Söyleşi: Burcu Yıldız, Saro Usta Nisan '07
Türkiye’de, ’90’lı yılların kültürel-politik ortamına dair düşünceleriniz ve bunun müzikal yansımalarına dair genel görüşleriniz nelerdir?
Ben ’80 öncesi kuşağım. ’80’li yıllarda, tıpkı günlük yaşam gibi, devrimci müzik ve halk müziği de müthiş bir kesintiye uğradı ve pop müzik diye bir müzik ortaya çıktı. ’90’lar önemli değişimlerin yaşandığı, halk müziğinin tekrar popülerleştiği yıllardır. Bu topraklarda yaşayan farklı halklara, farklı inançlara mensup müzisyenlerin kamusal ortamlarda da kendi müziklerini icra etmeye başladığını gördük. Biz, “Knar” adıyla ’93’te bir araya geldik -tıpkı Kardeş Türküler gibi... Laz müziğiyle uğraşan rahmetli Kazım Koyuncu da bizimle aynı dönemde, ’90’larda adını duyurdu. Bir gelişme çağıydı, verimli bir dönemdi ve o günlerden bugüne gelindi. O gün tohumları atılan topluluklar, mesela Kardeş Türküler, bugün önemli yerlere geldi.
’90’lardan bugüne kadar yaşanan süreci düşündüğünüzde, Türkiye’de Ermeni olmak ya da “azınlık” olmak sizin için ne ifade ediyor?
“Azınlık” kelimesinin ifade ettiği şey herkes için farklıdır. Lozan’daki tanıma göre “azınlık” derken, Hıristiyanlar, Rumlar, Ermeniler ve Musevilerden bahsediyoruz. Tabii bunun yanında, Türkiye’de bir sürü azınlık var. Feministler de aklıma gelen ilk örneklerdendir. Mesela eski İstanbullular da, “Biz azınlığız artık…” derler. Kendimi hiçbir zaman azınlık olarak hissetmedim; ama siz öyle hissetmeseniz bile yeri gelince size bunu hissettirirler. Mesela ben, sadece ismimden dolayı sakıncalı piyade olarak askerlik yaptım. Bir anlık öfkeden dolayı yaşadığım bir olayı hatırladığımdaysa hâlâ üzülürüm: 1981 yılında İstanbul İktisat Fakültesi’ne giriş yaptım. Ailevi sebeplerden ve bir hastalıktan dolayı bitiremedim. O dönem mediko-sosyal vardı ve Yücel Paşmakçı’ydı sanıyorum, orada halk müziği dersleri veriyordu. Ben de halk müziğine çocukluktan bu yana ilgi duyuyordum. Kurslara katılmak istedim. Listeden isimler okunuyor, sıra bekliyoruz. İsmimi (Vasken Sezar Avedikyan) okumak zor oluyor çoğu zaman. Görevli durakladı; anladım ki benim adımı okuyacak. “Sezar,” dedi, Avedikyan’ı da acayip bir şekilde söyledi. Yanımdaki çocuk, “Bu da kim ya?” dedi. Döndüm, “Benim,” dedim, “ne olacak?” Çocuk, alttan aldı; ama benim sinirlerim bozuldu. “Böyle insanlarla mı müzik yapacağım?” dedim. Gençliğin vermiş olduğu bir tepkisellik de var. Çıktım. Belki şimdi o kursu bitirmiş olacaktım; müzik yaşantım daha farklı bir seyir izleyecekti, bilemiyorum... Azınlık olmak böyle bir şey; yeri gelir hissedersiniz... Onun dışında, öyle çok kötü bir şey hissetmedim. Bu, bize siyasi olarak Lozan’da verilmiş bir statü. Güzel bir şey mi? Hayır, değil. Herkesin haklarının eşit olması, “azınlık” diye bir şeyin olmaması gerek. Azınlık statüsünde olmaktan dolayı bazı haklarımız bugüne kadar olagelmiş. Okul açmak, gazete çıkarmak, ana dilini konuşabilmek, gibi… Bu hakları kullandığım için azınlığım. Tabii gönül isterdi ki, hiç böyle bir tanıma gerek olmasın.
“Azınlık olmak” üzerinden devam edersek; bugün yaşadığınız ortam ile ’90’lar arasında ne tür farklılıklar var?
’80’ler ve ’90’ların ilk yarısı daha içe dönük yaşandı; insanlar birbirini tanımıyordu. Ermeni tanımıyor, Rum tanımıyor, Hıristiyan bilmiyor… Kimse senin kültürünle ilgili soru bile sormuyor; çünkü hiçbir bilgi yok. Şimdi bu durum biraz aşıldı. Pek çok şey yaşandı. İnsanlar kendi çevrelerinde, bu topraklarda yaşayan insanları tanımaya, kendisi gibi olmayanların varlığını kabul etmeye başladı. Bu noktada Knar grubunun da katkıları olmuştur.
Knar grubunun da oluştuğu ’90’lı yıllarda, Ermeni kültürünün/müziğinin kendini ifade olanakları var mıydı? Hangi ortamlarda Ermeni müziği icra ediliyor?
Knar’dan önce Ermeni müziği çoğunlukla koro ve kilise müziği olarak icra ediliyordu. Ermeni şarkıları söyleyen özel sanatçılar yoktu. Devlet operasında çalışan sanatçılar vardı; onlar da operaya özgü işler yapıyor ve operanın prodüksiyonlarının dışına çıkmıyorlardı. Yurtdışından gelen kasetleri dinlerdik. Ermenistan kaynakları bile o dönemde çok sınırlıydı. Kaset, longplay, taşplak, ne gelirse onlar elden ele dolaşır, kaydedilir, teyplerde dinlenirdi. Beyrut’tan Adiss Harmancıyan’ın müzikleri gelirdi; Ermenice pop müzik nasıldır, hiç duymamıştık; onlardan dinledik ilk defa.
O plaklara nasıl ulaşıyordunuz ve o dönemde aktif olan dernekleriniz var mıydı?
O plakları biri getirmiş oluyordu. Bir kaset gelince herkes çoğaltıp birbirine veriyordu.’80’de dernekler kapatıldı. Tekrar açıldıktan sonra da belirli derneklerde en çok yürütülen faaliyet koro faaliyeti oldu. Sayat Nova Korosu, kilise koroları gibi... Bazı derneklerde de halk dansları faaliyetleri vardı. Tabii, halk dansları deyince Haçik Apeligan’ı hatırlamak gerekiyor. Ermenistan kökenli danslar onun etkisiyle gelmiştir buraya. Kafkas ağırlıklı danslar çalışılıyordu o dönemde; bizim çıkış noktamız da oydu. O zamanki müzik grupları halk danslarına eşlik etmek için kurulurdu. Hatırlıyorum, ’78’de okulumuzdaki derneğin gösterilerinde yer alan çok ciddi müzik grupları vardı; koroda söyleyenler ve çalanlar çok iyiydi. Şan Tiyatrosu’nda konserler olurdu. Amaç, oradaki halk danslarına eşlik edecek bir müzik grubunun kurulmasıydı. Biz de, ’93 yılında Bezciyan Okulundan Yetişenler Derneği’nde, danslara eşlik edelim, diye kurulduk. Ondan sonra -biraz da benim önerimle- devam etme kararı aldık. Knar’a da gelmiş olduk aslında…
Grup nasıl kuruldu?
Knar’ın isim babası Minas Oflaz’dır. Knar; Kumkapı’daki Bezciyan Derneği’nde kuruldu. Ben o dernekte faal üyeydim; eşim Janet de öyleydi. ’93 yılından önce Minas, bize enstrümanlar getirdi. Ben elime tar’ı ilk defa o zaman aldım; nasıl tutulacağını bile bilmiyorum. Önceden bağlamaya hevesim olduğu için, bağlama çalıyordum. Ud çalan Diyarbakırlı bir arkadaşımız var; daha önceden dernekteki halk müziği çalışmalarında da beraber olduğumuz -şu anda da solistimiz olan- Murat arkadaş var; Şirak var… Şirak henüz lisede okuyordu; ama iyi duduk çalıyordu. Böylece toplandık. ’93 yılında Maçka Maden Fakültesi’nde derneğimizin halk danslarına eşlik ettik. 100 küsur kişilik bir ekip vardı; Knar grubunu oluşturan çoğu eleman, o müzik grubunun içindeydi. Gösteri yapıldı, bitti. Baktık, hoşumuza gidiyor, “Devam ettirelim.” dedik. Sene ’95’ti, başladık çalışmalara.
Kimler vardı grupta? Neler çalınıyordu?
Ben bağlama ve tar çalıyordum; Taniel ud ve cümbüş çalıyordu; Şirak duduk ve akordeondaydı; Murat solistti, aynı zamanda şvi çalıyordu; Tatiana da bayan solist… Arto, vurmalıları çalıyordu. Sadece ’96’da katılıp ayrılan arkadaşlar da oldu: Aret adında bir arkadaşımız vardı, ritim sazları çalıyordu; Ardaş vardı, kamança çalıyordu. Şu anda Cemal Reşit Rey orkestrasında kontrbasçı sanıyorum; İ. Ü. Devlet Konservatuvarı’nı bitirdi. Solist olarak Ari Edirne vardı, şu anda operada tenor solist.
Amatör bir topluluk olarak müzikal birikiminizi nasıl oluşturdunuz?
Bütün amatör uğraşlarda olduğu gibi, sevgiyle… Hiçbirimizin akademik bir yönelimi yoktu; aramızda konservatuvarlı kimse de yoktu. Enstrümanlarımızı hepimiz kendimiz öğrendik. Parçaların düzenlemelerini de provalar esnasında, ortak ruhla çıkardık. Bu da aslında parçalara duygu ve ruh verdi.
Knar’ın “Anadolu Ermeni Müziği”ne eğilmesi ve bu yönde bir proje olarak ortaya çıkması nasıl gerçekleşti?
İlk konserimizi ’96 yılında, Maçka Maden Fakültesi’nde, 2 günde 4 konser şeklinde verdik. Hikâyesi uzun tabii, konser gününe gelene dek bir sürü şey yaşadık. Kolay bir iş değil; konserin her şeyiyle uğraşacaksınız. Müziğiyle uğraşacaksınız, salonu tutacaksınız, davetiyeleri hazırlayacaksınız... O konserde, Sayat Nova Korosu’nun ve onun o zamanki şefi Melik Gavrilof’un inanılmaz bir desteği oldu. İlk konseri verdikten sonra, Hollanda’daki Kulsan Vakfı’nın davetiyle ve etnomüzikolog Melih Duygulu’nun aracılığıyla gidip 6 konser verdik. Bu konserler bizim için önemliydi.
Niye önemliydi?
Bir açılımdı bizim için. Farklı kültürlerden insanlara konser veriyorsunuz; başka ortamlar, başka salonlar görüyorsunuz. Değişik tepkiler alıyorsunuz ve bu tepkilerden biri bizim için çok önemli oldu. İlk başta iki grup gitmiştik buradan; Knar ve Los Pacharos (Musevi müzisyenlerden oluşan bir topluluk). İlk yarıda onlar çaldı, ikinci yarıda biz... Dans da vardı, eşim Janet dans ediyordu; renkli bir gösteri oldu. Hiç bilmediğimiz, hoş bir şey gördük orada: Konser bitti ve insanlar ayaklarıyla yere vurarak tempo tutmaya başladılar. Meğer çok beğenmişler, bis istiyorlarmış. Neyse, konserden sonra kulise gelenlerle sohbet ediyorduk, bir etnomüzikolog geldi, dedi ki, “Do you speak English?” “No”, “Parlez vous Français?” “Non”. Baktı adam, bizde lisan yok; başladı Türkçe konuşmaya. Kendisi Anadolu ve Ortadoğu müzikleri konusunda uzmanmış. Melih Duygulu da var yanımızda; o tanıyor kendisini. Bizim projenin başlığı İstanbul, Anadolu’nun Kapısı (“Anadolu’dan göçmüş, İstanbul’da yaşayanlar” anlamında) ama yaptığımız müzik Ermenistan kökenli bir müzik. Tamam, dinleyicisi için güzel; ama bu işin ilmiyle uğraşan bir etnomüzikolog için yeterli değil. O da aslında başlık çok ilgisini çektiği için gelmiş. “Çok güzel bir konser verdiniz, tebrik ederim. Ancak ben istediğimi bulamadım. Konserin başlığına uymuyordu yaptığınız iş. Hepiniz Anadolulusunuz, kendi müziğinizi bulun ve icra edin.” dedi. Bu, bize ciddi bir ders oldu. Anadolu Ermeni müziğine böyle yöneldik. Aslında gruptaki herkes Anadolu kökenli ve halk müziğini seven, o müziği dinleyen insanlar. Daha sonra, şu andaki patriğimiz Sayın Mutafyan -sanırım ’96 yılında- Kınalıada’daki kilisenin bahçesinde konser vermemiz için davet etti bizi. Misafirleri vardı; Kudüs’ten profesörler, Ermenistan’dan bir mimar, ... Orada da hoş bir konser verdik. En sonunda Ermenistan’dan gelen mimar, konuşmasında bize hitaben, “Çok iyi icra ettiniz; yalnız ben Erivan’da da radyoyu açtığımda bu müzikleri duyuyorum. Türkçe yok mu? Size, bu topraklara özgü bir şey yok mu?” diye sordu. Sonradan dedik ki, “Herkes doğru söylüyor. Sevdiğimiz müzik asıl burada.” O ara stüdyoda 8 saatte hücum kayıtla bir kaset yaptık. Sadece kendimize, zevk olsun diye. Bunlar o zamana kadar icra ettiğimiz Ermenistan tandanslı müziklerdi. Nasıl çoğaltsak, derken, Sarkis Seropyan, “Kalan Müzik var. Gidin Hasan Saltık size yardımcı olur.” dedi. Gittik. Hasan Saltık, “Bunu ben basayım.” dedi. “Bu basılacak bir şey değil, biz kendimiz için yaptık.” dedik. “O zaman bir CD çalışması yapın; fakat Anadolu ağırlıklı olsun.” yanıtını aldık. “Tamam.” dedik. Böylece misyon edindiğimiz tarzımıza başlamış olduk. Projenin başında da Melih Duygulu vardı. İlk CD’mizin adı Anadolu Ermeni Müziği oldu. İkincisinde Kafkaslardan ve İstanbul’dan da örnekler vardı; o yüzden İstanbul, Kafkaslardan Anadolu’ya diye isimlendirdik o albümü.
Peki, repertuvarlarınız nasıl oluştu? Derleme çalışmaları yaptınız mı?
En büyük kaynağımız, ilk CD’mizi atfettiğimiz, bu toprakların ilk müzikoloğu sayılan rahip Gomidas’ın öğrencisi Mihran Tumacan’ın, 1920’lerde yaptığı derleme çalışmalarının basılı olduğu kitaplardır (Yerk u Pan). Ermenistan’da bu kitapların 3 cildi yayımlandı. Aslında 4 cilttir; maalesef bir cildi yayımlanmadı vefatından dolayı. O 3 cildi edindik ve taramaya başladık. Ciddi bir çalışma dönemiydi. Şarkılardan bölgelere, ritimlere, melodik yapılara göre bir seçki yapıldı. Bu seçki içine, o kitaplarda olmayan; ama Diyarbakır yöresinde söylenen “Ez Kişer Hampartsum e”, Hatay bölgesinde söylenen “Hala Hala Ninnaye” gibi şarkılar da alındı. Şarkıların orijinaline sadık kalmak çok önemliydi bizim için. Belki siz ayıramayabilirsiniz; ama Diyarbakır Ermenicesiyle bizimki çok farklı. Hatay Ermenicesi ise apayrı bir şey... Biz okursak ancak taklit edeceğiz; bari asıl okuyanlar söylesin ve aynı zamanda arşivsel bir çalışma olsun, diye düşündük. O yüzden, aslen grupta yer almayan, albüme konuk olmuş solistlerimiz de oldu. Şarkıların çoğu Mihran Tumacan’dan seçildi. İkinci CD’mizde de, tartışma yaratacak önemli şarkılar vardı. Mesela ezgisi Türkiye’deki milliyetçi bir partinin marşı için kullanılmış olan “Kamança” şarkısı… Şarkı 17. yüzyıldaki bir âşığımıza, Sayat Nova’ya aittir aslında. Onu çalalım, dedik. İnsanlar müzikal anlamda tek taraflı beslenmesinler, alternatifleri de görsünler istedik. İlk CD’mizde de “Sari Gyalin” vardı. “Dağlı Gelin” mi, Erzurumlu “Sarışın Gelin” mi? Hâlâ devam ediyor, o muydu bu mu, tartışması… Birinci CD’miz 20 binin üzerinde sattı. Toplumda da belirli bir açlık vardı; satışı iyi oldu. Ondan birkaç sene sonra ikincisini yaptık. Oradaki seçkimizde de aynı yolu izledik: Türkçe var mesela o CD’mizde: “Ermeniyiz meskenimiz toydadır / Rakı da şarap da Ermeniye faydadır…” Bizim eskiden beri rakı muhabbetlerinde çalıp söylediğimiz şarkılardan biri idi.
Ermenice şarkıların kaynak gösterilmeden Türkçe sözlerle söylenmesinden bahsettiniz. “Çırpınırdı Karadeniz/Kamança” en dikkat çekici örneklerden biri. Kısa bir dönem önce de “Adanayi Voghperk”in (Adana’ya Ağıt), bağlamından kopuk bir şekilde Türkçeye çevrilip bir pop sanatçısı tarafından söylenmesi ve kayıttaki duduğun Knar grubundan Şirak tarafından çalınması da cemaatte ve müzik çevrelerinde uzunca bir dönem tartışıldı, değil mi?
Geriye dönüp bu sizin mi, bizim mi, tartışmasına gelelim: Mesela “Çırpınırdı Karadeniz” şarkısına kaynaklık etmiş olan “Kamança”, Sayat Nova’nın; ama birçok anonim halk şarkısı için diyemezsiniz ki, “Melodi şu kişiye, şuraya ait...” Mesela, Âşık Veysel’in birçok türküsünün melodisi Âşık Veysel’e ait değildir; çünkü âşık (aşug diyoruz biz), bölgesindeki melodinin üzerine söz söyleyen insandır. Aslen, sözler âşığa/aşuga aittir. Ermeni müziğinde şöyle bir ayrım vardır: bir aşug vardır, bir de kusan. Kusan’lık aşug’luğun bir üst mertebesidir; beste yapabilen kişidir. Sayat Nova böyle biriydi ve “Kamança” ilk ondan duyulduğu için, beste de ona aittir, diyebiliyoruz. Şimdi, “Adanayi Voghperk” şarkısı çok duygusal, bizi hüzünlendiren, dertlendiren sözlere sahiptir; melodisi de öyledir. Şirak çalmasaydı, bir başkası çalacaktı. Mesele o değil… Yıllardır Ermeni ezgisi olarak bilinen şeyler, kaynak gösterilmeden alınıp çalınıyor. Ayıp olan, kaynak gösterilmeden çalınmasıdır. En son, sözleri Avedik İsahakyan’a ait geleneksel Ermeni şarkısı “Bingöl” için oldu bu. Sağ olsun, Kardeş Türküler kaynak göstererek icra etmiştir. Daha sonra Yavuz Bingöl okudu şarkıyı; onun CD’sinde, Ermenicesinin de olduğu yazılmadı. Bu, etik durmuyor.
Konserlerden bahsettiniz. Nasıldı konser ortamlarınız? Dinleyici kitlenizi kimler oluşturuyordu?
Cemaat içi konserlerde, tabii ki Ermeni dinleyiciler ağırlıkta oluyordu. Yurtdışındaki konserlerimizde ise dinleyicilerin neredeyse tamamı gittiğimiz ülkenin dinleyicisiydi. En son verdiğimiz konser, Avrupa’nın en önemli sahnelerinden biri olan Théâtre de la Ville’dekikonserdi. 1000 kişilik bir salondu; biletler 15 gün öncesinden bitmişti. Bazı salonların özel seyircisi vardır; öndeki birkaç sırada özel olarak etnomüzikolojiyle, müzikolojiyle ilgilenen araştırmacılar, yahut müzisyen insanlar oturur. İlk 5 şarkıda alkışlamazlar… İmtihanda gibi hissedersiniz kendinizi. O biraz da hırs verir sahnede; bunu kırmanız gerektiğini düşünürsünüz. O akşam da bu bahsettiğim şeyler yaşandı. Neyse ki, şimdiye dek şansımız yaver gitti; yurtdışında da burada da bis yapmadığımız bir konser olduğunu hatırlamıyorum. Çok hoş tepkiler aldık... Konserlerimizde seyirciyle aramızda hoş bir ilişki kurulabildi şimdiye dek. Diyarbakır, Batman festivallerine gittik; binlerce kişi…
Peki, ters tepkiler aldığınız oldu mu?
Hayır, hiçbir yerde kötü bir tepkiyle karşılaşmadık. Halklar arasında ben böyle şeyler olacağını da sanmıyorum. Böyle şeyleri politikacılar yaratıyor. Bizim ilk CD’mizi dinlediklerinde şöyle diyorlardı bana: “Ya, ne kadar türkü gibi!” Buradaki konserlerde, Ermeni cemaati dışındaki Türk arkadaşlarımızın da tepkileri benzerdi. Ben buna hakikaten sinirleniyorum. Neye benzemesi gerekiyor? Uzaydan gelmesini mi bekliyorlar? Bize sorarlar ki, bu çok olur: “Nereden geldiniz?” Anlamazlıktan geliriz ya da işi gırgıra vururuz. Yine sorarlar: “Daha önce neredeydiniz?” Biz 4000 senedir buradayız. Bilinen Ermeni tarihi, 4000 yıllıktır bu topraklarda. Sonradan gelen birileri var; ama o ben değilim. Müzik de öyle… “A, türküye benziyor!” Neye benzeyecek? Etnomüzikolojinin kuramıdır zaten: Kültürler ve kavimler gittikleri yere kendi kültürlerini taşıyamaz, o toprakların kültürünü alırlar. Bu doğrudur, bundan başkası da düşünülemez… Yekpare bir Türk müziği, yekpare bir Ermeni müziği yok. Folklorik konuların önüne ırksal bir isim koyduğun zaman işin içinden çıkamıyorsun. Bölgesel konuşmak gerek... Terminoloji çok karışık. Bazı insanlar, “Ya, Ermenice türküleri çok seviyorum, çok hoş.” diyor. Bunu halktan biri söyleyince anlıyorum; ama konservatuvarı bitirmiş, mürekkep yalamış insanlar da bunu söylüyor. Ben, “Ermenice türkü” nedir, bilmiyorum. Türkünün karşılığı “Türkî”den geliyor; ama Ermenice şarkı derseniz anlıyorum, halk ezgisi derseniz anlıyorum. Amerikan türküsü biliyor musun sen? Country diyorlar onlara. Bize gelince; terminoloji karmakarışık... Tüm geleneksel müzikler gibi Ermeni müziği de yekpare değildir: Doğu Anadolu bölgesi farklı, Hatay bölgesi farklı, İzmit farklı, İç Anadolu farklı, Karadeniz farklı... Kimisi onun üzerine Türkçe yazmış, kimisi Ermenice yazmış. “Aa, onun bestecisi kimdi? Ermeniler mi yapmıştı, Türkler mi? Abdallar mı yapmıştı, Romanlar mı?” Yapmış işte birileri... Ezgilerin üzerinden milliyetçilik yapmak bana çok basit geliyor.
Konserlerinizle devam edelim. Yasaklanan konserleriniz de oldu, değil mi?
Mesela, ’98 yılında Açık Radyo’nun düzenlediği “İstanbul Müzik Günleri”nde Knar’ın konser vermesine izin verilmemişti. Şenlik, Askeri Müze’de yapılıyordu. Konserden birkaç gün önceydi; Açık Radyo’nun yöneticileri çağırdılar bizi görüşmek için. Azınlık psikolojisi işte, hissediyorsunuz. Girdik kapıdan; dedim, “Konser iptal oldu, değil mi?” Şaşırdılar, “Evet.” dediler. Dedik, “Tamam.” “Nasıl bu kadar rahat kabulleniyorsunuz? Üstelik tahmin ederek geliyorsunuz…” Dedim, “Normal. Olabilir. Ben nüfus kâğıdımdan dolayı sakıncalı piyade olarak askerlik yaptım. Bu konserin iptal olması da çok şaşırtıcı değil.” Ondan sonra da bu konu, bir hafta gazetelerde süründü. Bütün köşe yazarları bu konu üzerine yazdılar. İşin ilginç yanı şuydu; çok kısa bir süre önce de Kardeş Türküler ile bizim CD’miz Avrupa Birliği’ne hediye edilmişti İsmail Cem tarafından. Bir de Reşo’ya izin çıkmamıştı. Çelişkili durumlar vardı: Mesela, Lazca söyleyen Zuğaşi Berepe sahne alabilmişti. Açıklaması olamayan durumlar… Evet, Reşo ve biz sahne alamadık. Tanımıyorum Reşo’yu, hiç karşılaşmadım. Kürtçe rock yapıyorlardı sanırım. Sadece bizim konserler iptal olmuştu. Lokal bir şey olduğunu (?!) söylediler o zaman.
İptal eden Askeri Müze miydi?
Evet, Askeri Müze’ydi. Neden, bilmiyorum. Onun dışında da herhangi bir iptal, sıkıntı yaşamadık. Knar, Türkiyeli Ermeniler için neredeyse bir ilk. Knar’dan sonra cemaatte müzikle ilgisi olan çok insan olmasına rağmen Knar benzeri bir çıkış göremiyoruz.
Bunu neye bağlıyorsunuz?
Bir defa, Anadolu Ermeni Müziği dediğimiz müzik, Anadolu’daki diğer geleneksel müziklere benzer; iç içe geçmişlerdir zaten. Öncelikle bunu bilmek gerek. Bizim cemaatimiz içinde müzikle uğraşan çoğu insan İstanbul doğumlu. Eğitimli olanlar da klasik Batı müziği eğitimi almış. Genç kuşak, pop müzikle büyümüş. Cemaat içinden belki yine Anadolu Ermeni Müziği ile ilgilenecek kişiler, gruplar çıkacak; ama bizim gibi, bu şarkıların orijinalini arayacak, 100 sene önce nasıl okunduğunu araştıracak gruplar çıkacağını sanmıyorum. Bu da çok doğal, bunu yadırgamıyorum. Konservatuvarda klasik müzik okumuş birine, “Türküyü kendi formatında oku.” diyemezsiniz. Aldığı eğitim o değil, yaşam tarzı o değil.
Knar nasıl devam ediyor? Daha doğrusu, devam ediyor mu? Planlarınız, projeleriniz var mı?
İki senedir bir araya gelemiyoruz. En önemli elemanlarımızdan (aslında eleman demiyoruz, samimi arkadaşız hepimiz) akordeon ve duduk çalan Şirak evlenip Ermenistan’a yerleşti. Orada, uluslararası bir firmanın sorumluluğunu da aldığı için bırakıp gelemiyor. Devam edemeyişimizin nedenleri bu tür şeyler... Herkes hayat gailesinde… Dediğiniz gibi, proje olduğunda toplanıyoruz. Tabii Türkiye’ye uygun değil bizim formatımız; yumurta kapıya gelmeden hiçbir şey olmaz burada. Oysa yurtdışında bir sene öncesinden soruyorlar, takvimini yapıyorlar. İyi bir projeyse kabul ediyor ve bir araya geliyoruz. Şartlar bunu getirdi… Türkiye’deki Ermeni cemaatinde şu anda bu işi daimi ve profesyonelce yapacak bir gruba ihtiyaç var. Bu misyonu devam ettirecek bir grubun da oluşması gerek. Kardeş Türküler’e çok benzer bir ortamda ve dönemde çıkıyor Knar.
O dönemi ve Kardeş Türküler projesini, bugünden bakıldığında, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sanıyorum ’93’ten bu yana tanışıyoruz Kardeş Türküler’deki arkadaşlarla. Birlikte en yoğun çalıştığımız dönem, Badalyan’ın Türkiye’ye geldiği, Ermeni cemaatiyle konser hazırladığı dönemdi. Kaç yılıydı, hatırlamıyorum. Kardeş Türküler’in de içinde yer aldığı Boğaziçi Gösteri Sanatları (BGST)’yla bir şekilde ilişkimiz vardı. Mesela eşim Janet, BGST Dansçıları’na çalıştırıcılık yapmıştı bir dönem. Zaman içinde hepsiyle çok samimi arkadaş olmamıza rağmen, birlikte bir proje yapıp aynı sahneyi paylaşmadık. Yıllardır dirsek temasımız vardır. ’90’lı yıllarda çok önemli bir iş yaptılar ve bu topraklardaki tüm halkların ezgilerini seslendirdiler. Ciddi ve iyi niyetle çalıştılar. Müzikleri araştırdılar ve bulduklarına kendi yorumlarını kattılar. Deneysel bir çalışma ortaya çıkardılar. Beğendim mi? Çok beğendim. Seviyor muyum? Evet, çok seviyorum. En önemlisi de artık bu yola kendilerini adadılar. Türkiye’de sanatsal bir iş yapıp da, tırnak içinde diyeyim, çok popüler bir iş yapmıyorsanız, geçiminizi sağlamanız çok da kolay değil. Bu yola girmek önemli bir karar. O yüzden o arkadaşlarımı, yani kardeşlerimi kutluyorum. Ben kendimi onlardan ayrı görmüyorum. Nerede ihtiyaç olursa bana, yanlarındayım. Biliyorum ki, onlar da benim yanımda. Yani kendi grubum, kendimizden bir grup onlar... Doğru yolda gittiklerine inanıyorum.
Albümlerin müzikal yönelimine dair herhangi bir görüşünüz var mı? İlk albümden bugüne, nasıl bir müzikal seyir görüyorsunuz?
En sevdiğim albümleri Doğu’ydu. Bazı şeylerin en iyisi, en doğrusu olmaz. Bunu kendilerine sorsak, onlar da muhakkak, “Şunu yapmasaydık şu dönemde, iyi olurdu…” yahut “Şu daha iyi olmuş…” diyeceklerdir. Bunu yekpare değerlendirmek gerek. İçinden cımbızla çekip değerlendirmemelisiniz. Ben onların içinden biri olduğum için niyetlerini, nasıl çalıştıklarını, ne kadar özverili davrandıklarını biliyorum. Tabii ki çok eleştirel bir gözle bakamıyorum. Zaten öyle bir grup ki, kendilerine karşı bir özgüvenleri var, kendilerini eleştirebilecek cesaretleri var. Bu yıl Feryal’in (Öney) bir CD’si çıktı; kendisi Kardeş Türküler’in yanı sıra başka bir yol da takip ediyor. Vedat (Yıldırım) da kendi projesi üzerine çalışıyor bildiğim kadarıyla, hatta Fehmiye (Çelik) de öyle. İnanın, müzik grubu işi kolay bir iş değil. Demek iyi bir dostlukları var. Bunca sene birlikte devam edebilmeleri çok önemli bir şey... Nereye kadar gider? Bazı şeyler sizin elinizde olmaz, hayat şartları belirler. Knar örnek işte; hastalıklar var, yurtdışına gitmeler var… Biz, Kardeş Türküler gibi bir grup olamadık; çünkü herkesin bir işi vardı. Provaya gelirken herkes çok büyük bir özveri gösterirdi. Kendi geçimlerimizden fedakârlık ederek provalar yaptık, konserler verdik. Ancak iş, bir yere geldi ve tıkandı. Bazı şeyler insanın elinde olmuyor; matematik gibi, satranç oynar gibi de olmuyor. Kardeş Türküler başarılı bir şekilde buraya kadar geldi. Müziği tamamen profesyonelce yapıyor, geçimlerini oradan sağlıyorlar. Türkiye’de geleneksel müzik hep bir eğri çizer, yükselir ve düşüşe geçer. Dünyada da öyledir. Örneğin Kardeş Türküler, geçen senelerde tırmanıştaydı; artık değil. Böyle bir değişim süreci içinde, siz de ister istemez bir sağa bir sola savruluyorsunuz; ama mühim olan kişiliğinizden ödün vermeden, dürüstçe bu işi yürütmek. Kardeş Türküler de bunu yapıyor şu anda.
Ermenice şarkıların yorumlarını nasıl buluyorsunuz?
Ermenice şarkıları daha çok Feryal yorumluyor ve gayet iyi... Diyeceksin ki, “Feryal okuduğu zaman onun Ermeni olmadığını anlıyor musun?” Evet, anlıyorum tabii ki; ama bu ayrı bir şey. Güzel de bir şey. En azından çabası var ve elinden geldiği kadar düzgün okumaya çalışıyor.
Harbiye Açıkhava Sahnesi’ndeki danslı, konuklu gösterilere dair yorumunuz nedir?
Kardeş Türküler’in, daha doğrusu BGST’nin ilk dönemlerde de dikkati çeken en büyük özelliği buydu. Hiç unutmuyorum, sahnede o gidiyor, o geliyor… Böyle bir sahne dinamiği vardı. Şimdi başka grupların katılması da iyi; yalnız bunun bir derecesi var. Bunun dozajını iyi ayarlamak gerek. O dinamizmi elden bırakmadan o konserleri düzenlemek önemli bir şey. Son olarak, Türkiye’de yaşayan herkes için -tabii ki daha ziyade Ermeniler için- Hrant Dink’ten önce ve sonra gibi bir durum söz konusu... Evet, öyle bir şey var. Hrant Dink önemli bir mihenk taşı oldu. Bir burukluk tabii ki var. “Bir şeyler iyiye gidiyor.” derken, büyük bir buhran yaşadık. Bir anda, “Düzelmeyecek galiba…” psikolojisine kapılıyorsun. Şu anda öyle bir hava var. İşte azınlık psikolojisi burada başlıyor. Aslında buna kapılmamalıyız. Hrant Ağabey’in olayı tabii ki büyük bir yara oldu; ama ondan sonraki destekler de ayrı bir umut oldu. O törende, silah zoruyla yürütülmedi insanlar. Yani o kadar insan destek olmak için geldi. Sadece ben bile profesörlerden, avukatlardan, benden büyük ağabeylerimden, “Biz buradayız, ne olursunuz kendinizi yalnız hissetmeyin…” gibi telefonlar aldım. O, insana umut veriyor. Umarım başka acı olaylar olmaz.