Artık hepimiz biliyoruz ki, dünyada hangi konu, “belirli gün ve haftalar” çerçevesinde ele alınıp kutlanıyorsa, öyle ya da böyle mutlaka o konuya dair bir sorun yaşanıyordur. Mesela, “insan hakları günü”, “dünya engelliler günü”, “dünya kadınlar günü”, “gazeteciler günü”, “çevre haftası”, “dünya barış günü”, ... Bu özel gün ve haftalardan hangi birine baksanız, onunla ilgili bir sürü sorun sıralayabilirsiniz. 21 Şubat günü de, “dünya anadil günü” olarak kabul ediliyor. Milyonlarca insanın anadilini hâlâ özgürce kullanamadığı bu çağda, anadile de böyle özel bir gün ayrılmasına şaşırmamak lazım, cümleten kutlu olsun…
Günümüzde, yaşadığı coğrafyada kendi anadiline özgürlük tanınmadığı için, anadilinde eğitim göremediği için mağduriyet yaşayan milyonlarca insan var. Oysa anadil, bebeği anneye bağlayan göbek bağı gibi, adı üzerinde, başlangıçta önce anayla kurulan ilk iletişimin dili, sonra yakın çevreden, daha sonra da sosyal çevreden öğreniliyor. İnsanın bilinçaltının en gizil dehlizlerine kadar inen, kendisiyle, yakın çevresiyle ve toplumla en güçlü bağlarını kuran iletişimin adı, “anadil”. Ayrıca evrensel hukuk kurallarında, bir bireyin anadilinin engellenmesi, en büyük insan hakkı ihlâllerinden biri...
Benim ailemin 50’li yıllarda Türkiye’ye göçüp geldiği Balkanlar, binlerce yıldır farklı dillerin bir arada konuşulduğu yerler. Ne yazık ki bu yerler, tek tipleştirici politikalarla farklılıkların yok edilmeye çalışıldığı zamanları da görüp yaşamış. Farklılıkların ya da özgürlüklerin yok edilmesiyle hiçbir murada erilemeyeceğini, hiçbir zaferin kazanılamayacağını da yine ne yazık ki çok ağır bedellerle tecrübe etmiş. Balkanların tarihi, biraz da bu bedellerin yürek yakan hikâyeleriyle doludur ya, bu yazıda niyetim Balkan tarihine özgü acı dolu hikâyeler anlatmak değil; 2013’ün 21 Şubat’ında, farklılıkların özgürlüğüne saygı duyulma çağlarının çoktan geldiğini bir kez daha vurgulayarak anadil konusuna, içinden geldiğim Balkan kültüründen çokdilli bir Balkan şarkısıyla ufak bir katkı sunabilmek.
Şarkımızın hikâyesine geçmeden önce, bu şarkıları göç yollarında oradan oraya taşıyan Balkan halklarından biri olan kendi ailemin hikâyesine doğru çok kısa bir yolculuk yapalım. Annemle babam, 1957 senesinde Balkanlardan Türkiye’ye göç etmiş. Yaşadıkları zaman boyunca kimlik kartlarında yazan “1934/Ustrumca-Yugoslavya” doğumlu oldukları bilgisi, bugün sessizce yan yana uzandıkları toprakta, başuçlarındaki mermer taşlarda yazıyor. Yani bugün ne onlar yaşıyor, ne de Yugoslavya diye bir ülke… Hepsi, bugün onları merak eden torunlarına anlattığımız değerli hatıralardan ibaret...
Büyük büyük dedelerimin macerasını bilmiyorum ama annemle babam, Makedonya’da Ustrumca şehrine bağlı bir köy olan “Çanaklı”da dünyaya gelmişler. Çanaklı ismi, Türkçe bir isim. Bu köyde Makedon halk da yaşamasına rağmen Türk kökenliler çoğunlukta olduğu için, köye Türkçe bir isim verilmiş ki, genellikle bu durum, Balkanlarda bugün de bu yönde uygulanıyor. Türklerin nüfus açısından çoğunlukta olduğu bölgelerde Türkçeye öncelik tanınıyor ve Türkçe de gündelik iletişimin doğal bir parçası. Geçen yaz bir televizyon programının çekimleri için Ustrumca’ya gitmiştik. Bugün oralarda Türk kökenli pek kimse kalmamış olsa da, Çanaklı köyü hâlâ yerli yerinde ve köyün adının halen “Çanaklı” olarak geçmesi, koskoca bir geçmişin hatırası adına ufacık da olsa hoş bir teselli.
Annem, oralardan açılmış her söze, “biz memleketteyken” ya da “bizim memleketin” diye başladığı için, çocukluğumda uzunca bir zaman, bizimkilerin geldiği ülkenin adının “Memleket” olduğunu zannetmişimdir. 1957’de oradan gelmişlerdi ama, peki oralara ne zaman gitmişlerdi? Aslında bunun cevabını onlar da tam olarak bilmiyordu. Dedeleri, neneleri hep o coğrafyada doğmuştu, mezarları oradaydı ve sıklıkla söylenen şey, buralara Anadolu’dan, Karaman ülkesinden geldikleri bilgisiydi… Ustrumca’da yaşadıkları yüzyıllar boyunca da, Anadolu’yu hiç unutmamışlar ve Türkçe konuşmuşlardı. Elbette Ustrumca’da konuşulan Makedonca’yı da öğrenmişlerdi, hatta babam, askerliğini Yugoslavya ordusunda yaptığı için Sırpça da öğrenmişti, ama anadillerine de o kadar sıkı bağlanmışlardı ki, dillerinde 13. yy Anadolu Türkçesinden kalma kelimeler bile yaşamayı başarmıştı. Örneğin, annemin bana bahçedeki çiçekleri “suvarma”mı söylemesi, arkadaşlarımla “bile gezmek” için sokağa çıkarken “cümle kapı”yı kilitletmesi, okul önlüğümü “mısmıl tutma”mı tembihlemesi ifadelerinin ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordum da, bunların 13. yüzyıl Orta Anadolu’suna özgü Türkçe ifadeler olduğunu, Boğaziçi Üniversitesi’ne Türk dili ve edebiyatı okumak için geldiğimde öğrenmiştim. Bir toplum, bırakın televizyon-radyoyu, elektriğin bile uğramadığı 1930’lu yılların Balkanlarında, küçük bir dağ köyünde yaşıyorsa, o toplumun Anadolu’dan göç ederken getirdikleri dili 13 yy’dan kalma kelimelerle sarıp sarmalayarak koruması da gayet anlaşılabilir bir durum aslında.
İşte, Türkçeyi yüzyıllar öncesinden bazı kelimelerle de karışık, tatlı bir Balkan göçmeni ağzıyla konuşan anneciğim, hatırlıyorum da, dizi dibine oturtup Makedonca sayı saymayı, Makedonca tekerleme ve şarkı söylemeyi de öğretirdi bize. Sofraya oturduğumuz zamanlarda, ağabeylerime ve bana Makedonca konuşarak ekmek ve su verir, “öğrenin bu kelimeleri, aç kalmazsınız”, derdi, gülerdik. Annemi 12 yaşımdayken kaybettim, aradan tam 30 yıl geçti, ona dair pek çok anım da hafızamın derinliklerinde kayboldu gitti, ama komik bir oyun gibi algıladığım bu zamanlarda annemden öğrendiğim bütün bu kelimeleri ve şarkıları inanın hiçbir zaman unutamadım…
Annem neden bize Makedonca da öğretmeye çalışırdı, niye yapardı bunu? Bilemiyorum. En büyük ağabeyim dışında, diğer kardeşlerim ve ben Türkiye’de doğmuştuk, hiç görmediğimiz, belki hiçbir zaman da göremeyeceğimiz “memleket”in dilini neden öğretmeye çalışırdı bize? Belki onu bu kadar erken kaybetmeseydim, bu sorularımın cevaplarını da bulurdum ama, belli ki nereden geldiğimizi unutmayalım istiyordu. Ya da kim bilir, belki de şöyle yanıtlardı beni: “Bak mari kızım, bir insan her bir şeyi, ilk defa öğrenir annesinin dilinde. Sonradan öğrendiği diller, hiçbir zaman olmaz anadili gibi, ama sonradan başka başka dilleri öğrenmekte de yoktur bir fenalık! Bir insan lazımdır öğrensin, hem tanısın değişik dilleri de, hem değişik insanları da… Oturup iki muhabbet etsin, insana insanlık yakışır mari kızım, gelmez bundan bir fenalık kimseye! Dilleri konuşmak lazım, insanı anlamak lazım!” Bugün keşke annem yaşasaydı da duymak istediğim bu cümleleri bana kendisi söyleseydi, ne bileyim, belki de gerçekten böyle derdi, kim bilir…
Şarkılarda Yaşayan Diller…
Farklı kültürlerin ve dillerin yüzlerce yıl bir arada yaşadığı Makedonya’da sadece Makedonca değil, Arnavutça, Türkçe, Boşnakça, Pomakça, Romanca, Sırpça… da bilinen ve konuşulan diller arasında bugün. Bu dilleri konuşan toplumlar arasındaki kültürel geçişkenlik dilde, yemeklerde, çeşitli gelenek göreneklerde ve en çok da müziklerde daha net görülebilmekte, diyerek yazımızın sebeb-i telif bölümüne yumuşak bir geçiş yapmaya çalışalım. 21 Şubat Dünya Anadil Günü’nde özel bir paylaşımımız olsun ve iki dilli bir Balkan şarkısının sözlerine, bu yazı vesilesiyle en genel hatlarıyla bir göz atmış olalım. “Zapjevala Sojka Ptica”, Boşnakça bir şarkı. “Mostar Sevdah Reunion” topluluğundan dinleyip çok sevdiğim bu şarkı, aynı melodi içinde Türkçe olarak da okunmakta, yani bu yönüyle “iki dilli” bir şarkı olma özelliğine sahip. Şarkının Türkçesi, “Bir Evler Yaptırdım More Ramize’m” olarak söyleniyor ki, bizim Balkan düğünlerinin de vazgeçilmez “oro” havalarından biridir Ramize’nin türküsü. Neşeli melodisine rağmen, “zorunlu evlilik” temasının işlendiği iki hazin hikâye gizlidir her iki şarkıda da. Benzer bir hadisenin hikâye edilip anlatıldığı bu şarkı, konuşulan diller farklı olsa da bazı yaşantıların aynı noktada buluşup ortaklaşabildiğinin de en güzel kanıtlarından biri.
Boşnakça okunan şarkı sözlerinde, genç ve güzel Fato’nun, sabahın seher vakti tatlı uykusundan uyandırılışı anlatılır. Görücüler gelecektir Fato’ya, bir an önce uyanıp kendisine çekidüzen vermesi ve gelecek görücülere çeyizinden seçkin hediyeler hazırlaması öğütlenir. Lâkin Fato evliliğe hazır değildir ve ne yazık ki hazır olmadığı bu evliliği reddetme hakkı olmadığını da bilmektedir. Bu nedenle gençliğini ve yoksulluğunu bahane ederek çeyiz hazırlayamadığını, görücülere verecek hediyeleri olmadığını söyler. Fato bu kadar genç ve yoksulsa ve de evlilik için hiçbir hazırlığı da yoksa o halde bu görücüler neden davet edilmiştir o eve? Cevabı basittir, bu evliliği isteyen aile büyükleridir ve Fato onlara karşı çıkamamaktadır. Tıpkı Türkçe sözlerde, Ramize’nin de kendi evliliğine itiraz hakkının olmaması gibi: “Nasıl çıkacaksın more Ramize’m annene/babana karşı?”
“Zapjevala sojka ptica, misli zora je, aman aman, misli zora je / Ustaj Fato, ustaj zlato, spremaj darove, aman aman, spremaj darove / Ja sam mlada i sirota, nemam darova, aman, aman, nemam darova / Kad si mlada i sirota, što se udaješ, aman, aman, što se udaješ / Udala me majka stara, nisam ni znala aman aman, nisam ni htjela”
“Kuş şarkısına başladı, zannetti ki sabah oldu / Kalk Fato, kalk altınım, hediyelerini hazırla / Ben henüz gencim ve yoksulum, hediyelerim yok / Bu kadar gençsen ve yoksulsan niye evleniyorsun / Beni ihtiyar anam evlendiriyor, haberim bile yok.”
“Bir Evler Yaptırdım More Ramizem” türküsünün sözleri ise şu minval üzeredir: “Bir evler yaptırdım more Ramize’m, sazdan samandan / İçine girilmez more Ramize’m tozdan dumandan / Bir evler yaptırdım more Ramize’m, saraya karşı / Nasıl çıkacaksın more Ramize’m babana karşı / Çalsın davullar more Ramize’m kınan yakılsın, takın takılsın”
İnsanlar, birçok farklı nedenden ötürü doğdukları toprakları geride bırakmak zorunda kalır, ama doğdukları yerlerin dili, hikâyeleri ve en çok da şarkıları onlarla birlikte her yere gelir… Ve şarkılar, dilleri çağlar boyu yaşatan kültürel damarlardan biridir; zaman zaman bize dillerin kardeşliğini de işaret ederek unutulan birliktelikleri, ortak hayatları hatırlatır, zaman zaman da dillerin özgürlüğünün ne kadar önemli olduğunu… Çünkü şarkılardaki özgür dillerde kulak vermemiz gereken daha çok hikâye var…