Söyleşi: İlkem Balseçen, Saro Usta, Burcu Yıldız 2 Eylül 2009
Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Ben, Bizans müziği okuyorum; yani asıl işim patrikhanede mugganiyim. O gelenekten geliyorum. Onun dışında Üniversiteyi Atina’da okudum. O yıllarda Yunanistan’da, doğal olarak burada olmayan, Yunan halk müziği ile tanıştım. Hocam Donma Samiou’nun hem albümlerinde hem konserlerinde ve hem de çalışmalarında yer aldım. O, bana bambaşka bir dünyayı tanıttı. Onun dışında Kalan Müzik’e danışmanlık yapıyorum. Danışmanlığı projeler üzerinden mi yapıyorsunuz? Evet, genellikle Rum müziği ve ona yakın müziklerle ilgili projelerde danışmanlık yapıyorum. Zaten belli dönemlerde bazı şeyler iç içe geçiyor. Son olarak da Rebetiko derlemesini hazırladım eşimle. Eşim de İTÜ mezunu, Pelin Suer. Derlemenin adı, Rebetika: aşk, gurbet, hapis ve tekke şarkıları. Rebetikoyu Türkiye’ye daha genel bir çerçevede anlatmaya çalışan bir prodüksiyon oldu. Şimdi devamı geliyor. Sizin yaptığınız bu çalışmaya da biraz destek olabilecek bir çalışma. Adı da “Ottoman Roots of Rembetika”. Çünkü burada bir şekilde geçmiş yüzyılda devlet ve etnik oluşuma giren bütün ülkeler kendi sınırlarını çizerken, hepsi “kendi müziğimizi yapıyoruz” kaygısına kapıldılar. Yunanistan’da da öyle tabii! Rebetiko her ne kadar Rumlar tarafından yapılmış olsa da, bir o kadar da çok farklı kanallardan da besleniyor. Örnek olarak Roza Eskenazi bir Rum değildi. Yunanlı da değildi. Yahudi kökenli bir Rebetiko şarkıcısıydı. Markol Melkon bir İzmir Ermenisi, Marika Ninu bir Kafkas Ermenisi. Bu isimlerin hepsi çok önemli kayıtlara, bestelere imza attılar Rebetiko müziğinde.
“8th Avenue” albümünde Markol Melkon’un kaydı vardı, değil mi?
Evet, orada Markol Melkon’un kaydı var. İşte ben işin bu kısmını ortaya çıkaran Rum, Ermeni, Yahudilerin okuduğu orijinal taş plak kayıtlarından Türkçe Rebetikalar derliyorum şimdi. Bu projenin genel adı “Ottoman Roots Of Rembetika”. Bu da aslında bizim bugün yapamadığımız bir şeyi gösteriyor. O dönemde insanlar gerçek anlamda çokkültürlü faaliyetler yapıyorlar. Yani böyle “Avrupa beni finanse ediyor, birisiyle oturup bir müzik yapalım!”değil. Gerçek anlamda buluşup gerçek anlamda yaratıcılıklarını da kullanarak, kayıt olsun, beste olsun her türlü faaliyeti zamanında yapmışlar. Biz de bugün onları derliyoruz. En azından belki bir örnek teşkil eder, bir de kamuoyu bunu da bilmiş olur diye. Çünkü Yunanistan’daki genel kanı da her şeyin Yunanlılar tarafından yapıldığına yönelik. Hâlbuki bizi birleştiren, yani bu farklı kültürleri, farklı dinleri birleştiren alt yapı Bizans’tan sonra Osmanlı idi, Osmanlı kültürü idi. O kültürün içinde Rebetika yetişti ve mübadele ile Yunanistan’a göçtü. Yunanistan’da başka bir şekil alarak orada devamlılığını sürdürdü. Son projemizin içeriği de bundan ibaret . Kısa süre önce tam da bu konuyu içeren İngilizce bir makale okuduk. Yunanistan’daki milliyetçi algıyı da eleştiren bir yazıydı. Açıkçası işin içinde olduğunuz zaman göremiyorsunuz bazı şeyleri. Ben de bu durumu İstanbul’a kesin dönüş yaptıktan sonra ve bu alanın üzerine giderek farkına vardım. Orada da burada olduğu gibi, bazı şeylerin farkında değiliz. Yani ne cevherler var ama belli etiketler konuyor; “bu tu kaka, bu vs.” gibi. Haliyle bunlar hepimize perde oluyor. Farkında değiliz; ama genç jenerasyon bile yeterli kaynaklara yaklaşmıyor bence.
Siz İstanbul’da mı doğdunuz?
Ben burada doğdum, ailem İmroz kökenli. Bütün yazlarım adada geçti. O anlamda çok şanslıydım. Hem ada kültürünü yaşadım, hem İstanbul kültürüyle büyüdüm. Yunanistan’da okudum ve daha sonra kesin dönüş yaptım.
Ne üzerine okudunuz Yunanistan’da?
Finans okudum; ama tabii müzik her zaman... Burada da mesleğiniz finans alanında mı? Yok, burada sadece müzik… Patrikhane’deyim, Kalan Müzik’te danışmanlık ve Muammer Ketencoğlu’nun grubunda da solistlik yapıyorum. Eşim Pelin’le beraber hayata geçirmek istediğimiz yeni bir projemiz var. Bu aralar onun üzerinde çalışıyoruz.Projemiz, bütün bu söylediklerimle alakalı aslında. Bütün bunları hayata geçirecek bir proje, çünkü bunları akademik anlamda anlatmak yetmiyor. Yani Rebetika’nın kökleriyle ya da bu müziğin nelerden etkilenerek nasıl ortaya çıktığı konusuyla kaç kişi ilgilenebilir?Tabii, önemli olan aynı zamanda bunu yaşatabilmek, yeni bir müzikal fikir olarak sunabilmek… Aslında yollarımız kesişiyor bu anlamda. Siz işin popüler kısmındasınız, ben biraz daha otantik kısmındayım; çünkü ona daha çok hâkimim. İşin o yönünü daha çok benimsiyorum. Gelenek, aslında popüler kanadın da beslendiği bir yer. Tabii, hepsi. Mesela H.Alexiou, E.Arvanitaki gibi sanatçılar hepsi bu alanlardan geçip buralara geliyorlar. Biz biraz önce de bahsettiğimiz gibi aslında ağırlıklı olarak Türkiye’deki popüler müzik alanındaki Rum müziği hakkında konuşmak istiyoruz.
Sizce genel olarak müzik piyasasında Rum müziği nasıl bir yerde duruyor?
Genel kanı -Yunanistan’da da, Türkiye’de de- Rum müziğinin bugün çok popüler olduğuna yönelik. Ben bunun tam tersi bir tezi savunuyorum. Yani Rum müziği veya Yunan müziği (bunların ikisi aynı şey) oldum olası bu topraklarda var olmuş ve hiçbir zaman varlığını kaybetmemiş bir müzik. Tabii, dozajı konuşabiliriz. Yani burada 300.000 Rum yaşarken yapılan müzik çok daha fazla idi belki. Tabii bugün 3000 kişilik bir cemaatten çok bir şey beklenilemez; ama bugün teknoloji imdadımıza yetişti. İnternete giriyorsunuz, her şey elinizin altında. Haliyle, isteyen istediği müziği her an dinleyebiliyor. Soruya dönecek olursak, burada Rum müziği tabii ki yapılıyor, çünkü bu topraklarda tarihten bugüne Rumlar varlıklarını sürdürüyor. Rumların yaşadıkları bu tarihsel süreçteki değişimlere paralel olarak müzik de gelişim veya duraklamalar gösterdi. Bu, kilise müziğinde yani dini müzikte de böyle, ladini müzikte de böyle. Fakat kilise müziği nispeten daha çok korundu, çünkü kurum olarak Patrikhanenin olması bunu sağladı. Bir de Ortodoks hayatında bizim kilise ile olan bağımız, Müslümanların camii ile olan bağından çok daha farklı. Biz doğduğumuz günden itibaren kilise de vaftiz oluyoruz, kilisede evleniyoruz, merasimlerimiz yapılıyor derken bu şekilde işleyen bir süreç var. Haliyle kilisenin bir birim olarak cemaatin içindeki işlevi önemli ve dini müzik de bu yol ile biraz korundu. Ama tabii yine nüfusun azalması ile birlikte onda da müthiş bir kayıp söz konusu. Ladini müzik daha fazla kayboldu. Zaten mübadele ile nüfusun büyük çoğunluğu göçtü. İstanbul şekil değiştirdi. 1930’ların İstanbul’u bambaşka bir İstanbul, 1950’lerin İstanbul’u başka, 70-80’ler başka… Aslında o sosyo-politik süreçleri takip ettiğiniz zaman olayın nasıl cereyan ettiğini daha iyi takip edebiliriz. Gazete ve dergi yazılarına ya da çıkan albümlere baktığımız zaman, belli dönemlerde Türkiyeli müzikte önemli oranda Rum etkileri olduğunu görüyoruz Bugün bu etkileşim, sağlıklı değil. Yani etkileşim olduğu çok açık; ama çok görece ve çok popülist. Örneğin bugün Kalamira 3. oldu, Paparizou (Elena Paparizou) 1. olmuştu. Sürekli dinliyoruz, hamburger tüketir gibi. Üçüncü gün unutuyorsun. Bir dönem Angela Dimitriou’nun Yunanistan’da kimsenin bilmediği bir şarkısı, burada çok meşhur oldu. Nasıl olduysa? Bu popülist kültürün içinden gelen bir şey. Bir de insanların algısı, nerede, nasıl hissettiği, bu kültürün yaygınlığı çok önemli. Örneğin, “Aman Doktor” şarkısında durum böyle değil; çünkü o belli bir döneme, insanlara mal olmuş bir şarkı. Onun için herkesin kulağında. Anneannene fısıldasan bilir o şarkıyı ve onu hisseder. Ama bugünün meşhur olmuş şarkılarını fısıldasam yarım kulakla dinlersin. Yani müziği yaşamıyoruz açıkçası. Bu tarz “popcorn” gibi gelip geçen müziklerin de tabii bir gerçek payı var. Yani o şarkılar da buraya mal olmuşsa tamamıyla yok saymamak lazım; ama nasıl yaşadığımızla alakalı.
Kültürel etkileşim rüzgârlarının ülke içindeki konjonktürle veya Yunanistan’la ilişkilerle bir alakası var mı sizce? Böyle bir ilişki görülebiliyor mu?
Var; ama o kadar etkilediğini düşünmüyorum. Bence artık ortak projeler yapmanın zamanı geldi. O zaman bazı şeyleri daha iyi paylaşabilmek mümkün. Böyle kulaktan dolma veya uzaktan gelme bir parça ile değil. Belli ki biz ilk etapta Bizans ve onu takip eden Osmanlı ortak kültürünün varisleriyiz. “Aman Doktor” böyle ortak bir şarkı! Onun için de birkaç dilde mevcut zaten. Ladino olsun, Türkçe olsun bunların üzerine yoğunlaşmamız lazım.”Ciklet” parçalardan değil de, daha çok bizi biz yapan parçalar. Ortak denince akla Mustafa Sandal’ın Natalia ile yaptığı çalışma akla geliyor. İşin kötüsü, artık bunlar da ortak. Ben de gözlemliyorum Yunanistan’da dinliyorlar. M.Sandal’a hayran olan bir kızla tanıştım, hayran olunuyormuş demek ki. Bunu yadırgamamak lazım… Ben bunu kendime de söylüyorum; çünkü benim çok dışımda. Ben bu müziklere çok uzaktan bakıyorum, çok aşinalığım yok. Başka bir gözle bakıyorum daha doğrusu. Ama bu da bir gerçek, bunu da yaşıyoruz. Fakat bizim yapmamız gereken şey başka. Yani olayı biraz daha derinden alıp bugüne taşımak lazım… Ama etiketlerle değil! Yani bu Rum, bu Ermeni bu Türk… bu yanlış bir yaklaşım. Etiket istemiyoruz biz. Sanatın etiketi olmaz zaten. Hata orada: imambayıldıyı mı paylaşamıyoruz ya da dolmayı mı? Baklava efendim Yunanlı mıymış, Kıbrıslı mıymış? Bunlar komik şeyler, gerçekten komik şeyler. Ama tabii bunlar politikada yer ediyor, çünkü öyle yetiştik, öyle alıştık. Sahipleniyoruz işte: “Baklava benim...”. Baklava bizim de değil, baklava Arapların ona bakarsan. Ama bu da önemli değil, sonuçta Akdeniz’e mal olmuş bir tatlı. Bunun müzakeresini mi yapacağız? Bakın Güllüoğlu çok güzel birşey söyledi: “En iyi kim yapıyorsa baklava onundur” dedi. Bence bu güzel bir yaklaşım… Şimdi ben Yunansitan’da da bakıyorum Hipokrates’ten, Sokrates’ten böyle bir övünme ile konuşuyorlar. Tamam, bir bağ var –kan bağı demiyorum, ben buna inanmıyorum çünkü- ama onlar nerede, biz neredeyiz. Önemli olan bugün biz kimiz? Yani bugün sen Türk’sen bu kimliğini nasıl dolduruyorsun? Ben bir İstanbul Rum’uysam, ben Hasapiko, Rembetiko vs. bunu nasıl sunabiliyorum, bunların ne kadarına sahibim? Bunu paylaşabilmek, buna sahip çıkabilmek…
Dolayısıyla Türkiye’deki popüler müzik alanında, bu anlamda bir tüketim durumu olduğunu söyleyebilir miyiz? Çünkü bakınca bir sürü örnek görebiliyoruz.
Var tabii… Çünkü işin kolayına kaçılıyor. İlk duyacağınız cümlelerden biri şudur “Yunanlılar eğlenmesini bilir, yemesini içmesini bilir, oradan iki motif alırız, üç tane de keman koyduk mu ...” yapıyorlar. Para da kazanıyorlar; ama sadece bunlarla kalmamak lazım. Siz de projenizde bir şekilde yere basan şeylere yönelin, yani sizin bir gerçeğiniz olsun. Peki Türkiye’de Rum müziği denince aklınıza gelen isimler kimler? Bu soruyu yanlış kişiye soruyorsunuz; çünkü ben, böyle bir isim olmadığını düşünüyorum. Örneğin ben, Fedon’un veya Alex’in Rum müziğini temsil ettiğini düşünmüyorum. Bu isimler neyi temsil ediyorlar sizce veya bir şeyi temsil ediyorlar mı? Onlar ilginç bir oluşum. Belirli bir dönemin ihtiyaçlarını karşılamak için ortaya çıktılar. Gerçekten zorlama, masanızdan zorla kaldırılıp çiftetelli oynatılması gibi, zorlama bir şey.
Bu isimlerle birlikte anılan müziğe “taverna müziği” denmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, taverna müziği diyorlar; ama ben demiyorum. Her telden var o müziğin içinde. Yunan müziğinin ladini kısmı “dimotiko”, geleneksel anlamına geliyor Yunan dilinde, taşrada insanlar eğlenirken yapılan müzik… Şehre göçtükleri zaman ise, biraz daha Rebetiko kıvamında bir müzik oluyor; çünkü şehrin ihtiyaçları farklı. Farklı kitlelere sesleniyorsun, taş plaklar doğuyor ve bu durum, bu müziğin yaygınlaşmasını sağlıyor. Rebetikonun içerisinde İzmir ve Pire ekolleri var. İzmir ekolü keman, ud, kanun, kemençe ile yapılıyor. Pire ekolü ise buzuki, gitar, cura, akordeon, bağlama ile yapılıyor. Bu iki ekol sindiriliyor. Tabii sosyo-politik değişimler de yaşanıyor. Yunanistan’da iç savaş oluyor, insanlar ölüyor, bir sürü sıkıntılar yaşanıyor. Artık o alt kültürü temsil eden kesim de neredeyse miadını dolduruyor. 40’lı-50’li yıllarda bu müzik yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlayınca, başta Tzitzanis olmak üzere yeni yorumcularla artık herkesin gidebildiği ortamlara taşınıyor ve “laiko” olarak adlandırılan dönem başlıyor. 60-70 derken bütün dünyada olduğu gibi rock vs gibi popüler akımlarla da karışıp oradan da soyutlanıyor. O jenerasyon da biterken artık elahro laiko (yeni laiko) denen hafif müzik halini alıyor. Bunlar, tabii ki, sosyo-politik gelişmelerle bağlantılı oluyor. Bunları incelediğimiz zaman bunu çok rahat görebiliyoruz. Taverna müziği -Türkiye’de nasıl olmuş bilmiyorum. Bence bu da ayrı bir araştırma konusu. Asıl Osmanlı’da müzik yapılan yerin ismi “meyhane”. Eski gravürler vardır bir sürü. Orada da görürüz ki meyhaneye sadece yemek-içmek için değil, müzik dinlemeye gidilirdi. Asıl amaç müziktir. Yeme içme de onu takip eder, yani müziğin yanında garnitür olarak verilir. Yunanistan’da bu kültür hâlâ yaşıyor; ama burada belki de biraz da Müslümanlığın etkisi ile kayboldu. Tek etki budur demiyorum; ama etkisi olduğunu düşünüyorum.
Geçmişin meyhane kültürü, gazinoya dönüşmüş olabilir mi?
Gazino başka bir şey… O da başka bir boyut. Gazinoya herkes gidemiyor; ama meyhaneye herkes gidebiliyor. Mahalle meyhanesi olabilir; ama mahalle gazinosu olmaz. Haliyle meyhane kültürü burada biterken, Rumlar onu başka bir isim altında, yani “taverna” adı altında sürdürüyor. “Taverna” kelimesinin Rumca’da bir anlamı var mı? Yanılmıyorsam Arapça bir kelime “taverna”. Rumcada şu andaki anlamı yemek yemeye gidilen mekân. Bazılarında müzik de yapılıyor. Bu zaten bizim kültürümüzün içinde de olan bir şey, her noktada eğlence söz konusu. Yeme içme her toplantının sonunda yapılabilecek bir şey. Haliyle bu, farklı farklı mekânlarda türedi. Taverna da bize özgü bir şey! Rum müziği de var orada; ama o dönem popüler olmuş bir sürü şarkıları alıp kendilerine göre söylüyorlar. Gider miydiniz tavernaya çocukluğunuzda? Giderdik; yani ailelerimiz bizi oralarala götürürdü. Hatta bugün bile gidiliyor. Öyleyse belirli bir talebi karşılıyor.
Belki de Rum müziğini başka bir yerde duyamayacağı için gidiyor insanlar...
Aynen öyle! Bence artık ihtiyaçtan oraya gidiliyor. Ben şunu da çok iyi tespit ettim: Örneğin, bizim İmroz’da karşılama dansı var, sirto dansı var. Bir insan çiftetelli’de karşılama oynuyorsa-ki ne oynadığını çok iyi bilen insanlar vardır- orada bir arıza var diyorsunuz. Yani, orada ne çalarsan çal, dans edecek; çünkü buna ihtiyaçları var. Bu da bir çarpıklık tabii! Bu arada tavernaya gidenler sadece Rum seyirci değil… Bunu belki de bir cemaat üyesi olan daha iyi anlar. Bizlerin -öncelikle ben kendi adıma konuşuyorum- burada olmaktan, bu topraklarda yaşamaktan bir sıkıntımız yok. Ama bizlerin burada olmamızdan sıkıntı duyan belirli sistemler var. Bunlar hükümettir, devlettir, belirli bir politikadır. Bunu biliyorum. Otomatik olarak biz azınlık olarak birkaç cemaat buna karşı cephe tutarız. Bu nasıl olur? İşte el ele tutuşuruz, birbirimizi kollarız. Bu, doğduğumuz andan itibaren vardır. Bu ne demektir? Örneğin, benim Saro adında bir Ermeni arkadaşım da Rum müziği dinlerdi. Otomatik olarak bizim kültürümüzün içine Ermeniler, Süryaniler, kısmen Yahudiler çok daha kolay sızmıştır. Bugün adalarda bile yapılan Rum müziği gecelerine-zaten Rum kalmadığı için-bu cemaatler gider. Fakat açıkçası, beni ne bu müzik temsil ediyor ne bu eğlence tarzı… Çok da ilgilenmiyorum artık. Çünkü orada, dediğim gibi, zorlama bir durum var, bir tür gösteri.
Peki, oradaki bu kopukluğun nedeni nedir sizce?
Öncelikle icracı kalmadı, herkes göçtü gitti. Bunu temsil edecek insanlar yok. Bugün bu, bir sürü müzikte yaşanıyor. Bunları temsil edecek birileri olmalı ki, bunu yaşatabilsin: yok. Bunu utanarak söylüyorum: Bizim cemaatimizde artık dilimizi bile belirli çevreler neredeyse konuşamıyor.
Şu an yaşayan ne kadar Rum var ve bu insanlar genelde İstanbul’da mı yaşıyor?
350.000’lerden bugün tüm Türkiye’de 4,000–5,000 civarıdır. İmroz’da, Adalar’da ve İstanbul’da yaşayan Rumların nüfusu bu civardadır. Azınlık olma durumuna dair yaşadığınız mağduriyetler, hayatın içinden tanıklıklar var mı? Parmakla gösterilecek, utandırılacak durumlara gelmedim; ama farklı olma, farklı bir isim altında bulunma ve her zaman kendini anlatma sıkıntısı çekme durumları vardır. Çünkü kim olduğuna dair karşındaki hep çelişkidedir. İstanbul’da yine insanlar bir şekilde duyuyor; ama İstanbul dışında veya burada bile belirli çevrelerde benim ne olduğumu bilmeyen insanlar var. Bu da bu topraklarda gereksiz bir zorunluluk! Bu kadar olmamalı. Nereye baksan bir Rumca veya Ermenice bir yazı görebilirsin. Daha farklı olabilirdi diye düşünüyorum; ama ben yeni jenerasyondan ümitliyim. Çünkü bunları kırmalıyız biz. Bunları aşamadığın zaman ileriye de gidemiyorsun, çok yol kat etmemiz gerekiyor. Ben kimliğimi Atina’da buldum, orada keşfettim ve bu bana çok şey kazandırdı. Beni kimse bu konuda rahatsız edemez, çünkü ben ne olduğumu biliyorum. Ne yapmak istediğimi biliyorum, kendimle barışığım. Bunları kendimi övmek için söylemiyorum. O noktadan baktığınız zaman kimse sizi rahatsız edemiyor. Bizi bozan biraz da psikolojimiz. Kendimizi “azınlık” olarak görüp o şekilde hareket ettiğimiz için bu anlamda kendimizi bozuyoruz ve hareket edemiyoruz. Ben bu özgüveni kendimde hissetmeseydim Türkiye’de yaşayamazdım, müzik yapamazdım, kendimi ifade edemezdim ve kalkar giderdim. Bu hepimiz için geçerli; Ermeniler için Aleviler için…
Rum okulunda mı okudunuz?
Ben, Zoğrafyonu’u bitirdim. Başta da bahsettiğimiz gibi şarkılar veya sanatçılar üzerinden birtakım izleri aramaya başladığımızda ilk karşılaştığımız isimler Yeni Türkü ve Grup Gündoğarken’di. Siz daha önce bu yapılan çalışmalarla ilgili hiç düşündünüz mü, neden Rumca söylemek veya Rumca şarkıları tercüme edip seslendirmek gündeme geldi; arka planında ne vardı? Açıkçası ben bu çalışmaları az ve yetersiz buluyorum. Orada da bir yaşanmışlık var. Ben, Sezen Aksu’nun söylediği bir parçada bizzat şahit oldum. Lütfi Kırdar’da-Sezen Aksu ve H.Alexiou’nun ilk konserleri idi ve Alexiou, belki Atina’da bile bu kadar çok alkışlanmadı. Çünkü söylediği o kadar çok ortak parça vardı ki! Sezen Aksu’yu hepimiz neredeyse biliyoruz. Parçalarını duyduk, yaşadık Alexiou zaten başlı başına bir fenomen. O parçaları Alexiou’dan dinleyen insanları yıktı geçirdi. Bu ne demek oluyor, gerçekten ortak şeyleri hissedebiliyoruz. Hem yaşanmışlıklar var hem bu ortak kültürün getirdiği ortak yorumlar var. Bunların çok daha fazla, çok daha yaygın olması gerektiğini düşünüyorum. Ben az buluyorum.
Peki, bu şarkıları çevirme meselesine ne diyorsunuz?
O biraz handikaplı, bir işi kimin, nasıl yapacağına bağlı. Bugün Yunan müziğine de bakıyorum, gerçekten çok güzel aranjeler var. Hangi ustanın eline düşeceğine bağlı. Ben bu “Ottoman Rembetika”yı neden yapıyorum? Çünkü senelerdir Rebetika okuyorum, insanlarla iletişim kurmayı seviyorum, konserlerde de bunu yapmaya çalışıyorum. Ama beni anlamadıklarını hissediyorum. Onun için oturup derleyeceğim dedim. Hem eski Rebetika şarkılar ortaya çıkacak hem bu müziği sevenler bunu anlamaya başlayacak. İyi ya da kötü çevrilmesinin ötesinde, farklı kültürlerden Türkçeye kazandırılmış şarkılar var; ama yine de baktığımız zaman, bu ülkede pop/popüler müziğin hep tek dilde ve Türkçe olduğunu görüyoruz. Biz bu durumdan biraz rahatsızız. Az önce konuştuğumuz gibi insanlar zamanında birlikte müzik yapıyorlamış, bir arada yaşıyorlarmış. Birebir ne dediğini anlamasak da, bu dillerde söylenen şarkılar, bu kadar uzak durulacak şarkılar değil. Yok, bence Türkçeye çevirisi yapılabilir, ama bir de bazı parçalar var ki dilinde söylenmeli. Zorlamayla olmaz. Yani aranızda iyi söz yazan biri vardır ve Türkçe söz yazmayı denersiniz. Örneğin Cengiz Onural öyle biri; ama orijinalini okumak o sanatçıya da çok şey kazandırır.
Peki, Rum müziği açısından ana akım medyada bir sansür uygulandığını düşünüyor musunuz?
Muammer Ketencoğlu’nun yaptığı benim de içerisinde olduğum bu İzmir Hatırası albümündeki Rumca parçalar yaklaşık bir ay önce TRT tarafından sansürlendi. Aslında bunun kamuoyuna yansıtılması lazım. Albüm yaptığınız zaman TRT’ye gönderiyorsunuz çalınması için. O albümde üç dilli şarkılar da var. Rumca ve Ladino parçalar makaslandı. Aslında biz Rum müziğinin diğer dillerdeki müziklere oranla biraz daha avantajlı olduğunu düşünüyoruz. Taradığınızda daha çok ifade alanı bulduğunu görüyoruz. Örneğin Candan Erçetin Rumca bir albüm yapıyor ve bunu her yerde dinleyebiliyorz ama Ermenice veya Kürtçe için bu durum o kadar da rahat değil. Rum müziği biraz dominant bir müzik! Bir de Rum müziği, Türk müziğinin eksiklerini tamamlıyor. Burada konservatuvarlar olduğundan beri Batı müziği, Batı kültürü derken biz kendi özümüzden bir sürü şeyi anlamadan kaybettik, bir şekilde kenara ittik. Türk Sanat Müziği de tamamiyle halka mal olmuş bir müzik değil, saray müziğinin bir uzantısı. Haliyle Rebetiko’da o sarhoşluk var, külhanbeylik var, umursamazlık var, şeytanla muhabbet var. O müziğin içinde bir trans hali var. Bu transa hepimizin ihtiyacı var. Bu flamenkoda da var, fadoda da var. Bütün bu şehir içinde yaratılmış çok kültürlü müziklerde var bu öğe. Bu durum Türk müziğinde belki bazı halk müziği örneklerinde vardır. Yunan müziği gelip bu eskiği tamamlıyor. Zeybek burada doğdu, burada zeybek dans eden yok, zeybek ritminde müzik yapan yok. Ama Yunanistan’da yapılan on parçanın sekizi zeybek. Rebetiko müziğinin yüzde sekseni Hasapiko ve Zeybek ritmi ile bestelenmiş, düşünebiliyor musunuz? Çiftetelli de öyle! Arap ritimlerini sokarak bozdular onu da. Şu an çiftetelli dinleyemezsiniz Türk müziğinde. Bir Kandıralı vardı. Arada belki bir iki isim daha çıkar, başka göremezsiniz. Rum müziği aslında sadece Andolu’da değil, Akdeniz’de de çok hâkim aslında! Örneğin İsrail’de...
Evet, İsrail’de Yunan sanatçılarının satışları oldukça fazla! Yunanistan’da şu an yapılan popüler müzikte kolay tüketme durumu söz konusu mu ve orada Türkî havalara rastlamak mümkün mü?
Dünyanın her yerinde artık bir kolay tüketme durumu var. Orada “Rom” dediğimiz Çingene kökenli müzisyenlerin hepsinin bir kulağı Türkiye’de. Çünkü özlerini orada daha iyi hissediyorlar. İkincisi, son 15–20 senedir Yunan müziğinin ladini ayağıyla ilgili eksikler vardı Yunanistan’da. 1821’de Yunan bağımsızlık savaşı yapıldıktan sonra o dönemde Yunan kralları Batı müziğini benimsedi. Bizim Batı müziği ile uzaktan yakından ilgimiz yok kültür olarak. Nasıl bu topraklarda teksesli müzik öz müzik ise, temel müzik ise, Yunan müziği de teksesli müziktir, çoksesli değil! Orada öyle bir jenerasyon gelişti ki, mübadeleye kadar insanlar Batı müziğine kafa yordular, hatta bir şekilde zorla onu lanse ettiler. Mübadeleden sonra insanlar, örneğin kanun enstrümanını alıp geldiler. Yunanistan’da insanlar şaşırdı bu durumda. 1950’ye kadar sürdü. 50’den 90’a kadar müthiş bir kopukluk! 90’dan sonra insanlar baktılar ki, gelenekten gelen müziği, örneğin gitarla çalamıyorsun. Ud, kemençe, kanun gerekti. Bu enstrümanları öğrenmek ise tekrar Türkiye’ye gelerek gerçekleşmeye başladı. Böyle bir akım yaşandı ve halen yaşanıyor. Bu da bu çerçevede yaşanılan bir şey… İşin özü burası ve burası nispeten bozulmadığı için, hala konservatuarlar vs olduğu için özü daha temiz kaldı. Haliyle, Yunanistan’da müziğe daha derin bakan kesimler de Türk müziğine değer vermeye başladılar. 80’li yıllarda “Bosphorus” çıktı Vassiliki(Papageorgiou) ve Nikiforos (Metaxas)…Onların yaptığı albümler çıkmaya başladı. Orada bu müzikler kimsenin haberdar olmadığı müziklerdi. Şimdi herkes Vassilaki’nin kürdîlihicazkâr peşrevini çalıyor, Tamburî Cemil Bey’i biliyorlar. Ama yirmi sene önce, bunlardan bîhaberdiler. Şimdi Atina’da “Mor Koyun, Saz Grubu” adlarında gruplar var. Ortak çalışmalar denince Haris- Sezen- Arto Tunçboyacıyan-Ara Dinkçiyan gibi isimler de görülüyor. Onların da etkisi oldu tabii! Onlar biraz daha entel kesim oldukları için başka kanallardan girdiler. Ama beni biraz bozan şu: Ben eminim bir prodüktör geliyor ve diyor ki : “Bu aralar Anadolu revaçta sana udlu bir albüm yapalım...”. Sezen Aksu olsun, Elefteria Arvanitakis olsun, tahmin edebiliyorum bu tip şeyleri. Son olarak Alexiou da böyle bir albüm yaptı. Aranjmalarını genç bir udinin yaptığı, yeni bestelerin olduğu çok güzel bir albüm. Türkiye’de satılıyor o albüm. Estudiantina çok başarılı bir ekip. Rum müziğinde de makam isimlerinin ayrı olduğunu biliyoruz.
Gündelik kullanımda da ayrı mı? Hicaz gibi?
Dini literatürde birkaç ekol var. Birincisi burada bizim “İstanbul tarzı” dediğimiz Patrikhane’de yaptığımız, temsil ettiğimiz ekol. İkincisi Yunanistan’da Halkidiki bölgesinin bir ayağında bulunan yirmi manastırlı “Aynaroz” adı verilen keşişlerin yaptığı bir ekol var. Onun dışında da mübadeleden önce biraz “İzmir ekolü” vardı, ama çok geniş bir ekol değildi. Bu müzik, 10. yy’dan itibaren kayda alınabilen bir müzik. Yani nota sistemimiz var. Bu, 19.yy’da reform geçiriyor. Bizans’ta kendine özgü isimleri var bu makamların. Osmanlı geldikten sonra Patrikhane kurumsal olarak yerini değiştirmiyor, varlığını devam ettiriyor. Haliyle, bu müziği icra edenler, besteleyenler varlıklarını devam ettiriyorlar. Ama bu sefer Osmanlı çerçevesi içinde Akdeniz içindeki kullanım versiyonu olan Farsça yani hicaz, uşşak gibi kullanımlar daha yaygınlaşmaya başlıyor. Bu kelimeler bu şekilde literatüre giriyor ve nasıl ki biz bugün posta kutusu demiyoruz “mail” diyoruz, o zaman da zaten ortak olan makamlar literatürün içine giriyor. Bizim dini müziğimizde sekiz temel makam var. Ladini müzikte diğer müziklerde var olan tüm makamlar var. Ama Türk müziğindeki gibi bir aralık değiştirip makamın adını değiştirmek gibi bir anlayış yoktu, daha temel bir makam gaması var. Yunanistan’da da alaturka çalanlar veya buzuki çalanlar bu makamları kendi tarzlarına göre bilirler. Mikis Theodorakis, Maria Faranduri, Zülfü Livaneli kanadına bakınca orada biraz daha politik bir duruş olduğu söylenebilir mi? O dönemler üzerinden bakınca önemli girişimler. Thedoroakis gibi önemli bir düşünürün Livaneli ile bunu yakalaması, aslında o dönem için takdire şayan. Şimdi herkes yapıyor. O zaman bir şeye inanarak yapıyorlardı. Çok önemliydi ve bence başarılı oldular. Belki de bütün bu literatür içinde en başarılı olanlar onlardı. Orada bir araya gelmek gibi bir amaç da var. Bir yandan Ege’de savaş sirenleri çalınırken orada birlikte müzik yapıyorlardı. Müzikal olarak da kendi çerçeveleri içinde iyi çalışmalardı, halen bugün de dinlenilen çalışmalar.
Yunanistan ve Türkiye arasındaki bu “dalaşma” durumu, cemaat içinde nasıl hissediliyor, nasıl yaşanıyor?
Biz bunlara alıştık. Onlar bizim yüzümüzü okşuyor artık. Ben çok fazla kulak asmıyorum. Bundan rant sağlayan, varlıklarını sürdüren kesimler var. Politikacılar olsun, devlet memurları olsun, bunlar olmazsa işlerinden olacak. Yunanistan yılda 10 milyon € bu “dalaş” için harcıyor. Nedir mevzu? Sınır! Orada sınır bile yok! Derler ya hani: “Ege balıklarındır”, çok doğru.
Yunanistan’da da Türkiye’ye, Türk’e karşı bir fanatiklik olduğu söylenebilir mi?
Bir kere Türkler şunu bilmiyor: Yunanlılar Osmanlı İmparatorluğu’nda dört yüz sene reaya olarak yaşadılar. Bunu şarkılardan da biliyoruz, anlatılıyor. Bu durum işlemiştir insanlara. Türküler var, danslar var… Tekrar hatırlamak güzel olmasa da örnek vermek istiyorum: Mora yarımadasında Zarogo adında bir yer var. Orada Zarogo dansı adında bir dans var. Bu dans Türklere teslim olmamak için, orada son yaşayan insanların, dans ederek uçurumdan denize atladıklarını anlatan bir dans. Bunu yaşayanlar Japon da olsaydı bu sefer onlara ağıt yakılacaktı. Bunu tabii artık yaşatmak gerekmiyor, sadece bunu bilmek gerekiyor. Bir şekilde hepimizin iyi ya da kötü bir tarihi var, bunu bilmemiz gerekiyor sadece. Bugünkü politikacıların yapmadığı veya eğitim sistemlerinin izin vermediği şeyler bunlar. Bazı şeyleri aşmamız lazım, yoksa ömür boyu böyle yaşarız. Bizler bu konuda elçiyiz. Ben elimden geldiğince bunu Yunanlılara da anlatıyorum. Bunu anlayan da var, anlamayan da.