"Hasbıhâl" konserinizden başlayalım: Nisan ayında Nâzım Hikmet Kültür Merkezi'nde Dertli Divanî, Ulaş Özdemir, Hüseyin ve Ali Rıza Albayrak olarak verdiğiniz "Hasbıhâl" konserindeydik. Bu proje, '90'ların başında yapılmış olan "Muhabbet" projesini çağrıştırıyor (Arif Sağ hep söyler Muhabbet albümlerinin o dönem için bir manifesto niteliğinde olduğunu); hem dramaturjisi hem de üç ya da dört sanatçının bir araya gelerek ortaya bir proje koyması anlamında...

Siz ne diyorsunuz? Hangi nedenler sizi ortak proje yapmaya yöneltti?

Ulaş Özdemir[[dipnot1]]: Divanî Baba'nın çalışmalarını az çok biliyorsunuz; örneğin "Serçeşme" (2000) albümü Alevi-Bektaşi müziği için milât değerindedir. Divanî Baba'nın birkaç özelliği o albümde toplanmıştır; hem bir Alevi-Bektaşi dedesi olarak kendi deyişlerini okumuştur hem de bugüne, bugün yaşanan kirlenmeye, vs. dair sözü olan bir albümdür. Bu yönüyle de birçok insanı tekrar Alevi-Bektaşi müziğine yönlendirdi denebilir.

http://www.youtube.com/watch?v=jCqzsn3-pxo&mode=related&search=

Tam bu çalışmadan sonra Divanî Baba -bence çok cesur bir karar alarak- tamamen genç kuşaktan müzisyenlerle çalışmaya yönelmiştir. Biz bir şekilde tanışıyorduk; ben Divanî Baba'yla ilgili yazılar yazmış, söyleşiler yapmıştım kendisiyle. Çalışmak için KALAN Müzik'e geldiğinde ben işin koordinatörlüğünü üstlenen kişi oldum. Yurt dışında Emre Gültekin, burada Mustafa Kılçık, Hüseyin ve Ali Rıza Albayrak, Divanî Baba'nın yeğeni Feyzullah (Ürer) ve ben kolektif bir çalışma ortaya çıkardık. Bu adı geçen insanlar konserlerde, muhabbetlerde bir şekilde bir araya geliyordu zaten; "Hasbıhâl" albümüyle de gerçekten hasbıhâl etmiş olduk.

Hasbıhâl, bize bu buluşmayı, temayı anlatabilecek en güzel, en anlamlı kelime gibi geldi. Açıkçası, profesyonel bir grup olmak gibi bir amacımız olmadı; tam tersine, sohbet-muhabbet için vesile olan bir buluşmalar zinciridir bu. Gerekirse bir köy kahvesine de gidip çalıyoruz, bir derneğe de... Söyleşi yapıp ardından dinletiye geçebiliyoruz.

Divanî Baba çok rahat başka bir şeyi de seçebilirdi ama bu yolu seçti; bizler de onun sayesinde o kadar çok şey öğrendik ki... Bu işin heveslisi insanlar da bu buluşmalar sayesinde birbiriyle kaynaşmaya başladı, daha sık hasbıhâl eder oldu. Bugün gelinen noktada, yapılan şey sadece müzikal değil, aynı zamanda öğretici, aydınlatıcı bir hâl aldı. Devamını Divanî Baba'dan dinleyelim isterseniz...

 

Dertli Divanî[[dipnot2]]: Aslında Ulaş'ın söylediklerine ekleyecek fazla şey yok. Hasbıhâl'in kelime anlamı "söyleşmek, dertleşmek, karşılıklı sohbet etmek". Tabii bu "birbirine gönül bağı olan, birbirini sayan, seven ('yekvücut' deriz ya) sözü özü bir olan insanların kendi aralarında yaptığı muhabbet" anlamına geliyor. Zaten biz ister sahnede olalım, ister cemevi ya da herhangi bir yerde buluşalım insanlarla orada hasbıhâl ediyoruz. Projedeki hiç kimse topluluğun üzerinde değil; ne ben ne Ulaş, ne diğerleri... Ayrı gayrımız yok. Bizim kendi aramızda birbirimize karşı verdiğimiz bir söz var, bir gönül bağımız, ikrârımız var. Ayrıca bu kadro bir müzik grubundan ibaret değil; “anca bir kanca bir” anlayışıyla oluşmuş 15 kişilik bir çekirdek kadromuz var. Bu 15 kişinin içinde; On İki Hizmet'i, Balım Sultan Muhabbeti’ni yürütecek, Alevi-Bektaşi felsefesinin bilimsel yönleri konusunda seminerler verebilecek ve aynı zamanda profesyonel anlamda da konserlere çıkabilecek ekipler var. Bu ileriye yönelik birliktelik, çoğalarak devam edecek.

“Hasbıhâl” projesi eğitim ve yayılma perspektifiyle hareket eden bir platformdur, diyorsunuz. Bu, bizce de çok değerli bir nokta; BGST’nin projelerinde de temel yola çıkış noktası budur...

Peki, Hasbıhâl projesinin yaşadığımız döneme dair sözü şudur, diyebilir misiniz?

Dertli Divanî: Şimdi, bir defa Türkiye ve Avrupa’daki Alevi örgütlülüğüne bakıyoruz; bir taraftan çok bağnaz, tutucu bir Aleviliğe yöneliş var, bir taraftan asimilasyon politikasına çanak tutma eğilimleri var. Oysa Alevi-Bektaşi inancının “serçeşmesi” ve “pîri” dediğimiz Hacı Bektaş Veli’nin dünyaya bakışında ırk, dil, din, renk, mezhep, cinsiyet ayrımına yer yok. Hiçbir ırkın bir diğerinden üstünlüğü, hiçbir milletin bir diğerinden yüceliği söz konusu değil.  
Son zamanlarda Alevilik sadece Türklüğe özgü bir inançmış gibi lanse ediliyor.
Örneğin, Cem Vakfı’nın Ankara Kapalı Spor Salonu'nda adı Alevi katliamlarına karışmış Türk-İslâm sentezcileriyle birlikte yaptığı cem töreni, insanın kafasında çok büyük soru işaretleri bırakıyor. Bundan yıllar öncesinde birtakım şeylerin altyapısı oluşturuldu; hükmedenler ve medya tarafından Alevilerin doğal lideri olarak bazı kişiler gösterildi... Sistem kendisiyle barışık bir Alevi toplumunu bu kişiler tarafından yaratmaya çalıştı ve çalışıyor. Bunlar, süreç içerisinde bizleri ciddi anlamda rahatsız etti.

Kişi olarak hem bir ozanlık vasfım var hem de Alevi-Bektaşi kültürünün içinden gelen, bunu yaşayarak öğrenen bir kişiyim. Bu geleneğin özü insan ve doğa sevgisi kadar, haksızlığın her türlüsüne karşı bir duruşu da temel alır. Topal karınca misali bu çerçevede sağlam bir duruş sergilemek, insanlık yolunda büyük bir hizmet anlamına geliyor. Arkadaşlarımızla da aynı duyguları taşıyoruz. Gerçeklerin, bilgelerin yanında bizler neyiz? Zerre bile değiliz. ‘’Altım üstüm kaç kuruşluk?’’ diyorum ya, biz oyuz. Kendimizi dev aynasında gördüğümüz yok. Doğru şeyler yapmaya çalışıyoruz. Yaşamış olduğumuz süreç içerisinde değerlerimizden sapmayacağız. Biz bu yola baş koyduk. 

Televizyonlarda adam “sanatçıyım” diye ortaya çıkıyor, okuduğu eserin kime ait olduğu sorulduğu halde söylemiyor. Oysa sorulmadan söylemesi gerekir. Bu eser sahibi ben de olabilirim başka bir ozan arkadaşım da olabilir, bu adamın ismi diken mi ki ağza alınmayacak? Söylemeyeceksen niye okuyorsun onun yazdıklarını?

Bu tür haksızlıklar bizi ciddi anlamda yaraladı ve en sonunda dedik ki; “Biz birbirimizle hasbıhâl edeceğiz.” Sahneye çıktığımız zaman halk da o hasbıhâlin içerisinde. Bütün bu kirlenmişliklere, sanatsal ve düşünsel anlamdaki olumsuzluklara duruşumuzla cevap vereceğiz. Yaptığınız şeye en başta kendiniz saygı duyacaksınız. Türküler kadar arı ve duru olamıyorsak, en azından samimi olalım, dürüst olalım, herkesin emeğine saygılı olalım, herkesin hakkını verelim, yaşatalım. Yaşayan o kadar önemli âşık-ozan var ki, yaşadığı süre içinde hiç kimse tarafından anılmamış, bilinmiyor. Ancak dünyadan gittikten sonra adına konserler düzenleniyor, etkinlikler yapılıyor... Bunlar duygu sömürüsünden başka bir şey değil.

Ve biz bunları arkadaşlarımızla konuştuk; öyle bir birliktelik olsun ki, üç yıl birlikte olup popüler olduktan sonra herkes birbirinden kopup yollarını ayırmasın. Başından son nefesimize kadar... Bu topluluğun içerisine girdikten sonra ölmek var, dönmek yok. Ha, yaşam koşulları değişir, kişi özel durumundan dolayı topluluk içerisinde yer alamayabilir; bu ayrı bir şey. Ama kişisel sürtüşmelerden dolayı hiç kimsenin bu topluluktan kopma gibi bir hakkının olmadığını konuştuk; bu şartı koyduk birbirimize.

Proje ne zaman ortaya çıktı?

Ulaş Özdemir: Uzun bir süredir bir aradayız aslında. Ama bu oluşum iki üç yıllık. Şöyle diyebiliriz; bu bahsedilen kadronun bir kısmı Türkiye’de, bir kısmı da Avrupa’da (Almanya’da). Almanya’da da çok ciddi bir ekip var seminerlere, cemlere giden; Divanî Baba gittiğinde On İki Hizmet'i orada kuruyorlar. Yani hemen bir araya gelebilecek bir kadro var orada da. İnsanların farklı meslekleri var hayatlarını kazandıkları; bu işi gönüllü olarak yapıyorlar. Gönül birliği zaten, başka bir açıklaması yok bunun.

Yaşadığımız memlekete, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere baktığınızda Hasbıhâl'in etkilerini, bıraktığı izleri görebiliyor musunuz? Ne gibi yansımaları oldu bu projenin?

Ulaş Özdemir: Bir kere çok önemli bir şey var Divanî Baba’nın söylediği; mesela büyük bir konser de olabilir, herhangi bir dernek, kahvehane buluşması da olabilir, hem çalacağız hem konuşacağız. Biz oraya gittiğimizde on - on beş kişi gidiyoruz; hem konuşuyoruz, anlatıyoruz hem de insanlar anlattığımız şeye canlı canlı, yaşayarak tanık oluyorlar (birbirimizle ilişkilerimizi, kadın-erkek hep birlikte coşup söyleyişimizi, ...); anlattığımız şeyin yaşamdaki karşılığını görüyorlar. Bu, çok önemli bir şey.

Ama sonuçta, bir şeyleri bir şeylerle kıyaslamak gibi bir niyetimiz yok. Bazı sanatçılara, bazı projelere tepki olarak doğmuş bir proje değil bu. Kendimizi geliştirdiğimiz bir süreç; hem öğrenme hem de yaşama geçirme süreci. Alevi-Bektaşi yolunun kurallarıyla ilgili hepimiz her gün yeni bir şey öğreniyoruz. Ama bu, dünyadan kopma, sadece dervişâne yaşama anlamına gelmiyor; insanlarla, cemaatlerle muhabbetler yapıyor, bir şeyler aktarıyor, bir şeyler öğreniyoruz; her gün yeni insanlar kazanıyoruz. Özellikle gençler –hatta çocuklar- çok ilgi gösteriyor bu muhabbetlere. Başka bir şeyin mümkün olduğunu da düşünüyoruz; bunun için herkes elinden geleni yapıyor.

Mesela, hafta sonları Urfa, Adıyaman gibi yerlere konserlere gidiyor, birkaç konseri birbirine bağlıyoruz; yakın çevrelerdeki insanlara da haber veriyoruz. Örneğin Adıyaman’a bir konsere gideceğiz, ertesi gün de Gölbaşı’ndayız; Adıyaman’ın yakınında bir köy varsa, uğruyoruz muhabbet için. Divanî Baba’yla Adıyaman yakınlarındaki bir Kürt Alevi köyüne gittik, çok şaşırdık: Belki elli yıldır, altmış yıldır o köyde sazlı sözlü bir muhabbet yapılmamış. Konsere gideceğiz, vaktimiz yok, yarım saatliğine uğradık aslında. Küçücük bir odaya oturduk, çalıp söyledik, muhabbet ettik... Sanki başka bir dünyaya girmiş gibi olduk. Gençler pek yoktu, çoğu yaşlı insanlardı; oradaki ortamı görünce dedik ki; “Bu insanlar bu dünyayı yaşayamıyorlarsa, kültürlerinden uzaklaşmışlarsa, bunu yaşamak istiyorlarsa...” Yaşlıların gözlerinde o isteği, duyguyu görmek bizleri çok etkiledi, duygulandırdı.

Ve bundan sonra da mümkün olan, ulaşabildiğimiz her yere gitmek, o muhabbet ortamlarını kurmak, insanlarla daha çok hasbıhâl etmek gibi bir derdimiz var. Çünkü antika bir şeymiş gibi bakılıyor bu kültürlere, bitmiş, tükenmiş... Var olan son kırıntılar gibi görülüyor. Hâlbuki öyle değil; yaşama geçirmek çok zor değil.

Bugün cemler nasıl yürütülüyor? Bugünün insanı tarafından nasıl algılanıyor? Nedir gözlemleriniz?

Dertli Divanî: Anadolu Alevi-Bektaşi inancında üç ana inanç kurumu var (bu üç ana inanç kurumunun kendi içinde yolu yorumlayışı -öz itibariyle farklı olmasa da- farklı farklıdır):

1) Babaganlar: 1551 yılında Sersem Ali Dedebaba'dan itibaren (Kanuni'nin Hacı Bektaş Dergâhı'na atadığı kişi) başlayan bir sürektir. Baba, Halifebaba ve Dedebabalar kendi aralarında demokratik bir seçimle atanıyor. Ne yazık ki; Babagan Kolu bugün kendi arasında birkaç parçaya bölünmüş; süreğin dört dörtlük işlediği söylenemez. Kendi içlerine kapanmışlar, üyesi olmayanların onların yaptığı görgü ya da birlik cemine girme şansı yok. Hele hele gençliğe yönelik bir projeleri yok diyebiliriz. Oysa Edip Harabî gibi, Hilmi Dedebaba gibi, Genç Abdal gibi bilge âşıklar, ozanlar da o kolun içinden yetişmişler. Balkanlarda Bektaşiliğin yayılmasında önemli rolleri olmuş.

2) Dedegânlar: 12 İmamlar'ın soyundan geldiklerine inanılan ya da inanan insanların temsil ettiği koldur. Dedeliğin babadan oğula intikal etmesi anlayışına dayanır. Bu anlayışın getirmiş olduğu bir olumsuzluk var; kişi bugün "ben falan ocaktanım" diye dedelik yapmaya kalkışıyor ve sayıları da gün geçtikçe artmakta. Yola lâyık olmasa da, bilgi sahibi olmasa da kulaktan dolma bilgilerle dedelik yapıyor, topluma hükmediyor, saygısızlık yapıyor ve dolayısıyla insanları kendisinden uzaklaştırarak yola da zarar veriyor. Anadolu'da "ocak" sistemi dediğimiz Dedegân koluna bağlı birçok yerde Alevilik konusunda yol süreği ne yazık ki neredeyse sıfır noktasına gelmiş durumda.

3) Çelebiler: Hacı Bektaş Veli'nin soyundan geldiğine inanılan ve o geleneği bugüne kadar devam ettiren koldur. Hacı Bektaş Veli'nin ünlü bir sözü vardır; "Belimden gelen değil, yolumdan gelen evlâdımdır." Bu sürekte bir kişinin dede olabilmesi için illâ ki dede soyundan olması, ocakzâde olması şartı yok. Halkın iradesinin tecelli ettiği, halkın sevip saydığı, bağrına bastığı kişi, Mürşid’in (Postnişin) onayı ile kişi dedelik yapar. Bu sürekte yol kesintiye uğramamıştır. Mesela bizler yüzyıllardır bu geleneğin içindeyiz. Sadece benim bugüne kadar sorumlu olduğum, hizmet yaptığım (başta Urfa-Kısas, Maraş-Nurhak, Adıyaman, Antep, Konya-Beyşehir, Eskişehir) bölgelerin dışında da Serçeşme Pîr Dergahı'na, Çelebiler Kolu'na bağlı olan bütün bölgelerde hâlâ gelenek devam etmektedir; antika değildir On İki Hizmet. Sekiz-on yaşında çocuklar çıkıyor; cemde On İki Hizmet'i dört dörtlük yapıyor. Her evde, bakıyorsun bir bağlama var. Yani gelenek hâlâ oralarda devam ediyor; nerede yaşarsak yaşayalım "üç can bir cem" anlayışıyla bu sürekte On İki Hizmet yürütülüyor. Kesintisiz, yılda bir İkrâr ve Görgü cemleri yapılıyor. Geçen, Maraş Nurhak'a gittiğimizde orijinal bir Görgü Cemi yaptık (hatta Erdal Erzincan, Tolga Sağ, Muharrem Temiz, ben, Ulaş, Mustafa vardık); Su TV çekti, "Görgü Cemi" diye yayınladılar. O kadar çok telefon geldi ki "böyle bir şey hâlâ var mı?" diye.

 

http://www.youtube.com/watch?v=CvxbLUq27Hs&mode=related&search=
http://www.youtube.com/watch?v=DuaL-cXze4Q&mode=related&search=

 

Her gittiğim etkinlikte, seminerlerde yeri geldiğinde anlatıyorum. Maraş'ta, Urfa'da, Konya Beyşehir'de, Adıyaman'da, Amasya'da, Tokat'ta, Ordu, Fatsa, İstanbul ve Anadolu’nun daha birçok bölgelerinde, dergâha bağlı olan yerlerde bu gelenek yüz yıllardan beri sürüyor. Antika değil yani.

Bunu biraz daha yaymak, altyapısını iyi oluşturmak, öze yönelmek gerekiyor. Bu konuda bizim Hasbıhâl projesinin şöyle bir derdi var: geleneğin unutulmaya yüz tuttuğu yörelere gidip bunu tekrar canlandırmak. Bir köye gidip muhtara konuk oluyoruz; "Bu köy Alevi mi? Cem yapılıyor mu buralarda? Millet nerede şu anda? Kahvede mi? O zaman bir anons yap, çağır milleti, bir hasbıhâl edelim." Orada hemen toplanıyoruz, önce sazları ele alıp, güzelce bir milleti coşturuyoruz; ondan sonra da bu şekilde konuşuyoruz; "Bizden sonraki çocuklarımızın hali ne olacak, bir düşünün, çok mu zor bir şey bu?" diye. "Sizin ibadet anlayışınızda cami kültürü yoksa buna inanmak zorunda değilsiniz. Sizin kendi öz inancınız, ibadet anlayışınız bu; bunu yaparken de sizin hiçbir işinize gücünüze engel olunmuyor. İnsanların bir araya gelmesi, birbirine sevgi saygı bağının pekişmesine vesile oluyorsa (ibadetin özü temizlikse, bir anlamda her türlü kötülükten arınmaksa) biz bu kültürden, gelenekten bir kötülük görmedik, niye kopalım?" Biz insanlara bunları anlatıyoruz ve çok da olumlu sonuçlar alıyoruz.

Ulaş Özdemir: Büyükada'da da gördük örneğini; oradaki cemevi Cem Vakfı'yla aynı dönemde ('92'de) açılmıştı. En eski cemevlerinden bir tanesi ve çok güzel. Ben hiç gitmemiştim, hayretler içinde kaldım. İnsanlar büyük özverilerle, emeklerle yapmışlar orayı; cem yapılmıyor. Belki de ikinci ya da üçüncü cemdi bizim yaptığımız. İhtiyaçları var insanların aslında...

Divanî Baba özellikle bu tür yerleri seçiyor, gidip oradaki insanlara On İki Hizmet'i, Görgü Cemi'ni öğretiyor, insan yetiştirip dönüyor yaşadığı yere. İlk başta Divanî Baba anlatıyor bu hizmetlerin gerekliliğini, nasıl yapılacağını, yolun kurallarını, cemlerde uygulanması gerekenleri, ondan sonra insanlar çalışa çalışa öğreniyorlar. Şimdi mesela Büyükada'da bu başlayacak. Onun için bir tohum atılmış oldu, insanlarda o coşku, o duygu var.

Bir suskunluktan bahsediyorsunuz; "ölü toprağı serpilmiş birçok yere" diyorsunuz. Bunun evveliyatı nedir, ne zamana, hangi tarihsel olaylara dayanıyor bu?

Ulaş Özdemir: Divanî Baba çok daha iyi anlatır da o süreci; Sivas Olayları'ndan sonra bir kere çok ciddi bir Alevi örgütlenmesi var. Fakat bu örgütlenmenin yarattığı bir paradoks var: Alevi örgütlenmesi Alevilerin sosyal kültürel ihtiyaçlarını mı karşılayacak, inançsal ihtiyaçlarını mı? Şimdi burada çok ciddi bir problem çıktı. Bu dernekler sayesinde bugüne kadar hiç cemevi olmayan yerlere cemevi yapıldı. Fakat bu dernekler sosyal, kültürel işleve sahipken, inançsal boyuta da el atmış oldular. Ve çok ciddi bir çıkmaza girildi. Dolayısıyla, bugün çoğu şehirlerde açılan cemevlerini şöyle bir tehlike bekliyor: hepsinin camiye dönüşme tehlikesi var. Bu açıdan da çok ciddi bir çıkmaz var şu anda.

Aslında çok ciddi kurumları var Aleviliğin; bütün sorunlarını gündeme getirebiliyorlar, her yerde konuşuluyor, gizlisi saklısı kalmadı. Bu kurumlar inançsal temelde bir fayda mı sağlıyor, yoksa cemevlerinin n'olacağı düşünülmüyor mu, orada çok ciddi bir çıkmaz var. O çıkmaz da çözülmüş değil. Divanî Baba daha iyi anlatır...

Dertli Divanî: Cem Vakfı'nın organize ettiği cemler bize göre gerçek cem değil. Bunlar tamamen toplumun bu konuda gösterdiği duyarlığı çıkarı adına kullanmak isteyen insanların organize ettiği şeyler. Bugün Aleviliğe gerçekten inanmış ve hizmet anlayışı içerisinde olan kişiler ayrı, onlara saygım sonsuz. Ama hâlâ bu kurumların etiketleri sayesinde bir yerlere gelme çabası içinde olanlar varsa -ki büyük bir çoğunluk öyle- rahatsız olduğumuz nokta bu bizim. Geçmişte başka yollarla arzusuna muvaffak olamayan birtakım insanların -bugün Aleviliğin gündemde olması sebebiyle- bunu kullanarak bir yerlere gelme çabası içinde olması bizleri endişelendiriyor.

Her tarafta mantar gibi derneklerin kurulması, 2 Temmuz Sivas Olayı'na rastlıyor. Gerçekten de bu, duygusal bir örgütlülük. Daha örgütlülük bilinci gelişmemiş. Adam sanki padişah olacak; iktidar-muhalefet kavgası gibi sürtüşmeler yaşanıyor derneklerde. Öğretide böyle bir şey yok; bu bir hizmet yarışıdır. Sen bir dönem gelirsin, birikimlerini aktarırsın; yorulduğunda ya da halk seni istemiyorsa, yine halkın hizmetçisi olarak hizmetin bir yerinden tutarsın ama sorumluluğu başka insanlara bırakırsın. Bu anlayış hâkim olmadıktan sonra bu yolun yolcusu olunmaz; Alevi de olunamaz. Dernekler, kendilerini sanki kendini inancı temsil eden kurumlar gibi görmeye başladılar.

Hâlbuki öyle bir şey yok; Alevi-Bektaşi inancının serçeşmesi Hacı Bektaş Veli'dir. Bugün Hacı Bektaş Veli'den sonra otuz ikinci postnişin sahibi Veliyeddin Ulusoy'dur. Bu, güneş gibi ayan beyan ortadadır; başka çevreler de
mesela nerenin baş olduğunu biliyorlar. Ve sürekli Veliyeddin Ulusoy'u bir yerlere davet ediyorlar, görüşmek istiyorlar, falan filan... Bir Muharrem sohbeti oluyor, bütün televizyon kanalları (TRT'den tut TGRT'ye kadar) "konuk etmek istiyoruz" diye telefon üstüne telefon ediyorlar. Bu kişi geçen sene hiçbirini kabul etmedi mesela. Yolunu şaşırmış bir topluluk var, bazı kurumlar da bunu kendi menfaatine göre kullanmak istiyor. Ama “Aleviyim”  diyen herkesin bir gönül bağı var; Hacı Bektaş Veli bu yolun pîridir hepsine göre; dolayısıyla Veliyeddin Ulusoy'a saygıda kusur etmemeye özen gösteriliyor.

Kısacası inancın da örgütlenmesi gerekiyor. Bu inancın başı da serçeşmeyse, yani Hacı Bektaş Veli ve o gelenekse, o zaman inancı temsil eden makam orasıdır. Dernekler sadece Aleviliğin sosyal ve kültürel yönü ile müzikal anlamdaki birtakım aktivitelerini yapabilir; onun dışında kendini aynı zamanda inancın temsilcisi gibi görürlerse çok uzun ömürlü olamazlar. 

Önü sonu sağlıklı bir merkezde bir araya gelineceğine inanıyorum. Geçmişteki ocakların ve Serçeşme Pîr Dergahı’nın çağa uyarlanıp yeniden örgütlenmesi zaruridir. Ben o umudu taşıyorum. Ama bu olacak diye de oturup bekleyemeyiz; bu tür şeylerin oluşmasına en azından bizim de bir katkımız olsun düşüncesinden yola çıktık, biz de topluluk olarak bu faaliyetleri yapıyoruz. Bir yönüyle de o noktaya en azından hizmet ettiğimizi düşünüyoruz.

Alevilik İslâm içi midir İslâm dışı mı tartışmasına siz ne diyorsunuz?

Dertli Divanî: Cavit Mürtezaoğlu anlatıyor Serçeşme dergisi için yapılan bir röportajda: Nasreddin Hoca'ya sormuşlar; "Hocam, yattığında sakalın yorganın içinde mi kalıyor, dışında mı?" diye. Daha önce böyle bir şey aklından geçmediği için şimdiye dek fark etmemiş bile Nasreddin Hoca. Şaşırmış, demiş; "Valla bilmiyorum ama bir bakayım bu gece." Akşam yatağa girmiş; sakal yorganın içinde kalıyor, huzursuz olmuş, dışına çıkarıyor, rahat edememiş. Sabaha kadar uyuyamamış Nasreddin Hoca. Sabah olmuş, demişler; "N'oldu hoca, uyurken sakalın yorganın içinde mi kalıyormuş dışında mı?" "Ulan vicdansızlar, Allah sizin belanızı versin. Benim bugüne kadar öyle bir meselem yoktu, yattığımda sakalım içerde mi kalıyor, dışarıda mı, hiç fark etmemiştim. Aklıma bir şey düşürdünüz, sabaha kadar uyuyamadım." diye cevap vermiş.

Aleviliğin İslâm içi, İslâm dışı tartışması da kasıtlı bir tartışma. Alevilik kendine özgü bir inançtır. Ben bunu dinler üstü, kültürler üstü görüyorum. Anadolu'daki bütün gelenek ve göreneklerden etkilenmiş, bütün dini inanç biçimlerinden izler taşımakta. Şunun içinde, şunun dışında demek kadar yanlış bir şey olamaz. İslâm inancından da motifler almış (bir defa Hak, Muhammed, Ali dediğimiz üçleme, 12 İmam inancı, Kerbelâ-Hüseyin olayı...); bunlar olmadan nasıl Alevi oluyorsun ki? Her şey bunun üzerine inşa edilmiş ama onun öncesinden de gelen bazı inançların etkileri olmuş. İllâ bir şeyi bir şeyin içine yerleştirmek ya da tersine bir şeyden soyutlamak yanlış olacaktır; bu çok saygısızca, sinsice yapılmış bir şey; çok sakat.

Cem Vakfı'nın bu konudaki politikalarına gelince; ben iki yıl öncesine kadar bu konuda fikir beyan etmiyordum. Niçin? Bekledim ki, İzzettin Doğan insafa gelir; "Bu kadar toplumun sorumluluğunu, vebalını, günahını ben sırtıma almayayım, Aleviliğin özüne, ruhuna uygun adım atayım." diye düşünür belki dedim. Oturduğum yer, makam bunu gerektiriyordu; ben bir Dertli Divanî olarak bu konuda fikir beyan etmek istemiyordum, kazanılması gerekir diye düşünüyordum. Bugün açıktan konuşuyorum: İzzettin Doğan gerçekten Türk-İslâm sentezcileriyle birliktedir. Bu çok net bir şekilde ortaya çıktı. Ve halk da artık bunu biliyor.

Ankara'da Namık Kemal Zeybek'le ve onun dışındaki birçok kişiyle birlikte yaptıkları cem her şeyi ayan beyan ortaya koymaktadır. Cem, arınma yeridir; cem olma sadece bir araya gelmek anlamına gelmiyor, gönüllerin de birlendiği yerdir orası. Gönlünün bir olmadığı bir insanla nasıl cem tutarsın? Böyle bir şey var mı? Kalkıp Mevlevî semahını da cemde icra etmenin bir anlamı yok. Ne yapmaya çalışıyorsun? Yüzyıllara dayanan bir geleneği nasıl bu kadar rahat değiştiriyorsun? Bu hakkı nereden aldın? Bu yetkiyi sana kim verdi? Alevi-Bektaşi inancını, toplumunu yok etmeye yönelik bir şeydir bu.

Samanyolu TV'de de cem yayınları oluyor...

Dertli Divanî: Hah, unuttum. Mesela her Perşembe Cem TV Cem Vakfı'nın cemini yayınlıyor. Ben ilk defa geçen hafta oturdum, bunların cemini izleyeyim dedim. Kendi kendime söz verdim tahammül edip izlemeye. Oturdum, izledim.  Tek kelimeyle rezalet... Kadınlar ayrı safta, erkekler ayrı. O zaman camiye git. Niye cem yapıyorsun? Cemevine girdiğiniz zaman orada cinsiyet diye bir şey yok ki. Can var, kadın-erkek diye bir olay yok zaten. Eşlerin haricinde herkes birbirinin anası, babası, bacısı, kardeşidir. Sen orada nefsi tamamen yok edeceksin. Kadınların başı bağlı. Bu hangi zihniyetin ürünü? Niye bunu yapıyorsun? Öyle bir şey yapma hakkını sana kim veriyor? O zaman cem yapma kardeşim. Her adım başı cami var, git o zaman camiye ibadet et...

Ahmet Koçak[[dipnot3]]: Cemevlerinin bugünkü işlevi, geçmişteki işlevi, demokratik kitle örgütlerinin işlevleri... Herkesin öncelikle kendi işini yapması gerekiyor diye düşünüyoruz biz. Kitle örgütünün işi dedelik yapmak değildir, mürşitlik yapmak değildir. Keza, mürşidin görevi de kitle örgütünün başına geçip orada yönetici olmak değildir. Herkes kendi işini yaparsa yapmak istenen şeyler daha düzgün olur.

Fakat görünen o ki, bugün vakıfların, demokratik kitle örgütlerinin hepsinin çıkış nedeni -Dede biraz orada ifade etmeye çalıştı- siyasal kaygılar. Geçmişte falanca siyasi yapı içerisinde ya da bir siyasal oluşumun içerisindedir; o onu tatmin etmemiştir, kendisini ifade edememiştir; bugün geldiği nokta başka bir şeydir. Alevilik prim yapıyor şimdi -yakın zamanda Kürtlük prim yapıyordu; insanlar Kürt siyaseti üzerinden kendini ifade etmeye çalıştı- bugün insanlar Alevilik üzerinden kendini ifade etmeye çalışıyor.

Kendine "demokratım, ilericiyim, solcuyum" diyen kişiler şunu bilmek zorunda: Kültürlerin ve inançların özerkliğini, özgürlüğünü savunmak lâzım. Hiçbir kültürün hiçbir kültüre üstünlüğü yok. Hiçbir inancın hiçbir inanca üstünlüğü yok. Biz -dünyayı bir bahçe olarak algılarsak- bu bahçedeki bütün çiçeklerin yeşermesi ve yaşaması gerektiğini düşünüyoruz. Hasbıhâl olarak da kendi aramızda böyle hasbıhâl ediyoruz. Birbirimizle konuştuğumuz zaman coşuyoruz, o aşkı yakalıyoruz. Biz diyoruz ki, bu aşkı birlikte yaşadığımız tüm insanlara verelim; bütün çiçeklerle birlikte olursak mutlu oluruz diye düşünüyoruz. Ben kendi inancımı bir başkasına dikte edersem bu insanı kıracağımın bilincinde olmalıyım. Herkes kendi yerinden işini yapsın, bizim vermeye çalıştığımız mesaj da budur. Türkülerimizle, deyişlerimizle, sohbetlerimizle bunu vermeye çalışacağız. Yoksa kimsenin makamında gözümüz yok. Fakat birileri bize karşı kin besliyorsa, bile bile bizi asimile etmek istiyorsa, ayağımıza kurşun sıkmaya çalışıyorsa, bunun karşısında duracak kadar da ham salak değiliz. İşin özü bu: herkes işini yapsın.

Demokratik kitle örgütlerine diyoruz ki; "Arkadaşlar, siz bu işin demokrasi mücadelesini verin." Alevi toplumu 800 yıldır Anadolu'da ezilmiş (aslında ezilmişlik tarihi Hüseyin'le birlikte başlıyor ama Anadolu'da 800 yıldır eziliyoruz). 800 yıldır yok sayılıyoruz. Bunun demokrasi mücadelesini versin kitle örgütleri. Dedelere de diyoruz ki; "Siz de siyasetle çok haşır neşir olmayın, işiniz bu değil." Bilim işini bilim insanımız yapsın, siyaset işini siyaset, din işini dedeler... Hepsi birbirine girince sapla saman birbirine karışıyor, işin içinden çıkamıyorsun. Herkes işini yaparsa çok daha düzgün olur.

Türkiye'de bizim dışımızda, Alevilerin dışında bir sürü inanç, kültür var (Süryaniler, Ermeniler, Çerkezler, ...); azınlıkların haklarını savunmak (neyin azınlık neyin çoğunluk olduğu da tartışılır; bir ülkede yaşayan "falanca kültürüm" diyen bir kişi bile olsa, o kişinin hakları savunulmalıdır, diye düşünüyoruz) önemli bizim için. O yüzden Hasbıhâl sıradan bir müzik topluluğudur, diye düşünmek gerekmiyor. Çok büyük bir misyon da vermek istemiyoruz kendimize ama ciddi, muhalif bir duruşumuzun olması gerektiğini de düşünüyoruz. Hasbıhâl'ın böyle bir dünya görüşü de var. Belki bunu derneklerin yapması gerekiyor; belki inanç birimi dediğimiz kurumların yapması gerekiyor. Hasbıhâl bunları yaptığı sürece (konser, söyleşi, seminer, ...) birileri diyecek; "Belki de işin doğrusu budur..." Bu anlamıyla bir hizmet yaparsak ne mutlu bize. Kim bilir, Hasbıhâl belki bir Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu'yla da hasbıhâl eder.

Dertli Divanî: İki topluluk birlikte bir şeyler yapalım. Ne güzel olur... Çok doğru bir duruşunuz var; ben gönülden destekliyorum, seviyorum, zevk alıyorum yaptıklarınızı izledikçe.

Projeleri bir platform gibi değerlendirmek ve bu platformlara olabildiğince çok insanın katılımını sağlamak, ortak projeler de yapabilmek... Biz de gönülden isteriz.