...wek tûrikên derwêşan

dinya/mala me li ser piştan...

(...dervişin heyebesi misali

evimiz/dünyamız sırtımızda...)

Üç yüzyıl önce Fırat'ın öte yanından Orta Anadolu'ya göç eden akrabalarımın hallerini, hazırlıksız ve üryan yolculuklarını anlatarak başlayayım anadilimle arkadaşlığıma. Öncelikle, büyüklerimizin ve sınırlı da olsa bazı yazılı kaynakların yalancısıyım. Bu nedenle, göçün sebeplerine dair anlatıların tarihsel güvenirliliği eksik olsa da yaşananların aşağı yukarı bu minvalde seyrettiğini söylersem yanlış olmaz herhalde. Evet,  öyle ya da böyle bu insanlar heybelerindeki değerli eşyalarını, hayvanlarını yanlarına alarak onca yolu memleketlerini bırakma pahasına kat etmek durumunda kalmışlar ve kendilerini bir maceranın ortasında bulmuşlar.

17.yüzyılın sonlarında Adıyaman (Semsur)- Urfa (Riha) mıntıkasından Orta Anadolu'ya göç etmiş bizimkiler. Orta Anadolu o zamanlar özellikle Rum nüfusun yoğun yaşadığı bir coğrafya olmakla birlikte, zamanla Rumlar taşradan şehirlere göç etmeye başlamışlar. (Ekonomik nedenlerden kaynaklandığı söylenen bu göçlerin sebeplerine Osmanlının türlü ayak oyunlarını da katmakta fayda var). Bu dönem aynı zamanda Osmanlı ile İran Safevi hükümdarlığı arasında hegemonya savaşının yaşandığı bir ana tekabül ediyor ve imparatorluk Orta Anadolu gibi bir geçiş bölgesini Sünni Müslüman nüfusla güvenli bir bölge haline getirmek istiyor. Alevi Türk-Kürt nüfusun Osmanlının  'başına bela' olduğu bu dönemde imparatorluğun güvenlik politikalarından bizim gibi bazı Kürt Sünni aşiretler de 'rakip' mağdurlar olarak paylarını alıyorlar.

Kızılırmak'ın hemen kenarına kuruluyorlar bizim aşiretler. Günümüzde ırmağın karşı tarafında Keskin ve Kaman ilçeleri konuşlanmış durumda. Türk nüfusun yanı sıra Abdal nüfusunun da yoğun yaşadığı bu bölge kültürel çeşitliliğiyle gerçekten ayrı bir araştırma konusudur. Ah keşke tarihi geriye doğru sarabilseydik, kim bilir nelerle karşılaşırdık. Örneğin, hemen köyün karşısında Tatar köyleri, Bilikîler dediğimiz yine Kürtçe konuşan ancak şivelerinden dolayı başka bölgelerden geldikleri bilinen Kürtler, köyümüzün bağlı olduğu Bala ilçesinin merkezindeki Çerkezler ve daha neler neler...

Çocukluğum siyasi çalkantıların çokça yaşandığı yetmişli yıllara denk düşer. 12 Eylül öncesi ve sonrası, asayiş hastalığının köylere kadar yayıldığı sıkıntılı yıllardı. Köye karakol kurulmuş dolayısıyla devlet gözünün taşra bekçileri 'cenderme'lerin (Jandarma) tedirginliği üzerimizdeydi. Okul öğretmenlerimizin bir kısmı 'vatandaş Türkçe konuş' şiarını ikna yoluyla, köy ahalisi ile kurulan sıcak ilişkilerin içine yedirerek yürütürlerdi. Büyüklerle konuştuklarında Kürtçe ile mecburi bir barışıklık içindelerdi lakin söz konusu çocuklar olunca ansızın Cumhuriyet neslinin neferleri oluveriyorlardı. Kendinden emin 'efendimis!' öğretmenler ise büyüklerin Kürtçe konuşmalarına bile tahammül edemiyorlardı. Giyim kuşamları, kibirli halleri ile Kristof Kolomb'un çocukları gibiydiler.

...emê şopa dîroka xwe têxin tûrik dev girêdin

hemû kelam û çîrokan bernedin ha dê birevin

ew kûpa zêrîn e bo me Hezîna Karûn li ber çi ye

li her alî biparêzin alemê pê bihesînin...

(...geçmişimizi, kelamlarımızı,masallarımızı

koyalım heybemize ağzını sımsıkı bağlayalım

kaçmasınlar ki onlar küpler dolusu altın bize

karun hazinesi neyimize aman göz kulak olalım heryerde...)

Üç yüz yılın sonunda 'ana memleket' ile bağlarımızdan eser kalmamıştı. Gündelik hayatta anadilin kullanılması ile birlikte özellikle genç kuşakta gramer bozuklukları, cümle içinde Türkçe kelimelerin arttığı bozuk bir Kürtçe hâkim hale gelmişti. Nasıl olabilirdi ki; bir taraftan ıraklaşmadan kaynaklanan kadim kültürlerinin yeniden üretimi durmuş diğer taraftan Kürtçeye hiç bir alanda geçit verilmemiş, radyo-televizyon zapt u rapt, gazeteler yayınlar sağır. Dolayısıyla bazı istisnalar dışında bizim dışımızdaki Kürtlerden pek haberdar değildik. Dedem muhtar olduğu için köye gelen bürokratlar, memurlar ya da seyyar satıcılar, toptancılar bizim evde ikamet ederlerdi. Seyyar satıcılardan bazıları Antepli Kürtlerdi. Onlarla şivede kısmi zorluklar çeksek de Kürtçe konuşurduk. Trajikomik durumlar da yaşanmıyor değildi. Örneğin TRT'de İzzet Altınmeşe gibi Kürt müzisyenler Kürtçe, Ermenice ya da Süryanice birçok türküyü Türkçe okurlardı. Bu türkülerin bazılarında herhalde çevirinin de elvermemesinden dolayı arada Kürtçe kelimeler (örneğin 'derdim yek bû oldu sed hezar/derdim birdi oldu yüz bin) kullanırlardı ve bu hal bile bizi çok heyecanlandırırdı. Ne de olsa devletin televizyonunda -kırıntı derecesinde de olsa-  kendi anadilimizi duyuyor ve gururlanıyorduk.

Ortaokul çağındayken, Ankara'da okuyan amcam bir gün Kürtçe bir kaset getirdi. Kopyalana kopyalana ses cazır cuzur gelse de işte o ses... o dil... bizimdi. Şivan Perwer'in Ey Ferat kasediydi. Amcam Ankara'da siyasi işlere de bulaşmış, Kürt uyanışına tanık olmuş ve siyasete merak salmıştı. Köy ziyaretlerinde gençlerle tandırlarda, ambarlarda gizlice bir araya gelip siyasi tartışmalar eşliğinde bu yegâne kaydı dinlerler, biz de gizlilik konusunda yeterli güveni vermek şartı ile bu ortamlara katılırdık. Amcamların gözünde her birimiz örgütlenmeye açık birer beyaz sayfa idik. Kulak sürekli kirişte tedirginlik içinde durmadan bu kaset dinlenirdi. Dedemin muhtarlığından dolayı cendermeler (jandarmalar) eve gelebilir, sokakta geziniyor olabilirlerdi. Bir de köyde kuşkulandığımız ajanımsı bir köylümüz vardı. Bazen bir araya geldiğimizde ağzımızdan laf almaya çalışır, amcamlardan teyzemlerden çok kuşkulanırdı. Amcamlar köyün duvarlarına Kürtçe Türkçe karışık sloganlar da yazmaya başlamışlardı. Devletin köydeki temsilcisi olan dedemle bu yüzden çok kavga ederlerdi. Bu arada Ankara'daki teyzemin oğlu uzak kıtaları da çeken pilli bir el radyosu getirmişti. Sabahlara kadar radyo frekanslarının sırtlarına biner diyar diyar gezerdik. Anadilimizin peşine düşmüş heyecan dolu oyunculardık. Frekans gücü zayıf da olsa bir iki kere bu radyoların (muhtemelen Erivan ya da Bağdat radyosu idi) izine rastlamıştık. 

12 Eylül'den sonra amcam doğabilecek siyasi risklerden dolayı Almanya'ya gitti. Ben de ortaokul ve liseyi okumak için ailemle Ankara'ya yerleştim. Taşradan şehre göç eden, modern dünyanın nimetlerinden faydalanmak isteyen bir Kürt olarak o dönem için 'olağan' sayılabilecek bir takım sıkıntılar çekiyordum. Türkçe aksanım çok kötüydü! Seksenli yılların sonlarında kendini iyice hissettiren kimlik mücadelesini biraz uzaktan takip etmemden de kaynaklanan bu 'kompleksli' hal ben ve benim gibi birçok okuryazar Orta Anadolu kürdünü ister istemez düzgün- resmi şiveyle Türkçe konuşma telaşına sevk etmişti. Türkçe konuşurken bendeki ikinci bir ben, cümlelerin düzenini ve aksanı kontrol ediyor ve tuhaf hallere giriyordum. Oysa Kürdistan’dan gelen gençler bu aksan tedrisatını çok abartmıyorlardı. Lakin okuryazar kürtlerin anadillerini akraba ortamları dışında bir kenara bıraktıklarını da söylemem gerekiyor. Kimliğimizin dili Kürtçe iken aydınlanmanın, okumanın dili çoğumuz için Türkçeydi.

1989'da üniversitede okumak için İstanbul’a geldim. Kimlik siyasetinin Kürtler dışında diğer halklara da bulaştığı, farklı dillerde yayınların, albümlerin çıktığı bir ortam vardı. Ama halen temkin elden bırakılmamıştı. Örneğin, Kürtçe kasetler o zamanlar otobüs garı olan Topkapı'da bir iki kasetçide satılırdı ve bütün kürtçe kasetlerin kapağında bir çocuk resmi vardı. 'Bu masum ve tehlike içermeyen bir albümdür' dedirten bu albümleri satan kasetçi kendisi ile kürtçe konuşunca rahatlar ve portföyünü size açardı. İlerleyen yıllarda kimliğim ile olan 'mağrur ama tamamlanmamış' ilişkim barışmaya başladı. Özellikle Kardeş Türküler projesinin ortaya çıkmasıyla anadilde konuşma duyarlılığı ve özgüveni gelişmeye başlamıştı. Şiveli Türkçe konuşma doğal bir şeydi hatta o yıllarda dinlediğimiz Jamaikalı Bob Marleyler ya da Afro-amerikan müzisyenler de İngilizceyi kendi aksanlarında konuşuyorlardı... Kimisi ayrımcılığa uğramalarına tepki olarak İngilizceyi özellikle bozuyorlardı. Ne de olsa üstlerine kalmış bir sömürge diliydi...

...Çavê dinyê keskesor e em jî jêne way fêm kirin

yê nabînin wele korin kefâ xwe bi korebê tînin

guh nede 'ser leqleqiyo' torbên wî boş û valan e

tu tûrikê tijî ke bi rengê hemû der û doran...

(...dünya gözü gökkuşağı bir rengi de bize emanet

boşver gözü görmeyeni körebe oynayıp dursun

kulak asma lagalugalarına onların heybeleri boş

biz dolduralım heybemizi her yerle her renkle...)

Tarihin makarasını geriye sarıp geçmiş hallerimi, Gabriel Garcia Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık kitabındaki fantastik ruh haline sığınarak yeniden yaşamayı denedim. Ulus devlet mezalimi ile modernizmin geleneksel/arkaik değerlere kibirli yaklaşımını bir kenara bırakıp ninemlerin doğal bilgeliklerini anımsamaya başladım.  Bir de, insan ilişkilerine hapsolmuş şehir hayatının yanına doğa ile muhabbeti koymayınca iyi mayalanmıyordu yaşam hamurumuz. Demokratik ekolojik toplum hayali böyle bir şeydi herhalde... 

Anadil meselesine tekrar dönecek olursak;  kimliğimizin sandığında saklanıp korunacak bir şey değildi... İşleyen demir pas tutmaz misali düzenli olarak kullanmak gerekiyordu... Maazallah bize küser, yavaş yavaş iç konuşmalarımızdan izin ister, zamanla da hafızamızı terk-i diyar eder...