Söyleşi: Birgül Serçe, Saro Usta 19 Ağustos 2009

Biz sizinle bugün Yunan müziğinin Türkiye müzik piyasasındaki yeri ve tarihsel seyri üzerine konuşmak istiyoruz. Tarihsel sürece baktığımızda, Türkiye’de Yunan müziğinin müzik piyasasındaki yerinin de giderek değiştiğini görüyoruz. Özellikle pop müzik alanında ciddi bir etkileşim söz konusu… Siz de Yeni Türkü ile yaptığınız çalışmaları ve kendi diğer çalışmalarınızı da düşünerek, bu seyri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yüz yıl kadar öncesine gidelim. Bu halklar Ege’nin, Balkanlar’ın, Trakya’nın, Yunanistan’ın, İstanbul’un her yerinde birlikte yaşıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği etkileşim, herhalde etkileşimlerin en etkilisi… O zaman neredeyse her şey aynılaşıyor. Söz içerikleri, kullanılan makamlar, teknikler, çalınan sazlar, ritimler, her şey ya aynıydı ya da çok benziyordu. Örneğin, İstanbul Türk Müziği Devlet Korosu’nun konserlerine gidecek olursanız, orada her konserde istisnasız Rum, Ermeni ve Yahudi bestecilerin şarkılarına rastlarsınız. Hiç tesadüf değil! Hâkim kültür Osmanlı kültürü olduğu ve orada herkes olduğu için... Gerçek bir etkileşimden bahsediyoruz. Daha sonra milliyetçilik çıkıp da sınırlar oluştuğunda, karşılıklı göçler sonucu herkes kendi bahçesine çekildiğinde, milliyetçiliğin uç noktaları hâkim olduğunda işler değişmeye başladı. Bir yığın yasaklar kondu. Bunlar hem Türkiye hem de Yunanistan’da yaşandı. Mesela, rebetiko müziği Yunanistan’da uzun süre yasaklandı; çünkü Anadolu kökenli olduğu düşünülüyordu. Bu yasaklar her zamanki gibi tüm dünyaya egemendi. Fakat bütün bunlara rağmen, kültürler birbirine yakın olduğu için bir tarafta “tutan, popüler olan” müzik hemen diğer tarafta da popüler olabiliyor. Bir yansıma var yani. Bunu birçok şarkıda görebiliyoruz. Geçmişe bakalım: Bir aralar Yunanistan’da Teoman Alpay’ın, Yesari Asım (Arsoy)’ın eserleri çok popülermiş. Hatta bugün onların bestelerini başka besteci isimlerinin altında görüyoruz. Yazıveriyor başka bir isim ve öyle kayıt ediliyor; sonra da öyle kalıyor. Bugün MESAM’da aynı şarkı için başka bir besteci adı yazılır, Yunanistan’da başka... Ben şu an Yunan müziği için konuşuyorum ama Kürdü, Ermenisi, Süryanisi hepsi aynı durumda. Tabii her şeyi siyah beyaz gibi ayrıştırmaya çalıştığımızda bile o kültürlerin izleri kalıyor. Halklar birbirlerinin yaptıklarına kayıtsız kalmıyor. İktidar kayıtsız kalmaya çalışsa da halk kayıtsız kalmıyor. Gerçek etkileşim de bu bence. Popüler kültür -her anlamda- iktidarın araçlarından bir tanesi olarak ele alındığında işin rengi değişiyor. Bu durumda egemen mekanizmanın yağmacılığına dönüşüyor. Sermayenin sınırı olmaması gibi iktidar da sınır tanımıyor çünkü. Dolayısıyla sizin biraz önce söylediğiniz, “etkilenme” dediğiniz şey bugün de var ama çok farklı bir kanalda artık… Şüphesiz… Ben bir hafta önce Girit’teydim. Birkaç seminere katıldım. O sınıfta Yunan çocukları vardı, Avustralyalılar vardı, Danimarkalı vardı... Orada görüyorsunuz durumu; aynı müziği yapıyorsunuz ve kimse de bundan rahatsız olmuyor. “Bu senin müziğin, bu benim müziğim” diye saçma bir kavga olmuyor. Sonuçta “birlikte güzel bir şey yapıyoruz” diye düşünülüyor. Bence milliyetçilik akımlarından önceki durum buydu. Bu durum bu ülke için bence her boyutta devam ediyor. Ancak pop müzik dendiği zaman ister istemez çekinerek yaklaşıyorum. O mekanizma gözümü çok fazla korkutuyor çünkü benim. Ruhsuz bir mekanizma… Paradan başka şeylere önem vermiyor. Sanat dediğin ruh, estetik, kültür ve aşka yaslanır. Pop ise paranın üzerinde duruyor. Sanat üretiminin sonucunu meta olarak görüyor. O zaman tabii, popun etkileşiminden bahsederken daha temkinli olmak gerekiyor. Onun etkileşimi diye bir şey yok çünkü. Onun yağması, çalması var diye düşünüyorum. Özellikle ’90’lardan 2000’lere girerken, birçok Türkiyeli müzisyen Yunan müzisyenlerle sahne almaya başladı, birlikte şarkılar söyledi. Öte yandan aynı müzisyenlerin konjonktüre göre sahneye ellerinde bayraklarla çıktığını ve sahneden milliyetçiliği pompaladığını da görüyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu aslında yüzyıllardır tartışılan bir duruma tekabül ediyor: sanatta ahlâk. Sanatta ahlâk burada tartışma konusu oluyor artık. “Ahlâk”tan kastım da “samimiyet” tabii ki.

Yeni Türkü’nün Grup Gündoğarken’in ’80’li-’90’lı yıllarda Yunan müziğinden aranjmanlar yaptığını görüyoruz. Ancak Yeni Türkü’nün ’88’lere kadar TRT’de yasaklı olduğunu da biliyoruz. Bize bu dönemlerden biraz bahsedebilir misiniz?

Orada ciddi bir Don Kişot’luk var bence. Latin Amerika’da nueva canci?n (yeni şarkı) diye ortaya çıkan heyecan dalgası da İrlanda’da, Portekiz’de çıkan dalga da aynı dinamiklerden besleniyor. Aynı ruhu paylaşıyor. Anti-emperyalist bir tarafı var; solcu bir tarafı var; hümanist bir tarafı var… O dönem Manos Loizos (çok değerli bir bestecidir) başka bir sürü besteciyi etkilediği gibi Derya’yı (Köroğu) da, Murat’ı(Buket) da, Fuat’ı (Oburoğlu) da, Selim’i (Atakan) de etkilemiştir. Murathan (Mungan) da etkilenmiş olmalı ki; “Bunları Yunanca söylemeyin, ben bunlara söz yazdım.” diyor. Bu kadar mı oturur! Demek ki Murathan çok samimiymiş onları yazarken -ki hepimiz hâlâ dinliyoruz. Don Kişot’luktan bahsettim. Şu anlamda bir Don Kişot’luk var: O dönem, biliyorsunuz ki tek kanal TRT. TRT katiyyen böyle şeyleri yayınlamıyor. “Telli Telli”yi, “Maskeli Balo”yu bırak, Yeni Türkü’nün ekrana çıkmasına izin yok. Çünkü ne Türk müziğine uyuyor ne halk müziğine ne de o dönem tanımı olan “pop” müziğe... TRT’de hiçbir şekilde yayınlanmadık. “Resim” şarkısına çektiğimiz ilk klip de ’87 ya da ’88’de. O dönem de zaten artık iktidarın yayıncılık anlayışının çözülmeye, dönüşmeye başladığı, TRT’nin artık direnemediği, arabeskin ayyuka çıktığı dönem… Biz aynı Don Kişot’luğu Külhani Şarkılar albümünde yaptık. Külhani Şarkılar’ın yayınlandığı dönem en karışık dönemlerden biriydi. Hatırlarsanız, Kardak Krizi’nin olduğu, İstanbul’da bir Yunan otobüsünün yandığı ve orada yirmi küsür Yunanın hayatını kaybettiği, Fener Rum Patrikhanesi’nin her gün taciz edildiği dönem… Bizimki de tam Müslüman mahallesinde salyangoz durumu yani… Geçmişe dönüp baktığım zaman bizim o dönem yapmış olduğumuz işe de saygı duyuyorum. Çünkü “şimdi popüler olur” gibi bir zihniyetle yapılmamıştı onlar. Tam olarak bir Don Kişot’luktu. İnandığın işi yapmaktı. Konjönktüre direnme durumu yani. Şimdi yıllar geçti tabii. Bugün baktığında hiçbir şey o günkü gibi görünmüyor. O dönem bugünkü kadar rahat değildi; bunu görebilmek lazım. Aslında senelerdir ortak işler yapılıyor. ’90’larda Zülfü Livaneli, Mikis Theodorakis, Maria Farandouri birlikte çalışmalar da yaptı. Son zamanlarda Mustafa Sandal Natalia ile şarkılar söyledi. Ama karşılaştırıldığında, o dönemki işler daha incelikli ve samimi geliyor. Bestelere sözler yazılıyor ama aslından kopuk değil.

Şimdi “Adana Ağıtı” diye bir Ermeni ağıtına sözler yazıldı; Seden Gürel bir aşk şarkısı olarak okudu bu şarkıyı. Siz de bahsettiniz, Murathan Mungan’ın yaptığı işler de bu anlamda bugünkü işler gibi değil. Bunları da biraz değerlendirebilir misiniz?

Ben de sizinle aynı fikirdeyim. Asla karalamak istemem, bugün ortak işler yapılıyorsa muhakkak onlar da değerlidir. Onları zaten bilmiyorum, bilsem de karalamam. Ben orada samimiyete bakarım. “Tutar mı?”, “satar mı?”, mantığıyla yapılıyorsa geçer gider. Ama biri samimiyetle yaklaşırsa aradan 30 sene geçse de o müzik çalınır, okunur. Yunanca dışındaki dillerde sansür olayını daha fazla yaşıyoruz. Durduğumuz noktadan bakınca Yunan müziği bir parça daha ayrıcalıklı gibi duruyor. Konserlerde Yunan müzisyenlerle bir araya gelinebilirken, Türkçe söyleyen bir müzisyenle Kürtçe, Ermenice söyleyen bir müzisyeni sahnede birlikte görebilmek hâlâ çok zor. Bunun tamamen iktidarla ilgili olduğunu düşünüyorum. Yunanistan Avrupa Birliği üyesi; dolayısıyla tanımlı bir devlet! Kürtler tanımlı bir devlet değil, iktidar açısından sorunlu bir halk; Ermenilerle derdin var, onları sindirmeye çalışıyorsun, dolayısıyla onlara dair hiçbir şeyin devletinde görünmesini istemiyorsun. Yani tamamen iktidarla ilgili bir şey, popüler kültürle bir ilgisi yok. Mesela Sezen Aksu Ermenilerle ortak çalışmalar yapmak için çok çabaladı. Onno’yla, sonrasında onun yadigârı Arto’yla… Ama olmuyor, olmuyor… Çünkü iktidara ters düşersen ve sen de o iktidar biletiyle seyahat eden birisiysen o biletle o gemide gidilmiyor. Bu anlamda bizim böyle bir sıkıntımız yok; çünkü o gemiye binmek gibi bir hevesimiz yok.

Külhani Şarkılar albümünün Yunanistan’la Türkiye’nin gerildiği bir dönemde çıktığını söylediniz.Albüm nasıl tepkiler aldı?

Albüm kendini çok duyuramadı tabii… Gerçi bunda Derya’nın (Köroğlu) çok fazla taş koymasının da etkisi var. Albüm ’94’ye yayınlandı. Biz ’97’de ayrıldık. Bu üç senede Külhani Şarkılar için bir ya da iki tanıtım konseri yaptık. O şarkıları daha sonra başka konserlerde söyledik -o ayrı tabii… Ama biz ayrılıp konjonktür değiştikten sonra, Yeni Türkü Yunanlarla birçok proje yaptı, konserler verdi. İşler konjonktürle birlikte değişebiliyor yani.

Siz bireysel olarak yaptığınız çalışmalarda sansürle karşılaştınız mı?

Biz bundan 4–5 sene önce Gurbet Kadını filmi için bir şey yaptık. Kürtçenin serbest bırakılması gibi kanunların ilk geçtiği dönemdi. Yapımcı Türker İnanoğlu’ydu. Biz Kürtçe-Türkçe söylüyoruz. O kadar da masum şeyler ki… “Ben seni sevdim, sen bana küstün” gibi halk şarkıları. Zaten halk şarkılarında “vuracağız, keseceğiz” gibi şeyler olmaz. Halk şarkılarında kayıplar, aşklar, gündelik hayat, vatan sevgisi gibi şeyler vardır. Birinci bölüm yayınlanınca ortalık karıştı. Sonra bir tehlike olmadığı görülünce, sular duruldu. Tamamen iktidarın kontrol mekanizmasıyla ilgili yani! Bildiğimiz kadarıyla Yunanistan’da insanların bir araya gelip müzik dinlediği “taverna kültürü” diye bir şey var. Türkiye’de de özellikle ’80’lerde adına “taverna” denen ortamlardan söz edebiliyoruz. Hatta buralarda “taverna müziği” diye bir tür ortaya çıkıyor.

Türkiye ve Yunanistan’daki taverna kültürleri arasında nasıl bir ilişki var?

Taverna Yunancada “lokanta” anlamına geliyor. Yani her yerde taverna var. Yunanistan’da müzik kültürün çok içinde… Herhangi bir lokantaya gittiğinizde orada mütevazı iki tane müzisyenin çalıp söylediğini görebilirsiniz. Ama gözlemlediğim kadarıyla, son yıllarda Yunanistan’daki müzik kültürü de inanılmaz yozlaşmış durumda. Naxos’ta galiba, bir adada bir yere demirledik. Bir yar… Aşağısı bembeyaz. “Bu nasıl bir taş, kum?” diye düşündüm. Meğer o yarın tepesinde bir taverna varmış ve orada tabak kırıp aşağı atıyorlarmış. Onun enkazıymış o gördüğümüz beyazlık. Tavernalara artık tamamen zenginler ve Avrupalı, Amerikalı turistler geliyor. Tamamen tüketim kültürü olmuş. Yani Türkiye’den farkı kalmamış. O yozluk müziğe de bir şekilde yansımıştır… Tabii ki… Yunancada skiladiko diye bir kelime var. Skilos Yunanca “köpek” demek; skiladiko da çok kabaca Türkçeye çevirirsek “köpekleme”, “köpeklerin yiyeceği şey”… Yoz müziğe, kötü müziğe skiladiko diyorlar. Hatta Skiladiko diye meşhur bir diskoları bile var. Bizde de Yunan müziği diye çalınan berbat müzikler vardır ya, ona tekabül ediyor. Yunanistan’daki müzik kanallarını (TV veya radyo) izlerseniz orada da ekseriya bu müziğin çalındığını duyarsınız. Ancak samimi müzik yapılan üç beş yerde güzel müziklere rastlayabiliyorsunuz.

Rum cemaati ile bir ilişkiniz, yakınlığınız var mı?

Size acıklı bir şey söyleyeyim: Türkiye’de Rum cemaati kalmadı. Yunanlar zengin olup Türkiye’de ortak yatırımlar yapma başladılar. Biliyorsunuz Finansbank’ı aldılar. Şimdi benim tahminime göre Yunan pasaportlu Yunanlar, Türkiye’deki Rumlardan sayıca daha fazla. Maalesef bitti artık. Yunan cemaati diye bir şey kalmadı. Geçmiş ola…