Bir Balkan Güncesinden Notlar

SEVDALİNKA -1-

Fehmiye Çelik - Ayhan Akkaya

Birbirinden farklı kimliklerin, kültürlerin yüzlerce yıl birlikte yaşadığı bir coğrafyayı düşünmek zor değil, hele bir Türkiyeli olarak bizim için hiç zor değil... Böyle bir coğrafyada birbirine değmeden yaşamak ya da bir arada yaşamanın neden olduğu etkileşimlerden kaçınmak mümkün mü? Bir aradalıktan doğan zenginliği görmemek, lezzetine varmamak... İşte Balkanlar da böyle bir coğrafya. Ve tıpkı Balkanlarda olduğu gibi, Balkanların bir parçası olan bizde de bu etkileşimlerin bir zenginlik olarak değil, tehdit olarak yaşandığı zamanlar oldu ne yazık ki... Bu “tehdit”lere tepki mahiyetinde inkârın, kutuplaşmaların, savaşların sahne aldığı dönemler de oldu. Fakat biz bu yazımızda ne savaştan ne de kavgalardan söz edeceğiz. 

Yazımızın başlığı, “Bir Balkan Güncesinden Notlar -1- : Sevdalinka!”… ‘‘1’’ rakamından da anlaşıldığı üzre, Fehmiye Çelik ve Ayhan Akkaya olarak hazırlayacağımız bir yazı dizisi olacak bu. Peki neden "bir Balkan güncesi"? Çünkü bu yazı, bir TV programı vesilesiyle yaptığımız Balkan yolculuklarındaki notlarımızdan yola çıkarak hazırladığımız bir yazı. Hem yol boyunca hayata dair tanıklıklarımızı paylaşmak, hem de müzik adına öğrendiklerimizi dilimiz döndüğünce aktarmak amacıyla başlattığımız bu günce yazılarımızın ilki, müzikal bir form olan "sevdalinka" üzerine... Ve eğer sevdalinkadan söz edeceksek konuya az çok yakın olanların da tahmin edebileceği gibi ilk durağımız Bosna Hersek.  

 foto

BOSNA-HERSEK’E YOLCULUK!..

Biliyorsunuz, Yugoslavya bir zamanlar büyük bir Balkan ülkesiydi. Ancak zaman, su gibi akıp giderken Balkanların hemen her köşesindeki o birbirinden güzel köprülerin altından da çok sular akıp geçti ve bugün ortada Yugoslavya diye bir ülke kalmadı. Yugoslavya’nın bulunduğu coğrafyada; Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya, Karadağ, Slovenya ve Kosova olmak üzere yedi ayrı ülke bulunuyor.

Bu kadar farklılığın bunca zaman bir arada yaşadığı böylesi bir coğrafyada tek tip bir dünyanın, sözgelimi tek bir bir inancın, tek bir dilin, sadece tek tarz bir müziğin olması düşünülebilir mi? Giyim-kuşam kültüründen sofra kültürüne, konuşulan dilden müzikte kullanılan enstrümanlara kadar pek çok unsurda hem benzerliklerin hem de farklılıkların devreye girebildiği alabildiğine zengin bir coğrafyadan söz ediyoruz çünkü. 

Takvimler 24 Temmuz 2012 Salı sabahını gösterirken, uçağımız Saraybosna havaalanına indi. Balkanlarda hemen her şehrin, hem o ülkede konuşulan dilde hem de Türkçede söylenen isimleri var. Saraybosna, burada Sarajevo. Sarajevo ya da Saraybosna, soğuk havasıyla bizi yaz ortasında çok şaşırttı: Evet, soğuk ve yağmurlu bir havayla karşılaştık! Birileri bize yazın en sıcak aylarında Saraybosna’da çarşı-pazar gezip hırka-çorap arayacağımızı söyleseydi inanmazdık. Kimse de söylemedi zaten. Saraybosna'da yazlık giysiler içinde resmen kara kışa yakalandık. Dört bir yanı çeviren dağlar, ülkenin derin dondurucusu gibi çalışıyor sanki ve demek ki arada bir coşup yaz mevsimi filan dinlemeden soğuk havayı aşağı doğru savuruveriyor, o da bize denk geldi. Bu ilk "serin" tanışıklığımızın ardından ertesi gün hava biraz sakinleşti ve bir sonraki gün ise güneş, sıcak kollarıyla bizi de bağrına bastı.

Dedik ya, buraya bir TV çekimi için geldik, bu çekimlerin içeriğinden de kısaca söz edelim: 1912, Balkanlarda savaşın ve göçün yaşandığı acılı bir tarih. Ve Saraybosna’ya geldiğimiz o gün, takvimler 2012’yi gösteriyordu, yani bu tarihin üzerinden tam yüz yıl geçmişti.  Programımıza “Yüzyıl da Geçse” ismini vermiştik, çünkü aradan yüz yıl da geçse bazı şeyler yok olmuyor ya da unutulamıyor. Bir zamanlar birlikte paylaşılan hayatlar bugün de paylaşılmaya devam ediyor. Son dönemde dizilerde ya da belgesellerde, Balkanlara dair moda olan “elveda Rumeli’’ gibi tabirler var, Rumeli kelimesinin önüne sıfat olarak getirilen ve “geçmişte kalmış’’ anlamına gelen, “yitik, bitik, kayıp” türünden tabirler bunlar. Biz ise konuya bu açıdan bakmadık. Diğer yandan “merhaba Rumeli” denecek bir durum da yoktu ortada, çünkü ilk kez bugün tanışmıyoruz Rumeli'yle. Biz, yazar Füruzan’ın bir kitabının isminden aldığımız ilhamla, “İşte Bizim Rumeli” diyerek hareket etmek istedik. Bu coğrafyada yüzyıllara yayılan “birlikte yaşama” pratiği var çünkü, bunu unutmamak gerek. Bu birlikteliği sürdürebilmek için büyük bedeller de ödendi ve bugün gündelik hayatta bu birlikteliklerin yansıdığı sayısız ortaklık da söz konusu. Bunlar dile de yansıdı, düğünlere bayramlara, cenazelere, yemeklere, müziklere de yansıdı, geleneklere de yansıdı... Tabii bu programda biz önceliği müziğe verdik, müziğin izinden gideceğiz. Televizyonda “Yüzyıl da Geçse” programıyla, Balkanlardaki kültürel ortaklıklara vurgu yaparak kalıcı barışa müziğin diliyle bir katkı sunmayı amaçlayacağız.

 foto2

Bosna-Hersek'te önceden tanıdığımız ya da bizzat tanışmasak da çalışmalarını yakından takip ettiğimiz müzisyenler vardı. Her biri farklı bir Balkan ülkesinde yaşıyordu, kendileriyle iletişime geçtik. Konseptimizi onlara anlattık ve programımıza konuk olarak davet ettik. Her biriyle ayrı bir buluşma tecrübesi yaşayacak olmamızın da heyecanı vardı. Buluşacağımız müzikal toplulukların kültürel kimlikleri, müzikal üslûpları, gideceğimiz şehrin tarihi geçmişi gibi unsurları göz önüne alarak her buluşmanın ruhunu yansıtabilecek bir repertuvar oluşturmaya çalıştık. Ve bugün de Saraybosna’daydık.

Saraybosna'da Bašcaršija/Başçarşı Meydanı’nın ortasındaki tarihi çeşme ile tramvay durağı hemen hemen karşı karşıyadır. Başçarşı’nın kalbi niteliğindeki bu çeşme "Sebil" olarak adlandırılıyor ve hâlâ kullanımda. Bugün Saraybosna’nın simgesi bu güzel çeşmenin etrafı her zaman kalabalık. Uçuşan güvercinler, onları besleyenler, alışveriş için gelenler, leziz çevabi (köfte) ya da Boşnak böreği satan dükkanlara uğrayanlar ya da bir fincan Bosanski Kafa (Boşnak kahvesi) içmek isteyenlerle burası her daim hareketli ve cıvıl cıvıl. Bu çeşme, aynı zamanda Saraybosna’nın en ünlü buluşma noktalarından biri.  Hâl böyle olunca, biz de ilk randevumuzu bu çeşmede verdik. Birazdan Bosna’nın sevdalinka müziğinin usta isimlerden  Sejo Pitić ve Avdo Lemeš’le bir araya geleceğiz. Bu üstadlarla buluşmadan önce, İstanbul’da sevdalinkalara dair sıkı bir araştırma yapmamız gerekiyordu elbette, biz de öyle yaptık.

 

“SEVDALİNKA” NEDİR?

Bu noktada, 1976 tarihinde Mostar’da yayınlanan “101 Sevdalinka” kitabının yazarı, Bosnalı edebiyat tarihçisi Munib Maglajlić'le, aynı kitabın yayına hazırlanmasında sorumluluk alan edebiyat tarihçisi Muhsin Rizvić’in tanımlarına yer verelim. Önce Muhsin Rizvić’in, “sevdah” tanımına bir göz atalım:

“Boşnakçadaki ‘sevdah’ kelimesi, Türk dilinde aşk ıstırabını ifade eder, kökü ise Arapçada ‘sawdâh’ kelimesinde bulunup ‘siyah safra’ anlamına gelir. Eski Arap ve Yunan doktorları, insan vücudunda bulunan dört temel sıvıdan biri olan 'sevdah'ın yani 'siyah safra'nın, insanın duygusal hayatını etkilediğine, melankoli ve huzursuzluğa neden olduğuna inanırlardı. Yunanca’daki ‘melankoli’ sözcüğü de aynı şekilde, mecazî anlamıyla temel anlamın birlikteliğiyle oluşur, yani ‘melan kholes=siyah safra’... ‘Sevdah’ kelimesiyle ifade edilen aşk duygusuna, topraklarımızda zaman ve mekân içindeki Slav-Bogomil ‘hüzünlü fanilik’ duygusunun da katkısı olmuştur. Bizim 'sevdah', her ne kadar hasret ve acıyla dolu olsa da o kadar tatlıdır ki... 'Sevdah',  insanın aşk acısına dayanamadığı noktada, ölümle eşit olan aşk sarhoşluğu içinde kaybolduğu bir aşk duygusudur.”

foto3

Gerçekten Muhsin Rizvić’in söylediği gibi,  Türkçedeki “sevda” kelimesi, Arapça “sawdah” kelimesinden Türkçeye geçmiştir ve aşk acısını ya da hüznü/melankoliyi işaret eder. Bugün Bosna’da “sevdalinka” yerine “sevdah” kelimesi de sıkça kullanılmakta. Bu arada ilginç bir bilgi olarak şunu da paylaşalım: Portekiz fado geleneğinin ana teması olan ve Portekizlilerin “mutluluk verici hasret” olarak tanımladıkları “saudade” kelimesinin de, yine aynı kökten geldiği söylenir. Dolayısıyla, Endülüs'e Afrika üzerinden gelen bu Arapça kelimenin, Balkanlar'a girişinde Osmanlı’nın da önemli aracılardan biri olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz.

Gelelim, “101 Sevdalinka” kitabının yazarı Munib Maglajlić’in sevdalinkayı nasıl tanımladığı konusuna: “Sevdalinka, sözlü edebiyatımızın ve halk sanatımızın en gösterişli türüdür. Böyle bir şarkı türü, islamiyeti kabul eden Bosna halkı arasında Doğulu hayat tarzı tümüyle anlaşıldığı  zaman, şehir ortamı bütün gerekli kurumlarıyla oluşturulduğu zaman, içinde  sahibinin imkânlarına göre çardaklı bahçe, kapıcıkla çevrili avlu, aşk penceresi gibi özel yerleri olan evlerin olduğu mahalleler inşa edildiği zaman, kısacası sevdalinkada anlatılan mekânlar hayata geçtiği zaman, ancak ortaya çıkabilirdi. İşte bu zamanlar, sevdalinkanın altın dönemleridir. On altıncı yüzyılın başında, daha doğrusu Osmanlıların Bosna'ya gelişlerinden elli yıl kadar geçtikten sonra başlayıp Bosna-Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilmesine kadar devam etti. Bu dönemden sonra sevdalinka tamamen yok olmamasına rağmen, Batı yaşam kültürüyle tanışılmasının ardından, bu şarkının doğduğu hayat tarzı ve onun serbestçe gelişebilmesi için alt yapısını oluşturan koşullar da giderek ortadan kalktı.”

Munib Maglajlić’in de dediği gibi, sevdalinkalarda geçen “avlu, çardaklı bahçe, aşık penceresi, ahşap oymalı kapılar” bize, sevdalinkanın altyapısını oluşturan çokkültürlü, çokkimlikli bir kentli yaşam biçimini de hikâye ediyor aslında. Fakat bu hikâyeler sadece şehre ait değil, insana ait hikâyeler. Her birinde ortak yaşanmışlıklar, görmüş geçirmiş hatıralar var. Bosna’da, sevdalinka icrasında öne çıkan yorumculardan biri olan Safet Isović, bir söyleşisinde bakın ne diyor: “Sevdalinka, Bosna'da halkın en geniş kitleleri arasında yaygınlanmış ve hâlâ da yaygın olan şarkı türüdür. Şehir şarkısı olarak, şehir merkezlerinde ortaya çıkmış olmasına rağmen, köylere ve en ücra köşelere de ulaşmayı başarmıştır.”

Sevdalinka, ticarî yollardan, hanlar ve konaklardan, meclisler ve şenliklerden, Bosna vadilerinden, tepeler ve nehirlerden geçmiştir. Sırp, Hırvat, Macar, İspanyol, Meksikalı ya da "Doğulu" şarkıların rüzgârına da bulanmıştır ve fakat neticede, kendi güzelliğiyle halk tarafından kabul edilmiş bir Balkan müzik geleneği olarak günümüze ulaşmıştır. "Balkan müzik geleneği" diyoruz, çünkü ilginç ve güzel olan bir diğer yönü, sevdalinkanın bir janr (tür) olarak bugün sadece Bosna-Hersek coğrafyasında değil, Sırbistan’da da, Hırvatistan’da da, Karadağ’da da yaşıyor ve yaşatılıyor olması. Bunun bizzat tanığı olabilme şansını da bu yolculuklarımızda yakaladık ve yazımızın ilerleyen bölümlerinde buna daha yakından değineceğiz.

Bugün, Bosna-Hersek’te geniş bir kesim, sevdalinkanın Osmanlı Balkanlar’a geldikten sonra ortaya çıktığı düşüncesinde uzlaşıyor, fakat daha önce de değindiğimiz gibi, Osmanlı’nın yanı sıra bu coğrafyaya gelen İspanyol/Endülüs Yahudilerinin müziği olan seferad müziklerinin de, gerek müzikal diziler (özellikle firigyan mod) gerekse sözler (“aman aman” gibi nidalar) üzerinde önemli bir etkisi var. Üstelik buraya uzanan tek imparatorluk Osmanlı değil elbette. Tarihin önemli bir döneminde Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun hakimiyeti de bu topraklar üzerinde etkiliydi. Bu bağlamda, melodiler ya da enstrüman katkısı açısından Avusturya ya da Macar müziklerinin sevdalinkalara sızması gayet doğal. Dolayısıyla, sevdalinkalar için Doğu’lu (Osmanlı etkisi), Batı’lı (Avusturya-Macaristan etkisi) ve Sefardik (Balkanlarda yaşayan Yahudilerin etkisi) gibi öğeler içerdiği, bu üç unsurdan da yoğun olarak etkilenmiş bir müzik türüdür, diyebiliriz.

Sevdalinka, orta ağır tempoda giden ve yoğun duygusal melodik hatlara sahip, genellikle “hicaz” ya da “kürdi” gibi makamsal dizilerin bolca kullanıldığı ve çokça “minör” duyuşun hakim olduğu bir tür. Bilinen ilk sevdalinkanın, “Bolest Muje Carevića” olduğu söyleniyor, biz de söyleyenlerin yalancısıyız. Anlamı, “Muje Carević'in Hastalığı” imiş ve 1400’lerin sonlarında yazıldığı tahmin edilmekte. Şarkı icrasında “ses”,  yani vokalin nağmelerdeki zerafeti en ince detayıyla yansıtabilme yeteneği ve gücü, çok önemli. Sağlam bir nefes gerektiren uzun melodik cümleler de işin içine girince, bir  sevdalinka icrasında vokal, ana taşıyıcı unsur konumunda. Hatta önceleri enstrümansız olarak sadece vokalle icra edilirken, geçen yıllar ve oluşan etkileşimler doğrultusunda başta akordeon olmak üzere, Batılı kromatik sistemi kullanan enstrümanlar (keman, klasik gitar, bas, klarinet, flüt gibi) de eklenerek, orkestralar kurulmuş. Geleneksel olarak, eski sevdalinka vokalistlerinin büyük çoğunluğu kadın solistlerden oluşurmuş, ancak zaman içinde erkek solistler tarafından da icra edilmeye başlanmış. Gelenek içindeki bazı icralarda, sevdalinkalara saz (bağlama), tambura, asma davul gibi enstrümanlar da katılmış. Sözler arasına akordeon ya da keman sololarının eklenmesi de sıkça görülen bir durum haline gelmiş.

foto3 

ART KUĆA SEVDAHA’DA İKİ DUAYENLE BULUŞUYORUZ...

Art Kuća Sevdaha (Sevdalinka Sanat Evi), Saraybosna’da Baščaršija Meydanı’na çok yakın bir sokak arasında... Duvarlardaki mermi izleriyle on yedi yıl aradan sonra bile savaşın izlerini hâlâ taşıyan bir sokağa bakan çiçekli serin bir avludan söz ediyoruz şimdi. Haftalar önce İstanbul’dan haberleştiğimiz ve bu buluşmayı kararlaştırdığımız Armis Mašić (Art Kuća Sevdaha’nın sorumlularından), bizi sıcak bir ilgiyle karşılıyor. Sejo Pitić ve Avdo Lemeš’in birazdan burada olacaklarını söyleyip köpüklü, mis kokulu bir “Bosanska kafa” (Boşnak kahvesi) ikram ediyor zarflı fincanlar içinde. Fincan tabağında ufak lokumlarla ikram edilen Bosanska kafa'nın Yunanistan’da “Greek kafe”, Türkiye’de “Türk kahvesi” olarak adlandırılma hikâyesi de anlatılmaya değer başka bir hikâye aslında. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırda kaldığı düşünülecek olursa, cezvelerde taşım taşım pişirilip fincanlarda köpük köpük ikram edilen bu kahvenin, geniş bir coğrafyaya adım adım yayılması ve bu denli sahiplenilmesi de gayet doğal. Biz konuyu dağıtmadan sevdalinka muhabbetimize devam edelim, kahve de bahanesi olsun.

Üstadların gelmesini beklerken Armis Mašić, bize Art Kuća Sevdaha’yı köşe bucak gezdirdi. Sevdalinka geleneğinin kendileri için önemini ve değerini anlattı heyecanla. Dar ve uzun bir koridorda her bir köşe, farklı bir üstada ayrılmış. Kimler yok ki burada! Hamza Polovina, Zehra Deović, Safet Isović, Halid Bešlić, Hanka Paldum, Sejo Pitić … Bu üstadların çerçeveletilmiş büyük birer fotoğraflarının da asılı olduğu bu köşelerde, sanatçıların hayat hikâyelerinin ve icra ettikleri şarkıların dinlenebildiği teknik sistemler de kurulmuş.  Armis’in evsahipliğinde detay güzellikleri hayranlıkla incelerken, bugün sevdalinka geleneğini yaşatmayı amaç edinen bu önemli kültür merkezi Art Kuća Sevdaha’nın avlusuna, önce Sejo Pitićardından Avdo Lemeš teşrif etti.

Yaşı hayli ilerlemiş ve ciddi bir ameliyattan henüz yeni kalkmış olmasına rağmen Sejo Pitić’in gözleri pırıl pırıl… Avdo Lemeš, belinde geleneksel Balkan kuşağı, cepkeni ve şalvarıyla sanki yıllar öncesinden kalkıp gelmiş gibi, öylesine sahici ve öylesine içten…  Çekimler sırasında icra edeceğimiz şarkıların provasını almamız gerekiyor kendileriyle ve Avdo Lemeš, bu konuda önceliği büyük bir incelikle Sejo Pitić’e bırakıyor. Enstrümanlar yerleştirilirken bir Bosanska kafa da onlarla içiyoruz, hiç şikâyetçi değiliz.

Avdo Lemeš, geleneksel kıyafetlerinin yanı sıra bağlamasıyla da gelmiş. Sohbet esnasında, Avdo’nun, “Abdullah”ın kısaltılmışı olduğunu öğreniyoruz.  Avdo Lemeš, bağlama eşliğinde sevdalinka söylemenin bugün neredeyse kaybolmuş çok eski bir gelenek olduğunu anlatıyor bize ve bu arada bağlamadan söz ederken sürekli “saz” diyor. Anadolu’da çoğunlukla bağlama adını verdiğimiz bu çalgı, burda sadece “saz” olarak biliniyor.

Sejo Pitić, aslında akordeoncu arkadaşıyla gelecekti ama arkadaşı son dakika gelemeyeceğini bildirince kendisi de çok üzülmüş, icranın eksik olmasından endişeli. “Sevdalinka hata affetmez, icrada her şey eksiksiz olmalı. Sevdalinka hakkı verilerek söylenmeli.” diye konuşuyor. Üzülmemesini, her şeyin güzel olacağını söyleyip sıkı bir provaya başlıyoruz ve ardından da sıra performans çekimlerine geliyor.

“Salko, Se Vija Previja” (Salko, Kederle Kıvranıyor) ve “U Stambolu Na Bosforu, İma Dvora Dva” (İstanbul Boğaziçi’nde İki Saray Var) isimli sevdalinkalarda, Sejo Pitić’e vokalde (Fehmiye Çelik), gitarda (Ayhan Akkaya), klarinette (Şükrü Tırkış) olarak eşlik ediyoruz keyifle. Derken o da ne? Prova etmediğimiz bir sevdalinkayı mırıldanmaya başladı Sejo Pitić. Değişik kültürlerin, çağlar boyu süren ortaklıkları, ortak bir kültürel miras olarak bir anda açığa çıktı işte:  “Oj Devojko Anadolko” (Oy, Anadolu Kızı)… Ezgisini duyar duymaz melodiyi tanıdık elbette, İstanbul’un en eski türkülerinden biri olarak bildiğimiz “Üsküdar’a Gideriken”den başkası değildi bu. Üsküdar’a Gideriken, buralarda bir sevdalinka olarak Boşnakça da okunuyordu demek. Mırıltı güçlendi ve biz de Sejo Pitić’in bıraktığı yerden Türkçe sözlerle biz devam ettik, ta ki yönetmenimiz, “Çok güzel oldu, o zaman bir daha buyrun, bu kez kayıt alıyoruz!” diye seslenene kadar.

 Sonra Avdo Lemeš’in çekimleri başladı. Lemeš’in, saz eşliğinde hem çalıp hem söylediği “Sinoc Sam Ti Safo Dvoru Dolazio” (Dün Gece Saraya Gelirken Safo, Seni Gördüm) isimli sevdalinkanın hazin hikâyesi, ezgiyle birebir örtüşüyordu. Hadi kısaca paylaşıverelim sizinle: Safo’ya sevdalanan delikanlı, geceyarısı Safo’nun penceresine gül bırakır, sabah Safo bu gülleri elbisesinin göğsüne iliştirsin, o da Safo’yu bu güllerle görsün diye. Fakat sabah olup delikanlı Safo’yla karşılaştığında, Safo’nun göğsünde gül değil de, sümbül çiçekleri olduğunu görür. Bu sümbülleri, Safo'ya gece komşunun oğlu Halil’in verdiğini öğrendiğindeyse kahrolur ve bu sevdalinka ile Safo’suna seslenir: “Safo benim biricik Safo’m/Benim gülümün yerine göğsüne neden komşuoğlu Halil’in sümbüllerini taktın?/Sana sümbül, gülden daha mı değerli/Sana inci, elmastan daha mı değerli”

“Bosna’da sevdalinkaların ilk ortaya çıktığı yıllarda bu şarkılar, ya çıplak sesle ya da saz’la söylenirmiş” diyor, Avdo Lemeš. Kullandığı perdeler ve genel icra tavrı, Anadolu’daki bağlama icrasından çok farklı. Saz, solisti ve şarkı sözlerini bastırmayacak bir şekilde, yani oldukça geriden icra ediliyor ve böylelikle vokaldeki en detay nağmeler eksiksiz duyurulmaya çalışılıyor. Denebilir ki bağlama (ya da buradaki ifadeyle “saz”) adeta sevdalinkaların hüzünlü, buruk ve içli havasını taşıyabilecek şekilde, çok narin bir edayla çalınıyor.

Bir zamanlar o sazları çalıp sevdalinka okuyan aşıklar bugün hâlâ var ve işte Avdo Lemeš de bu âşıklardan biri. Biz böyle düşünüp şarkıları keyifle dinlerken, Avdo Lemeš: “Bugün artık kimse saz çalmıyor, benden başka bu geleneği sürdüren nerdeyse hiç kalmadı” diyor efkârlanarak ve aynı efkâr içinde “Bajrami” (Bayram) isimli sevdalinkayı söylemek istediğini bildiriyor. “Nasıl ki eski gelenekler bir bir yok oluyor, eski bayramlar da yok artık” diyerek başlıyor sevdalinkayı söylemeye. Art Kuća Sevdaha’nın avlusunu hüzün ve efkâr bastı şimdi: “Ni bajrami vişe nisu kao sto su nekad bıli/Âşik momci gdje ste sada kao nekad u mahalli/Haj sevdah pusti gdje da padne na mahale poruşene” (Şimdiki bayramlar artık eskisi gibi değil/Mahallenin eski zamanlarındaki âşık delikanlılar, şimdi nerede/Haydi bırak bu sevdayı, bu sevda viran olan bu mahallede, olduğu yerde kalsın)

Dinleyenlere hem neşeyi hem de hüznü aynı anda verebilen sevdalinkalar, aşık penceresinde bekleyen bir sevdalının, beklerkenki sevincini ve umudunu ama bir yandan da umutsuzluğunu ve  korkusunu getiriyor sanki bize. Türkiye’den kilometrelerce uzakta, Sarayovası olarak da tabir edilen Sarajevo/Saraybosna’dayız. Sevdalinka dinliyoruz, sevdalinka söylüyoruz. İcrada kullanılan enstrümanlar tanıdık, şarkı sözlerinde geçen kelimeler tanıdık… Ve bir o kadar da Bosna’ya özgü…