Söyleşi: Birgül Serçe, İlkem Balseçen, Saro Usta - 25 Haziran 2009
Müzikal geçmişine baktığımızda çok küçük yaşlardan itibaren müziğin içinde olduğunu görüyoruz. Çocuk yaşta içinde bulunduğun orkestralar var, Grup Metronom, Grup Çağdaş gibi... Vedat Yıldırımbora, Onno Tunç gibi isimlerle birlikte çalıştın. Biz de bütün bu deneyimlerinden yola çıkarak seninle Türkiye’deki popüler müzik piyasası üzerine konuşmak istiyoruz. Bu anlamda popüler müziğin ve müzik piyasasının gelişimini, bugün geldiği aşamayı nasıl değerlendiriyorsun?
Grup Metronom’da Vedat Yıldırımbora’yla, Grup Çağdaş’ta Onno Tunç’la çalıştım. Müzik piyasasına bir iş sahası olarak bakarsak süper derecede anlamsız bir durum var ortada. Şarkılara dikkat ederseniz, mesela pop dünyasında 100 tane şarkı varsa 90 tanesinin manası aynı. Bir tane kadın var, erkekler ona söylüyor; bir tane de erkek var, kadınlar ona söylüyor. Bu durum sadece burada değil, genel olarak dünyada da böyle. Oysa kreatif kaliteyi dışarıya çıkarmadığın zaman nefes alamıyorsun ve hiçbir şey değişmiyor. Bir şey değişmeyince o mesleğin etrafındaki insanlar çoğalmıyor. Mesela ’80’lerin başından itibaren yaygınlaşan bir mantalite geldi. Bu mantaliteye göre, insanlar tohumu koyuyorlar, hemen o gün meyveyi almak istiyorlar. Bu da genel olarak sanat, hatta sadece sanat değil, insanın görüşünde de büyük bir düşüş yarattı. Ve tabii bu durum her yere tesir ediyor. Şu anda mesela Türkiye’de görüyorsun, sanatçının range roverı var, evine bakıyorsun birinci sınıf kalitede bir ev, birinci sınıf kalitede elbise giyiyor; ama yaptığı müzikte kalite yok. Buradan da anlıyorsun ki dikkat edilen nokta sanat değil; görünüm ya da imaj.
Peki, sen kaliteyi neyle değerlendiriyorsun?
Ben imkânsızlığın içinde imkân yaratabilen bir insanım. Eskiden beri bu mantalitedeydim. İmkân içinde imkânsızlığı keşfediyoruz. Oysa şimdi durum böyle değil. Şimdi “İmkân yok.” deyip bahaneler yaratıyorlar. İmkân içinde imkânsızlığı keşfetme mantalitesi, devamında kreatif bir mantaliteyi getirmezse ne olur? Kreatif mantaliteyi sadece müzisyen olarak değil, genel insan olarak kurmak lazım. Ancak o zaman benim yaptığım sanat başkalarına ulaşabiliyor. Bunun da kültürel bağlantıları var. Mesela bir Türk geliyor, “Düşmanı şöyle yendik, böyle mahvettik, bir Türk dünyaya bedel…” falan diyor. Ben, esasında bunlarla hep mücadele verdim; çünkü ben böyle şeylere inanmıyorum. “Bir Türk dünyaya bedeldir.” Düşüncesi, dünyadaki en aptalca düşüncedir bence. Piyasanın durumunu da hep buralardan değerlendiriyorum. Bakıyorsun teknolojik olarak her şey var; ama ben sana Onno’nun bundan 25–30 sene evvel yaptığı bir aranjmanı getireyim. Belki 25–30 sene sonra bile öylesi yapılamayacak; çünkü o zamanlar bir heyecan vardı. Şimdi her şey, herkesin önüne geliyor; ama manasını bilmiyorsunuz. Mesela, pop dünyası dediğin zaman istenilen müzik ne biliyor musun? Bir aşk teması, o dönemde tutulan belirli bir ritmin üzerine oturtulup satılıyor. Aşk, böyle saçma bir hâl almış. “Sürpriz aşkım, dün gece başka birinden bir çocuk yaptım!” Birkaç sene evvel bu tür sözleri olan bir şarkı vardı. Ben zaten öyle bir dünyaya ait değilim. 16 yaşındaki çocuğa nasıl dinletirim ben öyle bir şarkıyı? İşte kalite dediğin şey ne biliyor musun? Mesela diyelim ki bugünkü aldığın ekmek, benim zamanımdaki ekmeğin ancak bir dilimine erişebilir. O zaman ekmek yediğimde buğdayın kalitesinde yiyordum. Şimdi buğday diye bir şeyden yapıyorlar; ama buğdayla ilgisi bile yok. Yani kalitesizlik diye bundan bahsediyorum. Neden bu örnekleri veriyorum? Çünkü bu durum müzikte de aynı. İsim vermeyeyim, burada bana “Deniz Yıldızı albümünü bir tek sen dinlersin.” diye çok söylediler. Bir tek ben dinlesem bile genç insanların kulağına neden yanlış bir şey vereyim? Eğer Onno’yla tanışsaydınız daha derin tartışırdınız bu meseleleri ve daha iyi anlayabilirdiniz. İnsanlar konuşurken arkada çalacak bir müzik istiyorlar; ama Sezen’in Deniz Yıldızı albümü öyle değil. Aradan birkaç sene geçsin bir daha koyun dinleyin. O zaman anlayacaksınız ne olduğunu. Daha onu anlamadan “Acaba satılır mı?” endişelerinin bir anlamı yok. O nedenle ben burada piyasa falan göremiyorum. Sadece bir curcuna var. Birileri bir düzen kurmuş ve bu düzen içinde yok elbise yarışı, yok saç yarışı, yok kim ona baktı, kim kime ne aldı? Böyle bir piyasa oldu. Mesela “Albümler satılmıyor; çünkü ekonomik durum çok iyi değil.” deniyor. Bunun da etkisi vardır; ama bir taraftan da insanlar aldıkları albümden neyin çıkacağını biliyorlar. Ne çıkacak diye merak etmiyorlar, heyecanlanmıyorlar. Yani sen her filmin sonunda ne olacağını bilsen kaç kere sinemaya gidersin ki? Pop dünyası da böyle. Sadece burada değil, genel olarak dünyada durum böyle. Amerika yarattı zaten pop marketini; ama onlar bile büyük hatalar yapıyor. Hiphop çıkarken kimse önemsemedi. Ondan sonra anlaşıldı buradan bir şey çıkacağı, büyük paralar kazanılacağı. Ricky Martin dediğin adam 6 yaşından beri müzisyen. Porto Rico’da Menudo diye bir çocuk grubu vardı. İspanyolların içinde çok meşhurdu. Ne zaman ki varolan marketten bir şey çıkaramayacaklarını anladılar, o zaman İspanyolca konuşan insanları aramaya başladılar ve Ricky Martin’ler, Jennifer Lopez’ler çıktı. Yani bugün sanat böyle bir olay. Yakalamadığınız zaman çok geride kalıyorsun. Zaman sanki ilerlemiyormuş gibi görünüyor; ama çok da hızlı akıyor. Peki Ricky Martin’e ya da Jennifer Lopez’e şimdi ne oldu? Ricky Martin ortada yok. Pop dünyası her zaman böyle değil; ama oradakiyle buradakini mukayese etmeye başladığın zaman ortaya çıkıyor biraz manzara. Ne derler, mesela burada domates çorbası istiyorsun. Çorbada bir kırmızılık var; ama acaba domates var mı içinde? Burası maalesef böyle. Siz söyleyin, Türkiye’de en yüksek kategoride bir sanatçının albümünü alalım desek hangisini alabiliriz? Bizde bir hata var, bekliyoruz birileri gelecek ve yapacak diye. Ben ne diyorum biliyor musun, benim müziğim ve yaratıcı kalitem benden sonra gelecek nesle göre sıfır olması lazım.
Biraz bu konulara girdik aslında; ama Amerika, Türkiye ve Ermenistan’daki durumu takip edebilen bir müzisyensin. Bu üç ülkedeki durumu sen nasıl değerlendiriyorsun?
Ermenistan başka bir durumda. Ermenistan’da market diye bir şey yok. Orada öyle büyük şirketler de yok. Mesela Eurovision şarkı yarışmasını örnek verirsek; bir şarkı yarışması, memleketler arası şarkı yarışması olmamalı. Ermenistan’da müzikte yeni yönelimleri belirleyen nedir? Market dediğim şöyle bir şey; mesela her yerde CD yapılır ve satılır. Ermenistan’da öyle bir şey yok. Yani bir CD çıkar, hemen bir korsanı yapılır. Örneğin benim “Ararat” şarkısının olduğu How Much Is Yours CD’si neredeyse tamamı korsan satıldı. Rica ediyoruz “Abi, bir tane satın al bari.” diye. Ama sanatsal olarak konuşursan o ayrı bir şey. Sanatsal olarak orayla burayı mukayese edemezsin. Kötü manada demiyorum; çünkü arada bir ilişki yok, hissedilmiyor, anlaşılmıyor. Mesela Sezen’e şarkı yaptığım zaman sanki uzaydan gelmişim gibi davranıyorlar. Oysa ben buralıyım, ben burayı hiç terk etmedim ki. Ben burayı sizden daha fazla yaşıyorum. Ben burayı niye yaşamayayım? Fakat yaşatmıyorlar. Biliyorsunuz bunu bu şekilde konuştuğumuzda insanlar tepki gösteriyor. Diyorlar ki “Her şey iyi gidiyorken şimdi bu, niye böyle laflar söylüyor?” Her şey iyi değil ki! Bir rahatsızlık var ki konuşuyoruz. Haksız mıyım? (Şapkasında yazanları gösteriyor) Bu kafama “sevgi, saygı, dürüstlük” diye yazıyorum. Diyorlar ki “Sen de durmadan ‘sevgi, saygı, dürüstlük’ deyip duruyorsun!” Peki ne diyeyim? Eğer saygı yoksa, dürüstlük yoksa bunları söyleme ihtiyacı duyuyorum. Sonuçta benim kimseden saygı görmeye ihtiyacım yok. Benim doğaya ve kendime, bana verilen imkânlara da yeterince saygım var. Ben kendimle barışığım. Benim problemim, vicdanım. Biraz vicdansız olsam şimdi keyif yapardım.
Peki, sadece bir Ermeni olarak ya da Ermeni Müziği alanı üzerinden değil de genel olarak Türkiye’deki “Türk Pop Müziği” piyasasına dair ne düşünüyorsun?
Şimdi öncelikli olarak şunu konuşmak lazım; yoksa karışıyor her şey. “Türk” nedir? Kötü bir niyetle sormuyorum bunu. Yani genetik olarak “Amerikalı” ne demek? Ben Ermeniler yüzde yüz saf demiyorum; ama Türkiye’deki, Amerika’daki durum daha bariz bir şekilde görünüyor. Ben Ermenistan’a ilk gittiğimde kadın ve erkek arasındaki tek fark, başörtüsüydü. Kadın ve erkek görünüş olarak aynıydı. “Türk” derken genetik olarak ne olduğunu bulamazsan, “Türk Müziği nedir?” sorusunun cevabını da bulamazsın. Türk dediğin genetik bir identity mi yoksa ideolojik mi? Amerika’daki durum, kabak gibi belli ki, genetik bir idendity değil, ideolojik. Ama Türkiye’deki biraz zorlama bir ideoloji olduğu için rahatsızlıklar oluşuyor. Mesela sen, şimdi Arap’ım diyebiliyorsun ve senin ismin Birgül. Adını bir anda Hayganuş yaparsam bambaşka bir şey ortaya çıkar. Bu durumlarla gerçekten yüzleşmezsek o müziğin neyini, nasıl konuşacağız? Mesela Doğu kime ait? Türk’e mi ait, Ermeni’ye mi? İşte tam bu noktada baharatlar her şeyi ortaya koyuyor. Sen başkalarının baharatlarının üstüne, benim baharatım diye yazarsan yarın yapacağın yeni bir yemekte ne kadar baharat koyacağını bilemezsin, yemeğin tadını bulamazsın. Burası da bundan dolayı gelişemiyor. Bu konu, çok derin bir konu ve bu konuda söylediklerimi kötü niyetle dinlemek isteyen kötü niyetle dinler. İnsanî ve sanatsal açılardan dinlemek isteyen, o şekilde dinler. Kendi kimliğini bilmiyorsan ortaya çıkan müziğin manasını da bilemezsin. Onun için işte “Sari Gyalin”şarkısına dair, “Ordaki gelin, sarı saçlı bir gelin midir?” diye sorular soruluyor. Gülüyoruz; ama bu meseleler ortalığı karmakarışık yapıyor. Bu ülkenin ne kadarı Ermeni, ne kadarı Kürt, ne kadarı Rum, ne kadarı Gürcü, ne kadarı Çerkez, Laz, Çingene, Özbek, … Tekrar edeyim, bunları kötü manada söylemiyorum. Bu demek değildir ki ben din ve ırk ayrımı yapıyorum. Zaten benim bunlarla hiçbir ilgim yok. Benim dinim doğa, ırkım da insanlık! Baharatımı soruyorsan, o ayrı. Baharatım Ermeni, ne yapayım! İşin açıkçası, biz aile içinde öyle Ermeni’yiz diye de büyümedik. Doğrusu, ben Ermeni olduğumu sokakta öğrendim. Sokak öğretti bana, benim haberim bile yoktu. Sonuçta ben sokağa bir insan olarak çıkıyordum. Onno’nun da benim de okul hayatımız çok kısa sürdü. 5-6 yıl kadar bir süre… O 5 senede de, bugün artık var mı bilmiyorum ama, Ermeni tarihi diye bir ders yoktu zaten. Hiçbirimizin haberi bile yoktu. Türk tarihi öğreniyorduk. 6 yaşındaydım ve Türk tarihi dersinde bize, bizim ne kadar kötü olduğumuz, Türklere ne kadar düşman olduğumuz öğretiliyordu. Oysa ailemin içinde öyle kin, nefret hiçbir zaman olmamıştır. Mesela Onno, Canan Ateş ile evlendi. Ben de Ermeni olmayan biriyle evlenebilirdim. Yani bir dinle ya da ırkla evlenmiyorum ki, bir insanla evleniyorum. Mesela evde radyoda klâsik Türk müziği çalardı. Sonra birdenbire Anadolu’nun Sesi programı gelirdi. O sesi duyduktan sonra anam mutfakta, biz öteki odada öylece kalıyorduk. O an sanki beynimizde, ruhumuzda birtakım düğmelere basıyorlardı. Yani öyle bir Ermenilik vurgusu yoktu; ama bu demek değil ki içimizde bu duygu yok!
Aslında şunu da öğrenmek istiyoruz senden. “Türk” müziği anlamında değil de, bir zamanlar “Türkçe sözlü hafif Batı müziği” olan; ama sonrasında “pop müzik” diye adlandırılan müzik türünü nasıl değerlendiriyorsun? Bu alanda yakın durduğun kimler var? Yıllardır beraber çalıştığın Sezen Aksu, buna bir örnek...
Evet, bir zamanlar “hafif Batı müziği” deniyordu. Bu da işte hep Batı’ya öykünmenin getirdiği bir durum. Ben de bunun için kalktım, “Türkçe sözlü hafif Anadolu müziği” diye bir albüm yaptım. Mesela Sezen Aksu’nun son albümü Deniz Yıldızı’nı birlikte yaptık. Bu albüm üzerine konuşulanlar şunlardı; “Beklenen şey olmadı.”, “Ne olmadı?”, “İşte onun öyle olmaması lazımdı”, “Ne olmaması lazımdı?”, “İşte diğer çıkan şeylere pek benzemedi.” Bu söylenenlerde yaratıcılık yok. Sana ait olmayan şeyler geliştirilmeye çalışılıyor. O zaman da başkalarından alıp başkalarının yaptığı işlere bakıyorsun. Ufacık Ermenistan’ın müziğinin sesi neden bu kadar geniş çıkıyor? Çünkü kendine özgü bir şeyler var müziğinin içinde. Herhangi bir yerin müziğini alarak onlardan daha iyi nasıl çalabilirsin? Senden alan senden daha iyi nasıl çalabilir. Git bakalım, Afrika’dan al çal! Afrikalı’dan daha iyi mi yapacaksın? İmkânsız! Anladın mı, onun için buradaki pop dünyası beni ilgilendirmiyor. Türkiye’de, bu alandaki en zayıf sanatçılar bence Batı müziğiyle ilgilenenler. Anadolu müziğiyle ilgilenen sanatçılara bak, hepsi virtüöz. Niye? Çünkü toprağından aldığıyla enstrümanını harmanlayabiliyor. Başka türlü, altından girse üstünden çıksa da o lezzet çıkmaz. Arapçada lahmacun ne demek mesela? Etli hamur. Şimdi sen bunu nasıl Turkish pizza yaparsın? Mantıklı geliyor mu? Türkçede lahmacun diye bir kelime yoksa bunda korkulacak ya da utanılacak bir şey yok ki. Olayın saçmalığı burada. İşte bu tür noktalardan burada bir şeyler gelişemiyor. Sezen’in albümüne dönecek olursak… Sezen Aksu’nun bir tarzı var ve onun dışına çıkamıyor. Biraz farklı bir adım atmayı denediği zaman hemen üstüne gidiliyor. “Bu ne ya, yazın böyle bir albüm çıkmaz!” deniyor. Bu kadar anormal bir laf olabilir mi? Keşke bu albümle ilgili bana sorulan soruları getirseydim de bir görseydiniz. Soruya bak, “Bu albüm yazın çıkıyor; ama albümde yazlık hiçbir şarkı bulunmuyor. Neden?” Üstelik bu soruları soran insanlar gazetelerde yazıyor. Bikiniye göre mi şarkı yapsaydım? Ayrıca sana ne? Sezen Aksu, albümünü istediği gibi yapar. İnsanın bir şeyleri araştırmaya, başka şeyleri denemeye hakkı yok mu? Peki, Sezen Aksu’yu dinlediğimizde, mesela “Kavaklar” şarkısında, zaman zaman yoğun bir Ermeni müziği kokusu var ya da “Pınçılig” (Yalnızca Sitem) örneğinde olduğu gibi… Anadolu’da kimler yaşıyor? Ermeniler de o halklardan bir tanesi. Ermeni müziği kokusu meselesine gelince… Doğal değil mi o tür kokular taşıması? Bakın, şu ana kadar pop dünyası açısından konuşuyorum. Yok, eğer Anadolu müziğini konuşursak, bir defa şunu söylemem gerekir ki, benim buraya gelmemdeki tek sebep o. Örneğin Kardeş Türküler’i gayet iyi biliyorum. Ne kadar tecrübeleri var, ne kadar yok konusu beni hiç ilgilendirmedi bile. Ben esasında klâsik de çalarım, caz da çalarım; ama böyle şeylere takılmam. Newyork’u öğrenmek istiyorsan İlhan Erşahin’e sor, deniyor. Buradan ta oraya kadar gidiyorlar; ama “Anadolu’yu öğrenmek istiyorsanız Kardeş Türküler’e sorun” diyen var mı? Kardeş Türküler’den Vedat Yıldırım’a sordum,“Size ‘sesleriniz ne kadar güzel, Anadolu’muzu temsil ediyorsunuz. Kalkın oralara gidin. Boş boş konuşulacağına siz, söylenmesi gerekeni müzikle anlatın’ diyen oldu mu?” dedim. “Yok, olmadı.” dedi “Sana geliyor mu?” diye o bana sordu. Ben de dedim ki, “28 senedir bana hiç kimse, hiçbir şey demedi.”. Yarın Newyork Center Park’ta Türkiye çıkartması yapıyorlar. Öyle diyorum; çünkü bayraklarla falan gidiyorlar. Mazhar Fuat Özkan, Sertab falan… Yaklaşık 30 senedir Amerika’dayım ve de ismim Amerikan müzik tarihine geçti artık; ama hiç kimse beni arayıp davet etmiyor. Aynı şekilde Kardeş Türküler’e de kimse telefon etmez. Niye? O zaman, “Bu toprağı niye böyle yaptınız?” diye sormak istiyorum. “Kara Kara Bulutlarla” diye bir şarkı yazmış olmam boşuna değil; ama kaç kişinin evinde var o CD? Yani sende var ve onda var, başka? Dışarıya çıkalım hiç kimsenin haberi bile yok. 6 sene çıkarmadılar o albümü. İlk bastıklarında da 100 taneydi. Aslında biraz önce Sezen Aksu örneğini verirken söylemek istediğimiz de buydu. Markete bakıyoruz, bir isim var; ama o ismin arkasında kim var, kimden beslenmiş, kimle paslaşmış? Bunlar hep işin görünmeyen kısımları oluyor. Biraz önce sordunuz ya “Kalite nedir?” diye. Şimdi bakalım, Sezen’in ismi neden bu kadar kalıcı oldu? Çünkü Sezen’in müziğine Onno’nun getirdiği bir kalite vardı. Sezen’in problemleri de orada başladı; çünkü kulağı kaliteye alıştı. Onno gidince bunlar problem oldu. Etrafındaki insanlar da sürekli değişiyor. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Dara düşüldüğü zaman arada beni de çağırıyorlar, elbette geliyoruz ailevi hatıralardan dolayı. Ben, bir kere olsun sıfırdan başlayarak bir proje yapamadım Sezen’le. Örneğin Denizyıldızı albümü de zor bir süreç oldu benim için. O CD’yi alıp dinleyin lütfen. İnsanlar muhabbet ederken arkada çalacak bir albüm değil o albüm. Hepsini bir kenara bırakın, o albümde Onno kendi parmaklarıyla piyano çalıyor bir şarkıda. “Yol arkadaşım,” diyor, “neredesin?”. Arkadan Onno geliyor parmaklarıyla ve kızı da çalıyor beraber. Eğer sanatsal olarak konuşursan en azından buna saygı göstermen lazım. Benim yurtdışında yaptığım her konserde biletler tükenir, bulamazsınız. Niye biliyor musunuz? İnsanlar, “Bu adam, müzisyen. Yaratıcı; çünkü bu adam yaşıyor.” diyorlar. Tabii ki benim de onlara izah etmem lazım, olay sadece beni anlamaları değil. Oradan aldığım tepkiler bana süper derecede bir ferahlık ve güven getiriyor. Peki burada ne oluyor? Hem sanatçıyı bir kafese koyacaksın hem de niye bir şey yaratmıyorsun, diyeceksin. Olur mu kardeşim? Eğer kalbini açmazsan müziğin de açılmaz. Yani sevmesen bile saygıyla kabul edeceksin. Açıklık bu demek. Ben bile kendi yaptığım şarkıların hepsini sevmiyorum ki; ama biliyorum manasını, niye yazdığımı. Benim derdim insanları mantalite olarak bir noktaya getirebilmek. Teknik olanaklar ya da enstrüman icracılığı gibi noktalar açısından eskiden içinde bulunduğun/çaldığın ortamlarla bugünkü ortamı nasıl değerlendiriyorsun? Bugün kayıt esnasındaki hatalar için teknisyen diyor ki, “Boşver, orada iki tane düğme var, basarız düzelir.” Örneğin solist korkunç kötü söylüyor; ama diyor ki “Getir onu abi, ben düzeltirim”. Eskiden böyle bir şey yoktu ki. Kayıt stüdyosuna 16 kişi birden giriyorduk, iki tane de mikrofon vardı. Nota kağıdında ne var diye bir kere bakıyorduk, bir kere de teknisyen için çalıyorduk o kadar... Ondan sonra biri yanlış yaptığında, teknisyen uyarırdı, “Hop oğlum, ne oluyor?” falan derlerdi. Şimdi “Sen istediğini yap, ben nasılsa düzeltirim.” mantalitesi var. Böyle olunca çalan kişinin de umurunda olmaz; icracının kendi performansında da, müzikte de herhangi bir gelişme olmaz. Teknoloji çok güzel bir şey; ama hayal gücü de çok güzel ve önemli. Ortada bir balanssızlık var. Şimdi yaşadığımız rahatsızlık da bundan kaynaklanıyor. Doğa kendi kendine yapıyor balansını; ama biz doğaya karşı bir kavga veriyoruz.
Türkiye’de Ermeni müziği, ana akım medyada ve/veya popüler müzik alanında nasıl karşılanıyor sence? Nasıl bir yeri var? Bu anlamda senin yaşadığın bir sansür var mı veya tanık oldun mu?
Bu gibi durumlar tabii ki yaşandı. Eskiden 10/8’lik şarkı bile çalınamazdı, yasaktı. Sebebi de bu ritmin daha çok Kürt veya Ermeni müziğinde kullanılması. Mardin, Malatya, Diyarbakır, Antep gibi yörelerin şarkılarında hep bu ritimler var. Bir de mesela benim yaptığım “Kodumda” şarkısı sansüre uğradı. İçerisinde “politikacılar” sözcüğü geçtiği için. Ben de “politikacılar”ı, “labalubacılar” olarak değiştirdim. Bunun dışında “New Apricot” CD’sini yaparken “Tunçboyacıyan’ın ‘yan’ını yazmasak olmaz mı?” ya da “Armenian Navy Band’i ön tarafa yazmasak olmaz mı?” gibi sorularla karşılaştım. Hatta burada Fransızların ortak olduğu La Farge adında bir çimento fabrikası vardı. Bizi davet ettiler. Konsere çıkmadan birkaç saat önce şirketin Türkiyeli yöneticisi geldi ve konserde “Armenian demeseniz, Ermenistan’dan geldiğinizi söylemeseniz, Tunçboyacıyan yerine Tunçboyacı deseniz olmaz mı?” gibi sorular yöneltti. Ben de sahneye çıkıp bu söylenenlerin tam tersini yaptım. Buradaki korkuyu düşünebiliyor musunuz? Ermenistan’dan bir topluluğu getirttikleri için çimento satamamaktan korkuyor insanlar. Bu düşünceye sahipsen çağırmayacaksın o zaman. Türkiye’de Ermeni müziği yapan gruplar ya da kişiler var mı? Yok. Olamaz da zaten. Türkiye’de Ermeni müziğinin gelişmesini sağlayacak bir ortam yokken ne kadar Ermeni müziği yapılabilir? Biz kendi memleketimizde “yabancı” oluyoruz. Sizler bu psikolojiyi belki anlayamazsınız. Burada herhangi bir yerde ismin okunduğunda hemen tepki alabiliyorsun. Bu ruh hali insanı yaralı bir melek de yapabilir, katile de dönüştürebilir. Amerika’da da durum böyle. Orada beyaz birine gidip Amerika’yı sorun, bir de siyahi birine sorun, bambaşka iki ülke çıkar karşınıza. Ermeni müziğini bilmek, öğrenmek istiyorsak Yerevan’a gidelim, orada nefesimiz kesilir. Ermeni müziğinin burada gelişip yaşaması çok zor. Kardeş Türküler’in yaptığı, aslında biraz da kaybolmaya yüz tutmuş şarkıları, kültürleri ortaya çıkartmak ve onları yaşatmak. Bakın burada iki milyona yakın kayıp, gizli Ermeni var. Burada o kültürün yaşayıp gelişebilmesi için rahat nefes alması lazım. Bugün duyulan o müzikler, geri kalan esintiler. Elbette derin köklerden geliyor. O kökler de silinemez. Sen, ben siliniriz; ama o kökler silinmez. Bu, toprakla ilgili bir şey. Anadolu erkeğini düşünün. Kesinlikle kadından yardım almaz gibi bir düşünce hâkimdir. Ermenice “Bingöl” şarkısında erkek, yolunu kaybetmiş ve bir kadından yardım istiyor. Bu örneği kötü anlamda kullanmıyorum. Aslında burada yapılan, sadece varolan Ermeni kültürünü yaşatmaya çalışmak. Gelişip yaşaması pek olanaklı değil. Kardeş Türküler’le beni birleştiren umarım benim Ermeni olmam değildir. Onno’yu burada insanlar neden seviyor? Çünkü kaliteli ve iyi bir insan, herkes de biliyor onun Ermeni olduğunu. Piyasada müzikten anladıklarını iddia eden birtakım insanlar yeri geliyor arkalarına devlet desteğini de alıp bayraklar eşliğinde konserler veriyorlar. Benim ise kapımı çalan olmuyor. Zaten bu benim için önemli de değil. “System Of A Down”a verdiğim destek yüzünden bana internet ortamında ne küfürler edildi. Konserde bayrak yakıldığını söylüyorlar. Oysa öyle bir şey yok. Elimde edit olmamış video kayıtları var. Orada Türkler, Kürt bayrağını yakıyorlar. İnsanlar, kendi yarattıkları değerler için birbirlerini yiyor. Bir avuç parayı alıp köpeklerin önüne atarsanız hiçbir şey olmaz; ama insanların önüne atarsanız bakın ne oluyor? Benim derdim mantalite. Bir insan yaratıcılığını yine insanlık için kullanmalı. En azından ben böyleyim. Türkiye’de dinlediğimiz pek çok aranjman şarkı var.
Senin de söylediğin gibi Ermeni müziğinden olsun Rum müziğinden örnekler olsun bu örneklerin birçoğunda kaynak gösterilmediğini görüyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsun?
Garip bir olay var. Eğer eski siyah beyaz filmleri izlerseniz yüzde yetmişinin Sovyet zamanında Ermenistan’da çalınan müziklerden oluştuğunu görebiliriz. Türk alfabesini kuran Agop Dilaçar’ın hikâyesinden haberiniz yok mu? Atatürk kendisini Bulgaristan’dan getiriyor ve alfabeyi kurduyor. Bunun haberini Nebil Özgentürk Milliyet’te yaptı. Peki, şimdi size soruyorum, Ermeni alfabesini kim yazdı? Mesrop Masdotz. Bu kadar basit. Bu isimler bilinmiyor. “Türkler” demek bana ters geliyor. Kime diyorum? Sana mı, ona mı? Bir kimlik sorunu var. Bugün sizlerin çektiği ıstırap bu. Kendine dürüst olan bir insan bunu kabul edemiyor. Ben herkeste bunu görüyorum. Dürüst insanlar olduğumuz için bu sorular çıkıyor ortaya. Senin işin öğretmenlik. Dünyadaki en tehlikeli işlerden biridir. Ben bunu çocuğumdan öğrendim. Ufacıkken ben ona “Eşşekoğlu eşşek” kelimesini öğrettim. Birkaç saniyede öğrendi bu kelimeyi. Türkçe de konuşamıyordu, gülüyorduk. Biz gülüyoruz diye de havaya girdi. Daha sonra olur olmaz yerlerde söylemeye başladı ve bunu düzeltmemiz tam üç sene sürdü. O yüzden ben bu ülkedeki bu tip şeylere çok kızıyorum. Kimsenin başka insana yalan veya yanlış bir bilgiyi öğretmeye hakkı yok. Yirmi beş sene evvel ben bir şarkı getirdim Onno’ya. Dedim ki “Bu şarkıya bir aranjman yap, Sezen Aksu da okusun.” (Yalnızca Sitem - Pınçılig ezgisini mırıldanıyor) Bu bir Ermeni şarkısı. Benim ispatlamak istediğim ne biliyor musun? Sen birinden nefret ediyorsun, kinin var, senin düşmanın; ama onun şarkısı senin repertuvarına girebiliyor. Burada bir acayiplik yok mu? Ben bunu ispat etmek için yaptım o şarkıyı. Onno’ya yaptığımız CD’de bile bunu yazamadılar. Bir Ermeni şarkısı, bir Ermenistan aranjmanı olduğunu yazamadılar. Ermeni müziği yazmak yerine, “uzak Doğu Anadolu müziği” yazıyorlar. Yazsana Ermeni müziği diye işte! Aranjmanlardan girmişken bağlamından tamamen bağımsız olarak yapılan örnekler de görüyoruz. Bestecisine “anonim” yazılmış olması da ayrı bir konu; ama Adana Ağıdı’nın bambaşka bir anlamı varken şarkı, bir aşk şarkısına dönüşüyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun? Benim derdim kimin şarkısı olduğu değil; ama kiminse onun adının yazılması gerektiği. İnsanlara yanlış bilgi geçilmesin. Kürt şarkısıysa bunun yazılması, Arap şarkısıysa bunun yazılması gerekir. Bir de başka bir şey var. Örneğin ben hayatımı, zamanımı veriyorum, paramı harcıyorum. Diğer taraftan biri bir dakika içinde alıp götürüyor. Yazık değil mi? Bu benim için çok büyük bir terbiyesizlik. İnsanlar ne katkı sundular ki buraya, bu söylenenlerin anlamını bilsinler? Onlar “Acaba bu şarkıyı çıkartıp tutturur muyuz, para kazanır mıyız?” derdinler. Mesela Düş Bahçeleri albümünde ben İtalya’da turnedeyim. Sezen’den acil bir telefon geldi; “Hemen gel, başımız belada”. Ben geldiğimde bir düzenlemeciyle çalışılıyordu. Ben otelden yürüyerek geliyorum, o düzenlemeci BMW’sinde özel şoförü’yle geliyor. Albümün tüm mixlerini yapıyorum ve 5 şarkıyı düzenliyorum. Aslında bütün projeyi toparlıyorum ki, o “Keskin Bıçak”ın bir toparlanması vardır ki tarihe geçecek bir olaydır. Siz orda tertemiz duyuyorsunuz; ama az daha tar atılacaktı, duduk atılacaktı. Peki, “Adanayi Voghperk”in (Adana Ağıdı) Seden Gürel’in okuduğu kaydında (Sebebim Aşk) bir Ermeni sanatçı duduk çaldı. Bunu nasıl yorumluyorsun? O insanın böyle bir ekonomik özgürlüğü olmadığı için kabul etmiş olabilir; ama benim var öyle bir özgürlüğüm ve ben reddederim. Mesela bana burada bir film müziği teklifi geldi. Filmin hikâyesi ise Antakya’dan kaçan Rumlar. Senaryoyu okuduğumda bir yer geldi; Rumlar kaçarken mallarını satmak için Ermeni bir antikacıya götürüyorlar. Antikacı, 10 liralık mala 3 lira veriyor. Senaryonun başka yerlerinde de bunun gibi başka örnekler vardı. Ben de reddettim, yapmadım. Yazılanların bir gerçekliği varsa o ayrı bir şey. Ben Ermeniler melektir, demiyorum. Mesela Ermenistan hükümeti ile 9 aydır sorun yaşıyorum. Benim böyle niyetlerim yok. Kitabımı okursanız orada da görebilirsiniz: “Ben bütün bedenleri temsil etmek için kendi bedenimi terk ettim.” Kendi fikirlerimi söylerken dikkat ediyorum; çünkü benim de hatalarım olabilir. Sana yanlış bir şeyler de aktarabilirim; ama bazı şeyler de içimde olmazsa bunu dillendirmezdim. Ben akademik anlamda kendimi geliştirmedim; ama ben duygularımla hareket etmeye çalıştım hep. O yüzden ya koklayacağım, ya dokunacağım, ya tadacağım ya da sarılacağım. Ben bir merhaba dediğimde anlıyorum kimin ne dediğini.
Peki, biraz Armenian Navy Band (ANB)’den bahsedelim mi? Ermenistan’da nasıl bir yankı uyandırdı?
Ermenistan’daki yankılarından önce ben ANB’yi neden kurdum ondan bahsedelim.Ben müziği ikiye ayırırım; biri iş biri de hobi. Zaten beni sizlerle bu hobi heyecanı birleştirdi. İş olarak bir şeyleri yapıyoruz zaten; ama bunları yaparken konuşamıyorsun, içinden gelenleri yapamıyorsun, içine dönmeye başlıyorsun ve bu giderek ciddileşmeye başlıyor. Her şeyi içine atıyorsun, sistem senin kendi kokunu dışarıya çıkartmana izin vermiyor. Böyle olunca insan çıkacak bir yer arıyor. Amerika’ya geldiğimde içimde “Avantgarde Folk Music” ile ilgili birtakım düşünceler vardı. Bu bir tarz aslında. Yurtdışında benim lakabım Mr. Avantgarde Folk. Avantgarde Folk, kendi özünü kaybetmeden, tecrübelerinle yarını hayal edebilmek aslında. Çok açık bir tarz, ne olursan ol hiçbir kapalı kapısı yok. Jazz denince bir havalara giriyorsun, Latin dediğin zaman Afrika geliyor akıllara. Ben bu ön kabülleri, yenilme psikolojisini ortadan kaldırmak için kurdum bu orkestrayı. Ben Ermenistan’a kendi köklerimi bulmaya da gitmedim. Bu projeyi yaparken iki yerden ümidim vardı. Biri burası, yani İstanbul, biri de Yunanistan. Ermenistan’da olabileceğini hayal edemiyordum. Amerika’da zaten deniyordum avantgarde denen olayı. Zaten yirmi sekiz senedir orada yaşıyorum. İnsanın bir şeyler öğrenmemesi, denememesi imkânsız. Bende öyle diasporalıların Ermenileri koruma korkusu ya da ay elden gidiyor, gibi takıntılar yok. Ben olanların üzerine ekliyorum. Bir şey kaybolmuyor ki, ekleniyor. Ermenistan’da da insanların düşünceleri, fikirleri oluyor. Albümlerden dinlediğim zaman oradaki müzisyenlerin akademik yönlerinin güçlü olduğu, aynı zamanda farklı müziklere açık oldukları belli oluyor. Oysa buradaki insanların aklında hala “Zurnada peşrev olmaz!” düşüncesi var. Hiçbir açık fikirlilik yok. Orada ise tam tersi, “Zurna ile her şey olur!” düşüncesi hâkim. Bunun da nedeni okul sistemleri. Duduk öğrenen de kanun öğrenen de zurna öğrenen de, saksafoncu da, trompetçi de aynı eğitimi alıyor. Ayrı kutuplarda değiller. Burada öyle değil. Gidiyorsun jazz çalanlar başka triplerde, Anadolu müziği çalanlar banka triplerde, popçular başka... En fazla tripte olanlar da senfonilerde çalanlar. Bunları söylerken yapılan müziklere saygım olmadığım anlaşılmasın kesinlikle. Ben, tavırları eleştiriyorum. Zaten benim dediğim bu durumlar 1970’lerde idi, şu an sanmıyorum öyle olduğunu. Ancak burada benim gördüğüm eksiklik “önder”in olmaması. Örneğin Onno, bir önderdi; onun etrafında toplanabilirdin. Bu orkestrayı ben bu niyetle kurdum. Zaten bu orkestra ile yaptığımız ilk albümü dinleyip ardından da şu anki halini dinleseniz aradaki farkı anlayabilirsiniz. İlk kurulduğumuzda kadro elemanlarının stüdyo tecrübelerinin az olduğunu biliyordum. Ben de birkaç parça yazdım ve düzenlemeleri durumumuza göre uyarlamaya çalıştım. Birkaç parçayı kendim solo olarak icra edip bir denge oturtmaya çalıştım. Şu an gelinen nokta bu başlangıçtaki durumun çok ötesinde. Ben de bu tip ülkelerde var olan bu psikolojiyi kaldırmak amacıyla kurdum ANB’yi. “Navy Band”in anlamı ise ayrı bir olay. O senin, benim, hepimizin kalbi, bizim denizimiz. Sen nereye kadar götürebilirsen o gemiyi oraya kadar gider. İnanırsan gider, için temiz olursa gider, bir sahtekârlık olsa içi su dolar o geminin. Neden Türkiye giremiyor dünya pazarına? Neden Cezayir, Marok girebiliyor? Hepsinin yeri var dünya pazarında. Türkiye’nin yeri belirsiz. Şimdi bunu “ılımlı İslam” gibi söylemlerle şekillendirmeye çalışıyorlar. Eğer bu sistem akıllıca davranabilirse bundan çok rahat faydalanabilirler ki Osmanlı döneminde bu yapılmış. Sanat gücüne silah gücünden daha fazla önem verilmiş. Bugün Türkiye temsil edileceği zaman yeri geldiğinde Kürt müziğinden, Anadolu müziğinden bahsediliyor. Bu noktada bir sahtekârlık var. Bu insanların kendi dillerini okuyup öğrenmelerinin yasak olmasının mantıklı bir cevabı olabilir mi? Her insanın her yerde her şeyi öğrenmek hakkıdır. Sokakta yürürken Kürtçe konuşan iki insanla karşılaşınca “Bunları atmak lazım buradan!” deniyor. Peki kardeşim, sen Almanya’ya gittiğin zaman kendi Türk arkadaşınla Almanca mı konuşuyorsun? Hayır! Bu insanlar da Kürtçe bilip kendi aralarında Kürtçe konuşuyorlar o kadar. Bu düşünceler değişmediği müddetçe bir şeylerin yapılabilmesi imkânsız.
Son olarak önümüzdeki hafta Kardeş Türküler’le birlikte aynı sahneyi paylaşacağınız konser hakkındaki düşüncelerini alabilir miyiz?
Bizim birleştiğimiz bir nokta var, hepimizin mesajı bu insanlık için. Kardeş Türküler’in yaptığı müzik de böyle. Aynı amaç doğrultusunda buluştuğumuzu düşünüyorum. Burada çok güzel bir beraberlik var. Birlikte çalışmalar yapılıyor, farklı kültürler yaşatılıyor. Kardeş Türküler’deki insanlar, kendi bedenleriyle insanlık adına farklı kültürleri yaşatıyor. Bunlar bu ülkede bu insanlara yapılabilecek en faydalı, en güzel şey.