“Türkiye’de ses eğitimi gören öğrencilerin çoğu, akciğerlerinin yerini bilmiyor.”

                                                                             

Hocam, herhalde bir gün durup dururken; “Hadi ben bir metot yazayım.” diye bu işe başlamadınız. Yıllarca biriktirdiklerinizi, şimdi zamanı gelmiştir de yazılı hale getirmişsinizdir. Nerelerde boşluklar gördünüz? Nasıl bir ihtiyaçla bu metodu yazma fikri oluştu?

C.M. : Metot yazma fikri hiçbir sanatçıda, hocada bir anda oluşmaz. Epey de meşakkatlidir zaten bu iş. Eğer sadece bir kitaptan söz etseydik, kolaydı; fakat benim gibi, bir sistemden söz ediyorsanız, işiniz zor.

2000’in başlarında, ilk kez uzun bir turne için gittiğim Avustralya’da geldi bu fikir aklıma. Herkes alışveriş merkezlerini, o yanı bu yanı gezerken ben kütüphaneleri, kitapçıları geziyordum. Sydney’de bir kütüphanede vokal kitabı istedim; popçular için hazırlanmış iki kitap ile birkaç faydalı kitap getirdiler. Fakat hiçbiri ikna edici değildi; biri ağız bölgesinden bahsediyordu, biri diyaframdan. Hepsi de perakende hazırlanmıştı. “Neyse” dedim, “belki Avustralya’da yoktur, dünyaya bakmak lâzım.” Fakat araştırmalarım neticesinde, aradığım şeyin henüz hazırlanmadığını gördüm.[[dipnot1]] Derdim şuydu: Biz Doğu müzisyenleri, nasıl ses üreteceğiz? Bizim ses yapımımız nasıl olacak? Şöyle düşünmemeliyiz: Biz Doğu müzisyeniyiz; demek ki Batı şan tekniği bizim işimize yaramaz. Tersi de yanlış... “Öyle bir metot olmalı ki” dedim, “içinde hem opera / Batı şan tekniklerini barındırsın hem de Doğu müziğini.” Hep aklımdaydı öyle bir sentez.

Şan tekniği ve ses yapımıyla kastettiğiniz şeyi okuyucularımız için biraz açar mısınız?

C.M.: Şan tekniği dediğimizde, opera tekniğini kastediyoruz. Eğer bir insan şan dersi veriyorsa teknik direktörlük yapıyordur. Ses yapımının önemini anlatmak için şöyle bir örnek verebilirim belki: Ud çalmayı öğrenmek isteyen bir kişi -eğer parası da varsa- ucuz, kalitesiz bir enstrüman satın alarak derse başlamak istemez. Çünkü, tele tek bir vuruşunda aletin akordu bozulabilir, teller gevşeyebilir, yanlış ses çıkabilir enstrümandan. Onun için, sazı da iyi seçmek lâzımdır. Şan tekniğine gelirsek; kesinlikle bir insan ses yapımını öğrendikten sonra şan tekniğini öğrenmeye geçmelidir. Teknik direktörün umrunda değildir ki, sen neden si bemol veremiyorsun. O sana diyor ki; “Bu şarkı böyle söylenir.” Ha, bu ‘register’da okuyamazsın, yerini değiştirir. Ama antrenör cevap verebilmeli ki, sen neden si bemol’de okuyamıyorsun. Dolayısıyla, sesi inşa etme, ses yapımı devreye giriyor burada. Bugün, ses eğitimi almamış ama çok başarılı olmuş müzisyenlerin de ses yapımını öğrenmeye ihtiyacı vardır. Diyelim ki ses yapımını öğrenmedi, o sanatçı bir yere kadar ilerleyebilir; sonra kendini tekrar etmeye başlar. Ama ses yapımı sayesinde, daha vizyonu geniş, daha güçlü bir ses olur. Dolayısıyla, şan tekniğiyle ses yapımı arasında çok fark vardır. Fakat bence iyi bir metot, bu ikisini içerebilmelidir. Biz de bu metotta bunu sağlamaya gayret ettik.

Ses yapımını açalım şimdi...

C.M.: Bir ses sanatçısı, her şeyden önce bedenindeki üç sistemi koordine etmeyi öğrenmelidir: Jeneratör sistem, vibratör sistem ve rezonatör sistem. Anatomik olarak, her birinin birbiriyle uyumlu olarak çalışması gerekir. Mesela jeneratör sistemde dört üyemiz var: Kasık kasları, karın kasları, diyafram zarı ve akciğer. Bu kitapta bu bölgeyi BB (basınç bölgesi) olarak adlandırıyoruz. Çünkü bu işte en önemli iki şeyden biri nefes almak, bir diğeri de basınç miktarıdır.

Kitapta bunlar detaylıca, egzersizlerle desteklenerek anlatılıyor.

Genelde ses eğitimi almak isteyen öğrencilerde -sizin de çok iyi bildiğiniz gibi- bir acelecilik, hemen olsun bitsin, hemen şarkı söyler hale geleyim, yaklaşımı vardır. Oysa ses yapımı, uzun süre ve emek isteyen bir süreç, değil mi?

C.M.: Bazı öğrenciler oturup hemen repertuar çalışması yapacağımızı düşünüyor, öyle olmasını arzuluyor -ki bu çok yanlıştır. Repertuar çalışması, ses yapımı süreci tamamlandıktan, belli teknikler öğrenildikten sonra olmalıdır. Eğer albüm ya da konser çalışması için bir hocanın yanına gidiyorsan, farklıdır; fakat senin temel olarak sesin yapılmamış ve sonra bu yapılmamış sesin üzerine şan tekniği de çalışmamışsın, ben seninle nasıl repertuar çalışacağım? Var olan bir sesin etrafında ne kadar dolaşabilirsek onu yaparız ancak; ona göre bir repertuar çalışması yapabiliriz. O da günü kurtarmaktır. Gidersin saç kestirmeye, o günü kurtarmak için fön çektirirsin; fakat gece yatarsın, sabah kalktığında saçın başın aynıdır.

Tekrar söyleşinin başına dönmek istiyorum: “Benim bir derdim var; Batı şan tekniğiyle ses yapımı arasında bir köprü inşa etmek, ikisinin birbirini içererek öğrenilmesini sağlamak istiyorum.” dediniz. Neden? Yaşadığımız coğrafyanın ihtiyaçları, talepleri midir sizi bu yaklaşıma iten?

C.M.: Önce şunu kabul etmek lâzım: Dünyaya baktığınızda, ses eğitimi denince akla opera / şan eğitimi geliyor. Aslında ben eğer Doğu müzisyeni olmasaydım, yine bu metodu yazmak gelirdi aklıma. Gayri opera sanatçıları n’apsın? Türkiye’de ya da diğer Doğu memleketlerinde bir ses sanatçısına, “ses eğitimi almalısın” dediğinizde, “yok, sesimin doğallığı gider” der. Bir yere kadar haklıdır da. Bilir ki, gidip şan eğitimi alsa şarkılarını opera tarzında söylemeye başlayacak. N’apsın peki gayri opera sanatçısı gerçekten de? Bir ‘qawwali’ sanatçısı nasıl bir eğitim alacak? N’apacak muradına ermek için? Herkesin hedefine ulaşmak için arzu ettiği çalışmayı yapmasını sağlayacak bir metot lâzımdı. Doğu müziğinde bugüne kadar hep bir usta-çırak ilişkisi olmuş; “nihavend budur, bayat-i şiraz şudur...” şeklinde yapılmış eğitim. Maalesef ben de bu eğitim sisteminin içinden geldiğim için rahatlıkla söyleyebilirim ki (Tebriz Mektebi’ni, Pakistan ve Hindistan Mektebi’ni, vs biliyorum), orada da usta çırağına ses yapım tekniklerini öğretmiyor. Hatırlıyorum, konservatuara gittiğimde kimse benim sesimi yapmak derdinde değildi. “Öğrencinin sesinin ‘register’ı nedir, biz ona o kadar makam öğretelim.” anlayışı hâkimdi. Mesela bir erkek öğrenci olarak benim sesim sol’den öte yana geçmiyorsa bir mâhur okurum, bir de içinde bir vilayeti okurum, biter. Oysa bu erkek öğrenci ses yapım aşamasından geçse belki sesi bir oktav tizleşecek (genişleyecek) ya da güçlenecek. Kimsenin umrunda değil bu. Diyor; “Filanın sesi var, filanın yok.” Demek ki sorun hocalarda / ustalarda değil, sistemdedir. Yani kimse şimdiye dek bu konservatuarlara dâhil olan, kazanan çocukların sesini kimin yapacağını düşünmemiş, önemsememiş. Sesleri yapılmadığı için bu çocuklar belli bir repertuarın içinde devinip duruyorlar. Çocuk mecbur tutulduğu tonda söyleyebilmek için bağırıyor, sesi yapılmamış, ses çıkartmak için gırtlağına yükleniyor. Bakınız, operacıların da çok doğru bir teşhisi var; diyorlar ki: “Ben eğer gırtlaktan ses çıkarmak istesem benim sesim gitgide yıpranacak.” E, Doğu müzisyeni de gırtlaktan ses çıkarmak istiyor? Ve burada da ses hastalıkları başlıyor. Bir müzisyen, ister opera okusun ister Doğu müziği, önce ses yapımı gerekir. Hatta Doğu müzisyeni bile gırtlaktan ses çıkarmayı değil, diyafram (basınç bölgesi) sayesinde ses çıkarmayı öğrensin. Aslında Avrupa bunun farkına varmamış ki, opera tarzında ses çıkarmak (ve gırtlağı serbest bırakmak) sadece o tür ses üretmeye ait bir şey değil. Doğu müziğinde de bunu bulma şansımız var; fakat kimse çalışmamış bunu. Kendim Doğu müzisyeni olduğum için seneler boyu çalışarak, gözlemleyerek keşfettim: Evet, biz diyaframı devreye sokarak bu işi yapabiliriz -ki sesimiz operaya kaymasın. Ben bunu tecrübe ettim. Avrupa n’apıyor; getiriyor, basınç bölgesini kullananda ağzın içindeki boşluğu da sağlıyor. Yani kubbe sesiyle okuyorlar; onun için de hacim çok yüksek oluyor. Bu yüksek hacimli ve yüksek volümlü (ki, bu ikisi birbirinden farklıdır) ses, şu an operada duyduğumuz seslerin oluşmasına sebep oluyor. Ama biz basınç bölgesini doğru kullanarak çıkış noktalarını değiştirebiliriz. Bunu kimse yapmadı. İlk defa bu metotta yapıldı. Yani biz, aynı jeneratör sistemini çalıştırıyoruz, vibratör bölgesini de aynı şekilde çalıştırıyoruz; amma çıkış noktalarını (gırtlak bölgesini ve rezonatörleri) farklı kullanıyoruz. Ki, ses telleri o kadar basınca maruz kalıp da gitgide opera müziğine doğru yol almasın. Bu bahsettiğim şeyi şimdiye kadar kimse araştırmamış. Buna da, dediğim gibi, Doğu müzisyenlerinin kafa yorması lâzımdı. O konuda ben doğru teşhiste bulunduğumu, doğru yolda olduğumu düşünüyorum.

Kitabın asıl derdi de o zaten, değil mi?

C.M.: Evet evet. Ama sadece bu değil. Ses rengi nedir? Neyden oluşur? Neye dayanarak biz “falan kişinin sesinin rengi böyle” diyoruz? Bilimsel kodlamalar yerine, gündelik / argo dille müziği tanımlıyoruz çoğu zaman. “Sesi çok canlıdır”, “sesi çok güzeldir”, “sesinin rengi çok güzeldir”, gibi. Yahu buna insanlar hangi kriterlerle karar veriyor, bunda ortaklaşıyorlar?

Değerlendirmeler subjektif oluyor yani...

C.M.: Evet. Sesi formülüze etmek lâzım ki kriterlerimiz olsun, bilimsel konuşalım. Bu metotta n’aptık biz, dedik ki; “Sesin renkleri sabit sese dayalıdır.” Dayanak noktası, sabit seslerdir. Dört katogoride tanımlıyoruz bu sabit sesleri; bu dört kategorinin birbiriyle ilişkisinden ses rengi ortaya çıkıyor: 1) Sizin konuşma (diyalog) sesiniz. Konuşma sesi değişmez. Mesela, telefon açtığında bana, seni o sabit sesinden tanıyabilirim hemen. 2) Sert damak sesi 3) Yumuşak damak sesi 4) Kubbe sesi. Bunlar bizim için çıkış noktası (kaynak) oldu.

Sesin yerini, rengini tarif etmeyi kolaylaştırıyor...

C.M.: Evet, bizim dört kategoride sabit sesimiz vardır (bunlara K1, K2, K3, K4 diyoruz); ve bunlar, ağzımızdan çıkan sesin hangi kategoriye ait olduğunu duymayı, tanımlamayı kolaylaştırıyor. Ve şunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz: Dünyadaki birçok sanatçı, şarkıcı bu dört sabit sesi kullanarak sanat yapıyor.

Hangi türde söylerse söylesin....

C.M: Hiç fark etmez. Mesela, bizim K2 (sert damak sesi) dediğimiz sabit sesi çok iyi kullanan, rahmetli Muharrem Ertaş’tır.

Sistem yaratmak o kadar kolay bir şey değil. Sesi bir enerji olarak ele almak, bunun için bilimsel bir dil kurmak epey uğraş gerektiriyor. Amma elzemdir. Otuz senedir müzikle uğraşıyorum; on üç, on dört senedir de kafayı bu işle meşgul ediyorum, bu metotla uğraşıyorum. Hiçbir egzersiz prova edilmeden, süzgeçten geçirilmeden kitaba konmadı velhâsıl.

Gelelim size en çok sorulan soruya: Herkes şarkı söyleyebilir mi? Bu metot kimler için?

C.M.: Tabii ki. Şarkı söylemeyi öğrenmek, ses üretmeyi öğrenmek demektir. Buradan yaklaşınca, herkesin kendine öncelikle şunu sorması gerekiyor: “Ben doğru konuşabiliyor muyum acaba?” Acaba insanların yüzde kaçı doğru konuşabiliyor? Konuşuyor, kimse anlamıyor (şiveli konuşmaktan bahsetmiyorum; herkes tabii ki geldiği şehrin, bölgenin şivesiyle konuşur). Duygularını, düşüncelerini ifade edebilmekten, bunu sesiyle anlatabilmekten yoksun birçok kişi. Seslerindeki hacimler, vurgular, vs... Duygu tasarımından o kadar yoksunlar ki. Ben Bolu’da Eğitim-Sen üyesi öğretmenlere ders veriyorum (nasıl konuşmaları gerektiğine dair); otuz, otuz beş öğrencim var. Hakikaten çok önemli sorunlar tespit ediyorum: Tonlama yok, volüm yanlış kullanılıyor, falan. Konuşmada da vokal teknikleri çok önemli. Mesela biri geliyor, Brezilya’da seminer verecekmiş; öyle konuşuyor ki, söylediğini anlaman, dinlemen imkânsız.

Yani, soruna gelirsek: Herkes şarkı söyleyebilir mi? Evet, söyleyebilir. Çünkü ses üretmek, araba üretmek gibidir. Hiçbir ülke diyemez ki, “ben araba üretemem”. Yapılacak tek şey, araba üretmenin teknolojisine sahip olmaktır. Vidadan tutun da, motorun nasıl üretileceğine kadar, her şeyin müfredatını yazmakla olur elbet bu. Arzu etmek çok güzeldir amma sen bu arzuna ulaşmak için hangi yolu kat ediyorsun?

Yine örnekler üzerinden devam edelim: Birisi geliyor bana, diyor ki; “Ben mühendisim. Bilmiyorum şarkı söyleyip söylemediğimi ama kendimi sana emanet etmek istiyorum. Zaman sorunum yok, istediğimiz kadar da çalışabiliriz.” “Bir bakalım. Neden olmasın?” diyorum. “Neden olmasın?” kategorisi var mesela, çok güzeldir bu.  Ben genel olarak öğrencimden hiçbir şey istemem, hatta bazı öğrencilerime test de yapmam. Ben öğrencimden sadece disiplin isterim. Onlar disiplinli olduğu zaman ben işimi yapabiliyorum.

Biri geldi, sesi hastadır. Mesela birisinin omurgasına baştan sona ‘implant’ koymuşlar; onun sesi üçüncü do’nun oktavından yukarı kalkmıyordu, ben belli testler yaptım ve dedim ki, şansımı deneyebilirim. Şu an ise fa diyez, sol okuyor.

Ya da kulağı bozuk, sesi teşhis edemiyor gerçekten. Mesela on örneğim varsa, sadece birinde başarısız olmuşum bu tür vak’aların.

Yani diyorsunuz ki, belli bir sistemi var bu işin; buna ayak uydurabilen, kendini disipline eden herkes bir şekilde istediğini elde ediyor.

C.M.: Herkes bana gelip derdine deva bulmak zorunda değil. Ben ısrarla şunu öneriyorum ders almak isteyenlere: Nereye giderseniz gidin, sormalısınız: “Hocam, bana hangi sistemi aktaracaksınız, hangi kaynaklardan faydalanacağız?” Bu, çok önemlidir. Gidiyorsunuz dersanelere, müzik okullarına; ders veren kişinin bir albümü, bir projesi bile yok. Yani kendi sesini hiç tecrübe etmemiş. Ya da, duyuyorum ki, çok iyi bağlamacıdır ama şan dersi veriyor. Türkiye’de bu insanlara bu cesareti kim kazandırmış? Yani sistem delik deşik. Şan dersinin o kadar yerlerde olmaması lâzım. Biliyor musun, şimdiye kadar dört yüzden fazla konservatuar öğrencisi gelmiştir bana; çoğunun sesi bozuk. En basit soru için 20 dakika terliyorlar: “Diyafram nasıl çalışır?” Bunu bana anlatamıyorlar. Elini koyuyor böbreklerinin üstüne, diyor: “Havayı buralara alıyoruz.” Ben de espri yapıyorum: “Sizin akciğerleriniz, böbreklerinizin yanında mı?” Sırf bu örnek bile bir sistemin ne kadar yanlış olduğunu ispatlıyor. O yüzden şu çok iddialı şeyi söylemekten kaçınmıyorum: O yüzden dünyada tanınmış müzisyenlerimiz var ama bir tane ses sanatçımız yoktur.

Buradan hareketle, şu soruyu sormak istiyorum: Sizce Türkiye’de konserlere giden, albümleri dinleyen müzik eleştirmenleri bunları değerlendirirken, yazarken hangi kriterleri baz alıyor? Bir vokalist, şarkıcı hangi kriterlerle değerlendiriliyor?

C.M.: “Ben müzik eleştirmeniyim” diyen kimsenin, diyelim ki yüz teknikten en az seksenini bilmesi lâzımdır -ki karşısındaki sanatçı ses kullanmayı biliyor mu, bilmiyor mu, anlasın. Eline kalem aldığı zaman, söylemesi lâzım ki; “Evet, bu müzisyenin ses ‘register’ı budur, bu sesleri kullandı, bunları kullanmadı...” Mesela X adlı sanatçı hayatı boyunca aynı sesle, aynı monotonlukla söylüyorsa, eleştirmenin gözünden kaçmamalı bu. Türkiye’deki ses sanatçılarının (bunu söylemekten de çekinmiyorum) yüzde doksanı hep aynı ‘register’da, aynı duygu tasarımıyla söylemektedir. Nasıl şöhret olmuş, öyle de kalmış. Bu memlekette “şarkı söylemek” o kadar ucuzlamış ki. Velhâsıl, kritik yapabilmek, teknikten bahsedebilmek için müzik eleştirmeninin o teknikten haberdar olması lâzımdır. E, nerede okumuş ki okulunu?

Türkiye’de (dönemi önemli değil), sesini iyi kullanan, duygu tasarımında iyi olan birkaç ses sanatçısı söyler misiniz?

C.M.: “Bir müzisyen iyidir, kötüdür.” derken neye göre olduğunu da söylemek lâzımdır. Mesela ben bir cetvel hazırladım; o cetvele, Türkiye’deki yüz ses sanatçısının belli özelliklerini işliyorum: Hangi teknikleri çok kullanıyorlar, teknikleri nasıl bir çeşitlilik arz ediyor. Bakıyorsun, cetvel o kadar sade, o kadar dar bir yere odaklanmış durumda ki.

Mesela, kimse kalkıp Muharrem Ertaş’a diyemez ki; “O ses sanatıçısı değildi.” Öte yandan, hatamız budur ki; sanatçı kültürel bir değer taşıyorsa onu “ses sanatçısı” olarak kodluyoruz hemen. Mesela Ruhi Su’yu, kültüre, müziğimize çok şeyler kattığı için, sevildiği için “ses sanatçısı” diye anıyoruz. Halbuki Ruhi Su, ses sanatçısı değildi.

Metodunuzdaki sistemi bilerek ya da bilmeden sesini iyi kullanan, iyi yorumcular kimler yani hocam?

C.M.: Türkiye’de sadece on yılımı geçirdim; tanıyıp bildiğim kadarıyla söylüyorum, kimse incinmesin: Mesela, rahmetli Zeki Müren çok iyiydi bana göre. Ses kullanımı, duygu tasarımı, yorumculuğu çok iyidir, ben çok beğenirim. Cem Karaca’yı da düşünmeden seçerim. Bana desinler ki; “Cavit, gel analiz et.”, ben Cem Karaca’yı oluşturduğum sistemin ışığında analiz edip sonuçlar çıkarabilirim. Cem Karaca’dan epey malzeme çıkar.

Zevklerim, siyasi mensubiyetim, inanç mensubiyetim analizlerimi etkilemez. Başka bir şey bu bahsettiğim.

Yani diyorsunuz ki; “Cem Karaca ve Zeki Müren yaşasalardı ve ben bir müzik eleştirmeni olarak onların konserlerine gitseydim, yazacak çok şey bulurdum.”

C.M.: Hem eleştirebilirdim hem de anlatacak çok güzel özelliklerini bulurdum. Hatta ikisinde de öyle özellikler vardır ki, ses eğitimi konusunda metot yazan bende bile yoktur onlar.

Başka sanatçılardan da bahsetmek isterim tabii: Diyelim, Şebnem Ferah. Uzun zaman sesini kullanma ve yorumculuk konusunda çok iyi gitti. Fakat bir süredir, piyasaya / dinleyicilerin taleplerine göre tarzını belirlediği için ya da eleştiri mekanizması olmadığı için olabilir, belli bir yerde kaldı. Halbuki, bence Şebnem Ferah, başladığı günden bugüne, çok fazla şey biriktirecek, üst üste koyabilecek kapasitedeydi. Oysa, çıktığı günle bugünü karşılaştırdığımda, çok az gelişme görebiliyorum.

Dönem dönem ses sanatçılarının dönüp kendisine bakması lâzımdır; “Ne ekledim bildiklerime, yaptıklarıma, sesime, yorumculuğuma? Ne kadar yol kat ettim?” diye. Sadece alkışlar başarı kriteri olmamalı, yanıltır.

Siz konuşurken aklıma geldi; müzik eleştirmenliği yapmayı düşündünüz mü hiç? Yazıp anlatacaklarınız, değerlendirmeleriniz birçok müzisyene önemli katkılar sunacaktır.

C.M.: Şimdi adını vermeyeyim, yakın zamanda bir gazetede müzik yazıları yazmaya başlayacağım. Gideceğim konserlere; deminden beri bahsettiğim kriterlere dayanarak konser yazıları yazacağım.

Çok iyi olur hocam, lâzım... Peki, kaldığımız yerden devam edelim; yurt dışından bir iki örnek var mı aklınızda? Tekniği iyidir, iyi yorumcudur, diyebileceğiniz..

C.M.:  Michael Jackson mesela. Sadece giyimi kuşamı, dansları ve şovuyla isim olmadı o. Herkes Michael Jackson olamazdı. Sesini kullanmakta öyle uzmandı ki.

Mesela Celine Dion’la Barbara Streisand’ın bir düeti vardır (“Tell Him”); hakikaten bir insan volüm çalışması için örnek olarak dinlesin, çok şey öğrenir o düetten. Olağanüstü bir düettir. Dakika dakika, cümle cümle duygu tasarımı yapılmış; manevralar, her şey düşünülmüş ve ölçü ölçü çalışılmış belli ki.

Bizde nasıl oluyor mesela düetler? Parçayı bilmek yeterli, deyip hiçbir tasarım yapmadan icra ediyor şarkıcılar. Oysa bir şarkıda önceden kararlaştırılmış, üzerinde çalışılmış belli teknikler kullanılarak  tasarım dengesi oluşturulmalıdır.

Tasarım dengesini açar mısınız biraz?

C.M.: Bu şarkıda hangi teknikler kullanılmış, neden? Bu şarkının felsefesine, dramaturjisine göre acaba burada K2 mi olması lâzım, KAV’lar 3 mü olmalı 16 mı, ne olmalı? Acaba niye KAV 12’de olmuş ağırlıklı olarak? KAVİB çok kullanılmış, falan...

Mesela bazı teknikleri kullanmasına rağmen tasarım dengesine pek dikkat etmeyen bir isim de Funda Arar’dır. Funda Arar, sesine çok yüklenir. Denge tasarımında sorunları vardır. Mesela Sertab Erener’de de tasarım dengesi sorunu vardır.

Bu kelimeleri bilmek, yan yana koymak bile önemlidir, değerlidir. Bizim amacımız da ses metodunda, sadece ses değil, sesin kullanımını kolaylaştırmaktır. Yani güzel müzik cümleleri, kelimeleri üretip formülize ederek kodlaştırmak zaman kaybı değildir. Düşünsene, beş sene gidiyor bir insan konservatuara; sanırsın üç aylık eğitim almış. Müzik bilgisi artmamış mı? Artmış tabii. Terminolojiye daha hâkim artık ama hangi teknikleri öğrenmiş ve kendi üzerinde uygulayabilmiş / uygulayabiliyor? Şarkı söylerken o bahsettiği teknikleri gösterebiliyor mu bize? Tasarımı var mı?

Peki, bu kitap nasıl kullanılacak? Kullanma kılavuzu var mı?

C.M.: Bu kitabın en önemli özelliklerinden biri de kullanış tarzıdır. Kitabı alanlar, internet sitesini (http://www.sesmetodu.com/) açacak ve kullanmaya başlayacak. Bilgisayarlarına ‘Encore’ programını yükleyip; sitedeki provaların hepsini Encore programına indirip ses genişliklerine, aralıklarına göre ‘transpose’ ederek, tempolarını ayarlayarak yapmaya başlayacaklar. Provaları kaç defa yapmak istediklerine kendileri karar verecekler; bilgisayarlarında bir piyanist, bir orkestra hazır, onları bekliyor olacak.

Şimdi önemli bir şey daha diyeceğim: Bence bizim metot, diğer metotların yazımı ve kullanılması konusunda yepyeni bir kapı açacak. Teknoloji sayesinde artık her şey bilgisayarlarda var. Soruyorum: Acaba neden ses eğitimi ya da müzik eğitimi hâlâ bilgisayara girmemiş? Neden insanlar yüz sene önceki müfredatla, tarzla çalışıyorlar? Herkesin zamana uyum sağlaması lâzım. Bu metotta görecekler ki, ne kadar kolaylaşmış bu iş. Bakacak oraya, tam nefes nedir, düğmeye basacak, çalışacak. Dediğim gibi, diğer müzik metotları için de olumlu bir örnek olacak bu metot.

Buradan son soruma geleceğim: Peki, kimleri ilgilendiriyor sizce bu kitap? Sadece ses sanatçılarını ya da öğrencilerini mi?

C.M.: Onlar ki, sesleriyle para kazanıyorlar, lâzımdır ses eğitimi. Seslerine form vermek isteyenleri de ilgilendiriyor tabii bu kitap.

Sadece şarkıcıları değil, oyuncuları da ilgilendiriyor. Bazen oyuncu mikrofon kullandığı halde bile sesini salonun arkasındakilere duyuramıyor. Diyelim ki bir ay oynuyor bir oyunda, bir ayın sonunda ciddi ses sorunları başlıyor.

Mesela bir doktor geliyor bana, diyor ki; “Ben doktorum ama konuştuğum zaman hastam beni ciddiye almıyor.” Diyorum; “Senin sesinde enerji yok.” Biz bu sese nasıl enerji vereceğiz, onu çalışmaya başlıyoruz.

Düşünün, Türkiye’de bu kadar öğretmen var; birçoğunun ses kullanımı problemli. Buna kesin çözüm bulmak lâzım; yazık, yanlış kullanmaktan hasta seslerle gidip geliyorlar okullarına. Ses fırlatmayı bilmiyorlar, tonlamayı bilmiyorlar, n’apsınlar? Devlet bu insanlara bir ses eğitimi programı sunmalı. Yazık, hepsinde nodül var. En az ses sanatçıları kadar ses eğitimine ihtiyaçları var. Tabii ki o kadar uzun bir eğitim sürecinden bahsetmiyorum; herkesin ihtiyaçları farklı. 

Gelelim siyasetçilere: Hepsine acıyorum. Az kaldı, mesaj atacağım: “Sayın ... , lütfen gelin, acıdım ben size, ses eğitimi vereceğim, para da istemiyorum.”

Asıl onlar bize acısın. Kulak dayanmıyor çoğu zaman o agresif ve tekdüze sesleri dinlemeye.

C.M.: Söyleşinin başlığı da bu olsun: “Sayın politikacılar, bize acıyın...” Tahammül edemiyorum gerçekten de. Ses kullanımı, tonlaması, duygu tasarımı yok çoğunda. Hepsinin hitâbesi birbirine benziyor. Mesela Sayın Abdullah Gül’e hemen yardımcı olmaya hazırım. Gülüyoruz ama bunlar gerçekten ciddi sorunlar.