu: Ahmet Kaya bugün yaşasa nerede olurdu? Diyarbakır’da Şivan Perwer ile düet mi yapardı? Gezi’de mi olurdu yoksa onun karşısında mı? Ahmet Kaya hemen hemen bütün söyleşilerinde politik duruşunu şu üç kelimeyle özetlemiş: “Ben devrimciyim, demokratım, solcuyum.” Bugün, bu üç kelime nerede yanyana gelirse Ahmet Kaya orada olurdu.

Yapabilen beri gelsin…

**

Bundan sonraki bölümlerde, Ahmet Kaya’nın yaşadığı dönemde kendisi ve müziği etrafında yürüyen belli başlı tartışmalara göz atmaya çalışacağım. Bu çalışmam için bana Ahmet Kaya arşivini açan sevgili Gülten Kaya ve Gam Müzik çalışanlarına teşekkür ederim.