Bu makale 03.06.2000 tarihinde Gündem gazetesinde yayımlanmıştır.
gördüm apaçık
görmemem gerekeni.
söylenmezi söyledim.
suçum büyük
ve taammüden.
Metin Altıok (Sürgün)
Kişinin ait olduğu yerden, çevresinden uzaklaştırılması anlamına gelen sürgünlük durumu bir 'suç’ işlemenin, kurala karşı olmanın ya da gelmenin sonucudur. Politik nedenlerle bir yerden bir başka yere zorlama sonucu göçü ya da sığınmayı çağrıştırır veya bir yerde zorunlu olarak ikamet etmeyi.
Sürgünlük, çatışmadan doğar; insanlar sürgünlüğü düşüncelerinden dolayı yaşarlar. İlhan Berk'in dediği gibi "uzlaşma yerine uzaklaşma"yı tercih eder; sürgün edebiyatının oluşumuna damgasını vuran da işte bu tercihtir. Yazar, vardığı yerde sürekli geçmiştedir; onu yaşar, onu sorgular, onu yaşatır. Önce alışmamak, yerleşmemek, kimliğini yitirmemek için direnir ve geçmişiyle, ülkesiyle bağ kurabilme yollarını arar. Yazarın kendine dönük ilk adımı dille başlar. Sürgünlük kimliği; yani "köklerinden koparılmak", kimliğinden uzaklaşmak, yazarın asıl yurdu olan 'dil bilinci'nin öne çıkmasını sağlar. 'Dil, yazarın yurdudur'; yazar bir ülkede, bir mekanda değil, dilde yaşar. Varoluşun anlamı buradadır ("dil'le kastedilen günlük dil değildir sadece, genel anlamda kültürdür). Yazarın geçmişiyle, yaşadıklarıyla, ülkesiyle bağı da dil aracılığıyla sürer. Oluşturulan 'dil evreni'nde hem sürgünlük durumu, hem geçmiş, hem de bugün dile getirilir.
Nedim Gürsel'e göre "yazın söz konusu olduğunda, bir yazarın kendi ülkesinden, anadilinden uzakta yaşamayı seçmesi ya da buna zorlanması, Nâzım Hikmet'in deyişiyle "zor zenaat"a girmesidir sürgünlük. Ne var ki bu, mutlak bir durum, değişmez bir alınyazısı değildir. Yakınmayı, sararıp solmayı gerektirecek müzmin bir hastalık hiç değildir." Çünkü "yazar, anadilinde yazdığı sürece, sürgünü kök salmaya, yerleşmeye dönüştürür. Doğup büyüdüğü, içinde yaşamış olduğu coğrafyaya değil, bir yazar olarak kurduğu dünyanın, kendi sözcüklerinin, kendi özgül dilinin içine kök salar". Ona göre sürgünlük yalnızca acıyla, yalnızlıkla dolu bir deneyim değil, aynı zamanda bir başka kültürle, bir başka ülkeyle, o ülkenin insanlarıyla kaynaşıp zenginleşmenin de bir biçimidir. Bu anlamda sürgünlük olumlu bir deneyimdir; her zaman yaratıcılığa yol açmış, yeni biçimlerin oluşmasını körüklemiştir. Yeni bir duyarlılığı, köklü bir dilsel varoluşu beslemiştir.
Çocukken ninesinden dinlediği masallarda sık sık geçen “welate xeribiye”nin anlamını (sürgün, kökten, ana toprağından, koparılış, unutuluş) ancak sürgün olduktan sonra anladığını söyleyen Kürt yazar Mehmed Uzun, daha çok sürgünlüğün kendine kazandırdıklarını anlatmaya çalışır: "Okunması ve yazılması yasaklanmış anadilimi yeniden öğrendim, onu çok daha iyi anladım, onunla daha sıcak, daha derin bir sevgi ilişkisi kurdum. Yasaklanmış kültürüme, çarpıtılmış tarihime, budanmış köklerime, asimile edilmiş kimliğime döndüm, ilk defa parçalanmış ülkemi renkli mozaiğiyle bir bütün olarak gördüm. Romanlarımı onun sevgili çocuklarına adadım. Onu yeniden sevdim." der.
Sürgünlük ve sürgünlüğün kazandırdıkları denince aklımıza hemen büyük şair Nâzım Hikmet geliyor. Nâzım, en güzel eserlerinden olan Memleketimden İnsan Manzaraları'nı hapislik tecrübesinden sonra yazmıştır. Halk edebiyatının zenginliğiyle esas olarak hapisteyken tanışmıştır. On yedi yıl süren bu hapis sürgünlüğünün ardından, yurtdışı sürgünlüğü başlar Nâzım'ın (Haziran 1951). Daha da acı bir sürgünlüktür bu; çünkü çevresinde, varoluşunun kaynağı olan anadilini konuşan yoktur. En acısı da Nâzım Hikmet'i "yazılarım otuz kırk dilde basılır / Türkiye'mde Türkçe'mle yasak" demeye vardıran durumdur. Rus edebiyatıyla, özellikle Mayakovski şiiriyle tanışmasına bir de memleket hasreti, dil özlemi eklenince ortaya okumaya doyamadığımız Nâzım Hikmet şiiri çıkmıştır. Türkiye tarihine baktığımız zaman Cumhuriyetin kuruluş yılları, tek parti ve Demokrat Parti dönemleri; ardından 1960 ihtilâli, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 gibi toplumsal değişim süreçlerinde yazarlarımızın sürekli hüsrana uğradığını görürüz. Sürgünlük, zorunlu ya da gönüllü, onların yazgısı olmuştur. Yaşar Kemal bir yazısında "yazarlarımız yurt gerçeklerinden söz açtıkları zaman, ne kadar acı konuşurlarsa konuşsunlar, başlarına bela gelmediği gün özlediğimiz demokrasiye yaklaşmış olacağız. Çünkü yazarlar, halkların söyleyen dilleridir" diyor.
90'lı yılların başlarından beri, halklarının dillerini söyleyen yazarların seslerini Türkiye edebiyat ortamına taşıma yolunda önemli çalışmalar yürüten Aras, Avesta ve Belge (Mare Nostrum dizisi) gibi yayınevleri, Türkiye okuyucusunun, kökleri bu topraklarda olan -ve etnik aidiyetinden dolayı sürgünlüğü yaşayan- birçok yazarla tanışmasını sağladı. Bu da bize, Türkiye'deki sürgün edebiyatı ile etnik edebiyat arasındaki ilişkiye dair önemli bir ipucu sunuyor.