Fehmiye Çelik, Feryal Öney
Dünya Barış Günü’nün kutlandığı Eylül ayında, “Yol” isimli yeni albümüyle müzikseverlerle buluşan Kardeş Türküler, müzikseverleri yine çok sesli ve çokkültürlü bir müzik yolculuğuna davet ediyor. Yaşamdan ve yaşatmaktan yana olanları; farklılıklarımızı bir arada, eşit ve özgürce yaşamayı savunanları; daima haktan, adaletten ve barıştan yana duranları müziğin birleştirici yolunda buluşmaya çağırıyor. Her daim umudu yeşerten Kardeş Türküler; Türkçe, Kurmancî, Ermenice, Kırmanckî, Arapça, Romeika (Karadeniz Rumcası), Çerkesçe ve Boşnakça şarkılarla hem umutları tazeliyor hem de bu toprakların yaşanmışlıklarına, zengin hikâyelerine selam gönderiyor.
Kardeş Türküler’in yeni albümü “Yol”, Kalan Müzik etiketiyle yayınlandı. Anadolu, Mezopotamya, Kafkasya ve Balkanların çokkültürlü coğrafyasına ait zenginliğini yansıtan albüm; bekleyişler, ayrılıklar ve özlemler kadar, başlangıçlar ve kavuşmaların da yola dâhil olduğunun altını bir kez daha çiziyor.
Albümde yer alan şarkılar ve hikâyelerine gelince....
BEYAZ ATLI
1974 yılında, ilk kez Cem Karaca’nın sesinden bir plağa okunmuş bir Yılmaz Asöcal bestesi Beyaz Atlı.. Üniversite yılları boyunca hep birlikte dinlediğimiz Cem Karaca şarkılarının içinde, bizde en çok yer edenlerden biri olmalı ki, Kardeş Türküler’in 15. Yılı'nı kutladığımız konserimizin de girişinde yer aldı: “Kardeş Türküler yolculuğuna başlarken kimler, kimlerin sözü, sesi bize kılavuzluk ettiyse onların sesiyle başlayalım.” demiştik 15. Yıl konserimizde. Sözler ve müzikteki başkaldırı duygusu ve Cem Karaca’nın kulaklarımızda kalan sesi, yorumu, o gün Beyaz Atlı’yı söylememize vesile oldu. Geçmişteki devrimci gençleri, onların mücadelesini anlattığını hissettiğimiz Beyaz Atlı, 2000’lerde biz çalıp söylerken eşitlik, adalet, özgürlük için mücadele eden genç yaşlı, kadın erkek, herkesi anlatıyordu. Şarkılar böyledir, elli yıl önce anlattığı dünyayla elli yıl sonraki dünyayı birleştiriverir; hele siz hâlâ eşitlik, özgürlük, adalet mücadelesi verilen bir coğrafyadaysanız…
HALÂLÊ:
Halâlê (Dağ Lâlesi), Homeros'tan bugüne halkların hikâyelerini kuşaktan kuşağa aktaran dengbêjlerin taşıdığı binlerce hikâyeden sadece biri. Botan bölgesinden derlenen bu stran, bir dağ çobanın, keçilerini güderken dağlardaki hayat mücadelesini, çilesini, hayallerini, ve umutlarını anlatır. Yersizliğiyle, yurtsuzluğuyla dağları yurt edinmiş kimsesiz bir dağ çobanıdır. Yedi yıldır dağlarda koyunlarını, keçilerini güder ve düşlerine giren sevdiği kadın için incik-boncuk, bilezik parası biriktirmeye uğraşır. Dağlarda hayat çetindir. Ama zemheri ayazlarında karları yararak güneşe doğru uzanan dağ lâlesinin yeşermesi, her defasında çobanın da umutlarını yeşertir.
KAYSERİ ĞOGUM:
Şarkı, I. Dünya Savaşı ya da Kurtuluş Savaşı zamanında askere alınmış Çerkes gençlerin ardından kadınlar ya da Çerkesçede "kaşen" olarak adlandırılan sevgililer tarafından yazılmış. "Yâr Allah, kalbim bir daha dönmeyeceğini söylüyor, gözlerimin nuru" diye seslenen kaşenlerin sesine trenin vagonlarından ses veren erkeklerin nidaları da karışıyor: "Yâr Allah hone rine rinem, nerelere gideyim, gözlerimin nuru". Şarkının devamında da, uykusuz geçen geceler boyunca gökyüzündeki yıldızları seyredip sevdiğinin de uzaklarda aynı yıldızlara baktığını düşünen ve sabaha kadar "saç telleri kadar gözyaşı döken" kadınların acısı dile getiriliyor. Şarkıda bizim için "sözün bittiği yer", yolculuğun tam olarak başladığı an aslında. Giderek uzaklaşan tren sesleri belki yeni çaresizliklere, ama belki de yeni umutlara, yeni başlangıçlara doğru yol alıyor.
HANANE
İlk kez, Fransa’da yaşayan ve solistleri Ermeni olan bir topluluktan, Bratsch’tan, dinlediğimiz Ermenice bir şarkı Hanane. Bratsch, Doğulu enstrümanlar kullanmadan çalıp söylediği halde, ezgisiyle, fonetiğiyle içinden çıktığı coğrafyayı (sonradan Kars şarkısı olduğunu öğrendik) hemen hissettiren bir şarkı. İlginçtir, Kars’ta ya da çıktığı bölgede söylenmiş haline rastlayamadık hiç. Şarkılar, sesler, müzikler böyle işte; bir yerde doğar, belki dünyayı dolaşır, hiç ummadığınız bir yerde ortaya çıkıp size memleketinizi, belki çocukluğunuzu anlatır. Tabii tüm bunlar tesadüf değildir; zorla yerinden edilmiş halklar gibi, şarkılar da zorla yerinden edilmiştir. Gittikleri yerlerde bir şekilde hayata tutunmuşlardır..
KALK GİDELİM (OĞLAN ADIN İSMAİL)
Kadınların müziğinde sıkça rastladığımız, erkek isimlerinden yola çıkarak yaratılmış, mani, tekerleme geleneğinin bir devamı gibi de görülebilecek bir türkü Kalk Gidelim (diğer adıyla, Oğlan Adın İsmail): “oğlan adın İsmail / ismine oldum mail… oğlan adın Mustafa / gir koynuma sür sefa…” Kadınların aşklarını, sevdalarını, isteklerini anlatmak için, bazen de erkek dünyayla dalga geçmek için yarattığı böyle şarkılar, türküler var: “oğlanın adı Ömer / belimi sıktı kemer / benim ince belime / yakışır gümüş kemer...” Ya da; “onun adı Ali / eder beni deli… onun adı Yaşar / alır beni boşar…” gibi. Kadınların müziğinde çoğunlukla olduğu gibi; kına gecelerinde, düğünlerde gezgin düğün çalgıcıları tarafından söylene söylene tüm coğrafyayı dolaşır bu şarkılar, türküler. Sözler de değişir bazen ama en çok ezgiler, makamlar.. Bursa’da başka bir ezgiyle dinlersiniz Kalk Gidelim’i, Çankırı’da başka bir ezgiyle.. Coğrafya değişmiştir, zaman değişmiştir ama sözler kadınların ortak dünyasını, hayallerini, bazen başkaldırısını çok güzel anlatır.
ALA DEL’UNA – EVLERİNDE LAMBALARI YANIYOR
Kardeş Türküler repertuarında her zaman yeri olan iki dilli şarkılardan biri olan bu şarkı, kültürel yolculuğa / geçişkenliğe iyi bir örnek. İlk bölüm Arapça, ikinci bölüm Türkçe. Türkçe söylenen Evlerinde Lambaları Yanıyor’a, özellikle İbrahim Tatlıses’in sesinden herkes âşinadır muhtemelen. Ala Del’una ve Evlerinde Lambaları Yanıyor’un ezgileri birebir aynı değil. Fakat aynı söz ve ezgiden doğduklarını hissediyorsunuz. Zaten hem zamanda hem mekânda yolculuk eden bir ezginin, diller, insanlar, coğrafya, iklim, enstrümanlar değişirken aynı kalması düşünülemez. Bunun ayrı bir zenginlik olduğunu, geçişkenliğin, melezleşmenin böyle bir şey olduğunu hissediyorsunuz bu iki şarkıyı söylerken ve dinlerken.
EŞREFOĞLU AL HABERİ
Sözleri, anlattığı dünya cezbetti bizleri. Yüzyıllar önce yazılsa da, bugün adaletsizliğin, kötülüğün, savaşların yaşandığı dünyamızda vicdanıyla ayakta kalmak isteyen insanlara ışık olduğu için: Yeryüzündeki tüm canlı varlıklar gibi, biz insanlar da bir gün Hakk’a kavuşacağız.. Fakat bize “öte dünya” olarak anlatılan yer olmayacak gittiğimiz yer. Sadece kılık değiştireceğiz; devr-i dâim yapacağız. Belki arı olup geleceğiz bu kez, belki yaprak, belki böcek… Her varsa, bu dünyada: İyi kötü, haksızlık adalet, tutsaklık esaret,… Önemli olan, “iyi” dediğimiz şeyler için bu dünyada mücadele etmek, birilerinden, bir yerlerden mucize beklememek…
BİR İNCECİK DUMAN TÜTER
Zeybeklere, bazen albümlerimizde, bazen de konserlerimizde mutlaka yer veriyoruz. Özellikle, bu coğrafyanın melez formlarından birisi olduğu için yakın geliyor bize. Hem Türkmenler hem de Rumlar tarafından çalınıp söylenmiş olması, “zeybek” ve “zeybekiko” olarak, Türkçe ve Rumca isimler almış olması, ortak kültürün, ortak yaşamın kurulabileceğini de işaret ettiği için kıymetli. Hemâvaz albümümüzde bir zeybekikoyla zeybeği bağlamış, buradan Ege’nin karşısına selam göndermiştik sesimizle. YOL albümümüzde sadece zeybek söylüyoruz ama yine zeybekikolara bir selam gönderiyoruz. Çello, bağlama ve vokalle kurduğumuz sade yapı, keskin coğrafi sınırlar tanımayan zeybek - zeybekiko dünyasına bir saygı duruşu.
AİTENTS' EPARAPETANEN:
Karadeniz Rumcası/Romeika ya da Pontiaka olarak adlandırılan bir dilde söylenen Aitents Eparapetanen'in anlamı, "Kartallar Uçuyordu". Pontus da, kelime anlamı olarak "Deniz Ülkesi" demek. Şarkının teması, Karadeniz coğrafyasına özgü en eski efsanelerden biri olarak kabul edilen Argonotlar efsanesinde de, Antik Yunan mitolojisinde de benzerlerine rastlayabileceğimiz bir kahramanlık hikâyesi.
Tanrılar, ateşi insanlara yasaklar. Kendi de bir tanrı olan Promete, bu durumu adil bulmaz ve Olimpos dağındaki ateşi çalıp insanlara verir. Bu yüzden tanrılar tarafından cezalandırılır. Kafkaslarda bir dağda, ciğerini kartallar yesin diye bir taşa zincirlenir. Bir kartal her gün Promete'nin ciğerini parçalayacak, ama Promete'nin ciğeri her gece yeniden eski haline gelecektir ki, bu eziyet her sabah tekrar edebilsin. Öyle de olur... Ta ki bir gün yarı insan yarı tanrı olan Herkül, bu kayalara çıkıp, kartalları öldürüp, Promete'nin zincirlerini kırana kadar. İnsanlık adına bu kadar eziyet çeken Promete de, o gün bugündür haksızlığın, keyfiliğin, zulmün karşısında hakkın ve adaletin temsilcisi olur.
Şarkıda, pençelerinde Promete'den kopardıkları parçaları tutan kartalları gören Karadenizliler, kartaldan hem bu lokmaları isterler, hem de kime ait olduğunu sorarlar. Kartal da, “Size tuttuğumdan vermem ama, bu kahramanın yerini söylerim. Şu karşı dağda, ormanların ötesinde bir yerdedir. Kara kuşlar yiyor onu, beyaz kuşlar da etrafında dönüyor” diye yanıt verir.
MİTO BEKRİJO:
Mito Bekrijo, Balkanlarda köklü bir müzikal form olan sevdalinka formunda bir şarkı. Sevdalinkalar, dinleyenlere hem neşeyi hem de hüznü aynı anda verebilen şarkılar ve genellikle serenad şarkıları gibi, pencere altında bekleyen bir sevdalının sevincini, umudunu ama aynı zamanda umutsuzluğunu ya da korkusunu anlatıyor. Formun en göze çarpan özelliği de pek çok kültür için bir buluşma noktası olması. Sevdalinkaların bu yönü, kültürel geçişkenlikleri ve ortaklıkları öne çıkaran Kardeş Türküler projesi için heyecan verici.
Geçmiş dönemde daha çok erkek icracılar tarafından okunuyormuş bu şarkılar ve kadına duyulan sevdayı anlatıyormuş, fakat bizim örneğimizde bir kadının ağzından söyleniyor ve kadının beyanına göre hayırsız, bu sevdanın kadrini kıymetini bilmeyen bir adam için söylenmekte. Kadın bir geceyarısı, pencerenin kıyısına oturup önce içten içe mırıldanıyor bu şarkıyı. Sevdasını hicranla dile getiriyor. Fakat bu hicran, şarkının sonunda bir isyana dönüşüyor ve kadın, sevdasını gecenin karanlığına katıyor.
SEBAHÜL XEYR:
16. yüzyıl tasavvuf şairlerinden Melayê Cizîrî'nin Diwan'ında geçen dizeler, Reşîd Sofî tarafından bestelenmiş. Bu şarkıyı Kardeş Türküler olarak duyup dinlediğimizde, düzenlerken Hindistan’dan Kuzey Afrika halklarının müziklerine kadar geniş bir yelpazede, sınır tanımadan ve özgürce gezinmek istedik. Şarkıda dünyevilik ve ruhanilik birarada, yani gündelik coşku ile ruhani coşku... Şarkı sabahın dinginliği ile başlar. Sesler sakin, makam huzurlu, zaman geniştir. Bu dinginlik, yerini meyânla birlikte bir tutkuya bırakır. Tutku da, adeta bir panayır coşkusuna evrilir.
GULÊ
Daha ilk dinleyişimizde sıcak ezgisiyle, sonra da çetin Dersim iklimini, karlarla kaplı bu iklimde yaşanan bir aşkı anlatan sözleriyle etkiledi Gulê:
“Gulê, diyorlar kar yağmış / yeryüzünü kaplamış / seninle konuştuklarımızı / derelerin suyu götürmüş…”
Muhtemelen bahar gelince yeniden yeşerecek bir aşk bu… O yüzden kıpır kıpır ezgisi, halaya davet eden…
KARANFİL DESTE GİDER
Yine doğduğu kaynak neresidir belli olmayan, çok geniş bir coğrafyayı dolaşmış olduğu açıkça hissedilen bir ezgi. Kayıtlara “Kilis türküsü” olarak geçmiş ama, belki Halep’ten yukarılara doğru, Kilis’e kadar, söylene söylene, küçük değişikliklere uğrayarak gelmiş.Ve bu geniş coğrafyada yolculuk yaparken Arapça, Kürtçe, belki Süryanice, belki Ermenice, birçok dilin fonetiğiyle yoğrulmuş. Dili Türkçe diye geçse de, söyleyiş, fonetik çok dilli hissedilir olmuş. O yüzden, Türkçe söylenişinde “hah hah ha nanay…” diye geçen yerleri ve nakaratı Kürtçe söylemek istedik. Bu yolla, şarkıyı dinlerken hissettiğimiz o melezliğin altını çizdik.