BGST Müzik Birimi'nde geçtiğimiz bahar yapılan bu aktarımın temel hedefi, Türkmenlerin tarihini, inanç sistemlerini, nereden gelip nereye gittiklerini ele almaktan ziyade; Anadolu'da yüzyıllardır bir arada, iç içe yaşayan halkların nasıl bir ortak kültür, inanç sistem(ler)i oluşturduğunu anlamak; yüzyıllar içinde oluşan bu geçişken kültürlerin hâlâ süregeldiğini göstermek olmuştur.
Türkmenler Anadolu'ya geldiğinde bu topraklar boş değildir; Rumlar, Ermeniler, Kürtler, ... birçok topluluk iç içe, bir arada yaşamaktadır. Ve Türkmenleri de aralarına alırlar...
Bugün hâlâ; "Ya sev, ya terket!" diyerek yüzyıllardır iç içe yaşadığı komşusunu bu topraklardan kovmaya çalışan zihniyetin artık savaş çığırtkanlığını bırakması, bu toprakların tarihiyle korkmadan yüzleşmesi lâzım. Ezberlenmiş tarihi reddetmek ve gerçekte neler yaşanmış, öğrenmeye çalışmak gerekiyor... Bu tür okuma-araştırma çalışmalarının buna bir nebze de olsa ışık tuttuğunu söylemeliyiz.
Türkmenler ve Alevilik
Türkmen Aleviliği fazlası ile Anadolu'ya özgü bir tür dindir. Orta Asya'dan gelirken kendi Şamanist inançlarına Ali taraftarı olmayı da katan göçebe Türkmenler, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu Selçuklu, Osmanlı, Safevi ve T.C. gibi dört devletin kuruluşunda rol almış; Babailer, Şeyh Bedrettin, Kalender Çelebi, Şahkulu, Baba Zünnun olarak ayaklanmalarda kırmış, kırılmış; Hıristiyan Rumlardan Gregoryen Ermenilere ve Şafi Kürtlere kadar farklı din ve milletten insanla yoğrulmuş; Yunus Emre, Hacı Bektaş, Geyikli Baba gibi yüzlerce farklı düşünür, ozan ve önderin etkisinde kalmış... Neticede, 800 yıldır bu coğrafyanın tarih ve siyaseti içinde yoğrulmuşlar. Bunun üzerine de Hurufilerin, Sufilerin, Kalenderilerin ve hatta Sünnilerin getirip koyduklarını ekleyerek kendi inanç sistemlerini yaratmışlar: Bir tür Anadolu halk İslâmı: Alevilik...
Sonuç olarak; "Aleviler" kavramı bütünsel bir anlam ifade etmeyen, sınırları belirsiz ve geçirgen, içinde coğrafi, kültürel, sınıfsal, siyasal, yöresel olarak çok farklı bireylerin de yer alabildikleri heterojen ve aynı zamanda günümüzde de yaşayan bir çokluğu ifade etmektedir.
Anadolu'ya göç:
Türkmenler 1071'den önce de Anadolu'ya gelmeye başlarlar[[dipnot1]] (Batı'ya (Anadolu'ya) yöneldiklerinde onları bekleyen ülkeler boş değildir) ve Anadolu'da devletler dışında pek öyle düşmanca karşılandıklarını söylemek de mümkün görünmemektedir. Anadolu'ya geldiğinde Türkmen'in etnik azınlıkta olduğunu söylemek lâzım.
Öncelikle Türkmenler için bir sığınaktır bu ülke. Gene de bu Türkler, Rum ilinde olduklarını bilmektedirler. Bu varlığın -ve ucu onlara dokunmadıkça, buradaki yönetici organizmanın- yaşamını sona erdirmek söz konusu olamaz. Onu yeni bir devletle değiştirmek fikri Türkmenlere tamamen yabancıdır.
Hıristiyan ve sair dinlere mensup yerli halk birbiriyle iç içe geçmiştir. Aynı şekilde Türkmen de bu kültürleşmeden etkilenir.
"Sınırda Müslüman ve Hıristiyan unsurların karışmasından halkın beyninde din sorunu hayli girift bir hal almış, bu Hıristiyan, Müslüman ve Pagan[[dipnot2]] her türlü unsurdan Bektaşi ve bunun koltuğunda Kızılbaş tarikatlar güne çıkmıştır." (J. K. Birge – The Bektashi Order of Dervishes)
Anadolu'ya gelen Türkmenler de "feleğin çemberinden geçmiş" olarak geliyorlar. Beraberlerinde Animizmin, Şamaniliğin, Maniciliğin, Budizmin ve Batınîliğin yoğun izlerini getiriyorlar.
Türk topluluklarının tarihsel ve toplumsal koşullar sonucunda karşılaştıkları, etkilendikleri bu dinlerden bahsetmek gerekiyor:
Budizm: Çinlilerle yakın ilişkileri olan Türklerin Budizmden etkilenmemeleri imkânsızdı. Budizmin Türk toplulukları üzerinde bugün bile etkisini gösteren yönü "tenâsüh" , yani ruhun sürekli dolaşımı inancı olmuştur. Buna göre ruh, mutluluğa (Nirvana) ulaşıncaya dek değişik görünüşlerde dünyaya gelecektir.
Maniheizm: Özellikle Uygurlar arasında yayılan Maniheizmde ana düşünce iyilik ve kötülük arasındaki karşıtlıktır. İçerisinde Hıristiyan, Zerdüşti, Budist öğeleri de barındıran Maniheizm bu niteliğiyle, eklemlenmek istediği dinlerin ileri gelenlerince kabul görmemiş, ortaya çıktığı her yerde baskıya uğramış ve temsilcileri işkence görmüştür.
Gnostik[[dipnot3]] bir dindi Maniheizm. Yerli inançlarla uyum sağlamaya, onlara karışmaya çok yatkındı. Bu dinin gnostik yönü, senkretik[[dipnot4]] yapısı, yerel inanışlarla hemen kaynaşabilmesi ve bunun sonucunda da, bulunulan yerdeki yöneticilerden baskı görmesi, aklımıza hemen Heterodoks[[dipnot5]] Halk İslamı'nın özelliklerini getirmektedir. Nitekim Maniheizmin temelini oluşturan "ağzın mührü, elin mührü, kalbin mührü", Aleviliğin temel prensibi "eline, beline, diline hâkim ol" ahlaki kuralını andırmaktadır. Ve Maniheizmi yayan propagandacı rahipler de sufi dervişleri çağrıştırmaktadır.
Şamanizm: "Şamanizm, trans durumuna geçme yeteneğindeki kimselerin, yani Şamanların doğaüstü varlıklarla ilişki kurarak onların güçlerine sahip olmalarından; bunları toplum adına kullanmalarından ve bu amaçla yapılan dinsel-büyüsel pratik ve törenlerden ibarettir. Şamanizm ne kendine özgü bir din ne de büyü biçimidir; her iki alanı da ilgilendiren yanları bulunan çeşitli din ve dünya görüşlerini birleştiren bir inanç ve tekniktir." (Sedat Veyis ÖRNEK, İlkellerde Din, Büyü, Sanat ve Efsane, Gerçek Yayınevi, İst, 1998)
Şamanın bu yapı içinde oynadığı rol, topluluğun sürekliliğini sağlamaya yönelik olan bir katkı gibi düşünülmelidir. Şaman, kutsal güçlerle ilişki kurarak aslında topluluğun kolektif istek, inanç ve iradesini simgeler. İnsan ufak tefek ruhlara, aileyi koruyan ateş ve iyi yer-su ruhlarına bizzat kendisi de kurbanlar sunsa da kuvvetli, hele kötü ruhlara doğrudan doğruya başvuramaz. Fani insanlar bunların ne istediklerini bilmezler; bunları ancak kudretini göklerden, atalarının ruhlarından alan Şamanlar bilirler (bu arada, bir ailede çocuklardan biri Şamanlık istidadı göstermeye başlarsa, büyükler derhal bunun önüne geçmeye çalışırlar. Çünkü Şaman'ın kazancı az olur, çok zaman ücretsiz ayin yapar. Evladından biri Şaman olursa aile bir işçi kaybetmiş olur).
Şamanist topluluklarda animist özellikler oldukça belirgindir. Onlara göre her yer ruhlarla doludur. Dağlar, göller, ırmaklar, ... hep canlı varlıklardır. Şamanizmin temel motiflerinden olan ateş (ocak) kültü ve orman (ağaç) kültünün izlerini bugün de Anadolu'da görebiliriz. Tahtacıların (Ağaçerileri) ormanlık yerlerde yaşaması ve geçimini orman ürünlerinden sağlaması ve tabii ki Alevi dedelerin bağlı bulunduğu ocakların kutsal sayılması gibi olguların Şamanizmle ilişkisi vardır.
Kopuzun dini törenlerde davulla birlikte varlığı ve Şamanın tören sırasındaki esrime hali de burada vurgulanmalıdır. Bu ayinler sırasında Şaman, kendinden geçmiş bir halde ilahiler söyler, dualar eder, anlaşılmaz sesler çıkarır. Fakat bunları doğaçlama olarak söylediği için, bu sözleri bir daha aynen tekrarlayamaz. Şamanın tören sırasında esrimiş halde söylediği sözlerin uçuculuğu, kuşaktan kuşağa aktarılırken geçirdiği dönüşümler ve bu sözlerin bünyesine aldığı yeni unsurlarla şekillenmesi, sözlü kültürün temel özelliğidir. Alevilik söz konusu olduğunda, Aleviliğin büyük bir sözlü kültüre dayanması ve yüzyıllar öncesinden günümüze gelmesi de benzer bir şeyi çağrıştırıyor.
İşte Türklerin sonradan Anadolu'ya yönelecek olan oymakları, Müslümanlıkla tanışmadan ve büyük ölçüde onun Sünnî kesimine dâhil olmadan ya da Şii de olmayan bir Müslümanlığı yaratmadan önce böyle bir inanç sistemi içinde yer alıyorlardı. Hiyerarşinin animizme eklendiği bir sistem olan Şamanîlik, gerek bu süreçte gerekse daha sonra halk İslâmı içinde kendisini birçok şekilde ortaya koydu. Yaşam tarzlarında sadece cihatın ve yağmanın saldırgan evreni değil, fakat aynı zamanda uzlaştırıcı bir evrenin öğeleri de var. Devletin saldırgan evreni dışında yeni gelenlerin ve yerlilerin uzlaştırıcı bir evren içerisinde Anadolu'yu ve taşıdıkları değerleri paylaşmış olmaları çok önemli[[dipnot6]]... Türklerin Anadolu'ya yerleşmelerini sağlayan asıl önemli etken budur. Anadolu, Hıristiyanlarla Müslümanların evlenmelerine, birbirlerine çok yakın hatta bazen aynı yerlere yerleşmelerine, dostça ilişkilerine tanıktır. Hıristiyan halk da hastalarını yarı hekim yarı evliya olarak ünlenmiş Türkmen babalarına tedaviye götürmektedir.
Türkler ve İslamiyet
Türklerin İslâmla karşılaşmaları İran üzerinden gelen sufi dervişler aracılığıyla olmuştur. Sufi dervişlerin, geniş hoşgörüleriyle yerel dinsel farklılıkları normal görerek bunları kendi içlerine katmaları ve böylece eski gelenek ve tarzların yeni şekillerde, daha doğrusu İslami örtü altında ortaya çıkmasına zemin hazırlamaları, Türklerin Müslümanlaşmasında etkili olmuştur. Türkmen boyları uzun zaman alan bir süreç sonunda Müslüman oldu. Fakat Türklerin algıladığı ve hayatına geçirdiği Müslümanlık tarzı, Ortodoks Sünni İslam'a pek benzemiyordu. Müslüman olmadan önce de kendi içlerinde pek çok farklılığı (örneğin göçebeler-yerleşikler gibi) barındıran Türkler, İslâmiyeti kendi yaşam biçimlerine göre algıladılar. İslâmın yayılışı sırasında gözlenen durum burada da karşımıza çıkar. Eski dinsel-kültürel yaşam pratiklerini ve inanışlarını bir çırpıda silip atmayan (zaten atmak istemeyen) Türk boyları, kendi kültürlerini İslami şekiller altında yaşatmaya devam etmişlerdir.
Ahmet Yaşar Ocak'ın bu konudaki görüşleri kayda değerdir:
"10. y.y.da Maveraünnehir'de Buhara, Semerkant ve Fergana gibi kent ve bölgeler Türk şeyhleriyle dolmaya yüz tuttu. Onlar, çoğunluğu göçebe olan Türk zümreleri tarafından Bab, Baba veya Ata ünvanlarıyla anılıyordu. Bunlar tıpkı eski Şamanlar gibi manzum ilahiler okuyan evliya Budist rahipler gibi menkıbeler anlatan şahsiyetlerdi... Böylece vaktiyle Şamanist, Budist, Maniheist çevrelerde 10 ve 11. y.y.dan itibaren zaten yabancı kavramlar olmayan fakr ve tecerrüd'ü (cemiyeti ve dünyâyı olabildiğince dışlayan) bu defa İslami bir yorum ile aynen sürdüren Kalenderi şeyhleri yetişmeye başladı. Budist, Şamanist ve Maniheist rahiplerden Kalenderi dervişlerine geçişin fazla zor ve uzun zaman alan bir süreç olmadığını tahmin ediyoruz."
Hıristiyan Anadolu İslamlaşırken, heterodoks akidelere sahip Nasturiler, Paulicianlar, Montanistler, ... ve de Gregoryenlerin çoğunlukla İslamın heterodoks yanına yakınlık gösterdikleri gerçektir.[[dipnot7]] Harabî, Âşık Vartan, Civan Ağa, Nikabî, Hayranî ve daha başkalarının Ermeni kökenli olmalarına rağmen Bektaşi dünya görüşünü benimsemiş olmaları bunu gösterir.
Heterodoks Hıristiyan doktrinleri, İslam'ın kabulünden sonra heterodoks Müslüman doktrinlerine dönüşmüştür: Manihaist hareketten Paulician "heresy"nin doğduğunu, bu sonuncusunun, özellikle Rumeli'de, yerini Bogomil'lere terkettiğini, buraların yoğun Bektaşi merkezleri haline geldiğini söylemek gerekiyor...
Sivas-Erzurum-Divriği üçgeni, Alevi yayılmasının coğrafi merkezini teşkil edip Bizans devrinde Paulician[[dipnot8]] heresy'sinin coğrafi ayrılmasına tekabül etmektedir. Alevi-Bektaşilerin temel dogmalarından biri olan "eline-beline-diline" yasağının Montanist kökenli olduğunu belirtmek gerekiyor (St. Augistin'de rastlanır)
Hıristiyanlıkta var olan üçleme, Bektaşilik'te "Allah, Muhammed, Ali" olarak kendini gösterir.... her Bektaşi Allah olur, Muhammed olur, Ali olur, Hacı Bektaş olur ve nihayet bizzat kendisi olur. Kızılbaşlar Ali'yi İsa ile, Oniki İmam'ı On iki Havariler ile, Hasan ile Hüseyin'i de Aziz Piyer Ve Paulus'la bir tutarlar.
İsa'nın ölümünün sembolü olarak Eucharist ile Ayin-i Cem; Hüseyin'in şehadet hatırası ayinindeki rakı-ekmek kullanımı ile Hıristiyanlıktaki şarap-ekmek; Hıristiyan günah çıkarması ile Bektaşi baş okutması; Hıristiyan "aforoz"u ile Bektaşilerdeki "düşkünlük" arasında da paralellik vardır.
"Bektaşilerin cem ayinlerinin Dionissos şölenlerine benzetilmesi, yine Bektaşiliğin önemli işaretlerinden olan iki ağızlı baltanın eski Anadolu dinlerinde tutuğu önemli yeri göstermesi, Frigyalıların kazana atfettikleri kutsallığın yine Bektaşilerde bulunması, Hıristiyanlığın teslis'inin Allah / Muhammed / Ali şeklinde kendini göstermesi bunlardan bazılarıdır." (İsmet Zeki Eyüboğlu, Bütün Yönleriyle Bektaşilik)
"Tasavvuf şairini betimleyen Türkçe "Emre", din dışı ilhamla destanlar söyleyen "ozan" a (Latincesi "aidos"tur ve bozlaklarda geçen "aydos" nidası buradan gelmektedir -sevgili ozan anlamında-) karşılık gelmekteydi. Emre'ler göçebelerle yarı-göçebeler arasında kültür ve medeniyet taşıyıcısı rolü oynardı. Türkmenlere, kendilerine yabancı olan bir felsefeyi, anlayışına uygun biçim ve şekillerle, anlayabilecekleri bir dil kullanarak öğretmeye çalışırlardı. Bu din yayma edebiyatı, özellikle Bektaşilerde önemliydi; dinin dış biçimlerini tanımayan Bektaşiler, âşıklarına manevi mürşit yetkesi verirlerdi; çünkü mürşitlerin gönüllerini ve ruhlarını şiir ve musikiyle kazanırlardı." (Irene Melikoff-Yunus Emre ve Hacı Bektaş)
Neydi bu iç içe geçen inançların-kültürlerin ortak özelliği?
- Tüm bu dinler için 'mysterion'lu dinler kavramını kullanabiliriz. Mysterion'lu bir din, ölüm-yaşam teması üzerine kurulmuş bir mitosun varlığıyla belirir. Bütün bu dinlerin temelinde bir kurucu kahraman ya da tanrının kaderini, büyük başarılarını, hayatını, ölümünü ve dirilmesini anlatan bir mitolojik öyküler silsilesi yer alır. Bu öykünün ayrıca ölümden dirilmeye, yani yaşama geçiş teması içermesi elzemdir.
- Mitos, kendini anlatabilmek için yoruma ihtiyaç duyulan bir öyküden ibarettir ve bu dinlerde böyle bir öyküye şiddetle ihtiyaç vardır. Mitos herkese açıktır; herkes Kybele, Attis, Osiris; mitra'nın öyküsünü bilebilir.
- Mysterion'lu dinlerde, mitosu yeniden yaşatan, ona şekil, mevcudiyet ve gerçeklik veren resm-i âyin icraatı özellikle vurgulanır. Tanrısal varlığın hikayesi artık geçmişe değil, bireyin de iştirak edebileceği bugüne ait olsun... Mysterion bunun için yapılır....
- Bu dinlerin tanrılarının hepsi (Demeter gibi) toprağa bağlıdır. Küçük Asya kucak açmıştır Demeter, Mitra, İsis mysterion'larına, Dionysos kültlerine.... Ve bunu toprağın beti bereketi için yapmıştır.... Mevlevî de bir avucu yukarı, dipleri aşağı bakar şekilde döner; başkası "yağ yâ mübarek" diye niyaz eder; Karadeniz uşağı da horon teperken elleriyle yağmur işareti yapar....
- Her ne kadar bu kültler lütufkâr iseler de tabiatları icabı yaklaşılması tehlikeli varlıklardır. Bu yüzden herhangi bir rahatsızlık ihtimalini bertaraf etmek için âyini gizlilik içinde yapmak gerekmektedir. Kısacası, mysterion'lu dinlerde tanrısal drama kudsî, tarif olunmaz olup insanlara çok özel hallerde "yaşanmak" üzere verilmiştir. Dramanın kudsiyeti ihlal edilmeyecek, içeriği yabancılara açıklanmayacak, sahneleri kimse tarafından taklit edilip hicvedilmeyecektir. Drama, tanrısal kedere ve acıya iştirakı, tarif dilemez bir ruh halini ifade eder, esrarengizdir.
On üçüncü yüzyılın ortalarında Selçuklu Devleti'nde 100 şehir bulunuyordu St. Quentin'li Simon'a göre. Bu şehirlerde, binlerce yıllık Anadolu uygarlığının kalıntıları, Hıristiyan Bizans'ın dinsel ve siyasi gelenekleri, yer yer kilise karşıtı radikal dinsel mezheplerin bastırılmış kalıntıları, Selçuk soylularının Orta Asya, Türkistan, İran ve İslâmiyet'ten getirdiği özellikler, şehirlere yerleşen Türkmen sıradanlarının, esnaf ve zanaatkârlarının yaşam tarzları iç içe geçmişti.[[dipnot9]] Selçuklu şehirlerinin tipik unsurları şunlardı: Siyasi ve askeri iktidar sahipleri; dinsel ve ilmî iktidar sahipleri, şeyhülislam, halk islamı şeyhleri, gayr-ı resmî din uluları, müritler; ekonomik iktidar sahipleri; zanaatkârlar ve zanaatları yanı sıra kendi özelliklerinden dolayı otorite sahibi olanlar (Ahiler ve Ahi babalar); zımnîler yani Hıristiyanlar, Yahudiler; şehirlerin güvenliğini sağlayan çok sayıda asker, subay, kale erleri, vs.[[dipnot10]]
Bu yaklaşık 200 yıl süren karmaşık süreçte, ekonomik, siyasal, dinsel, kültürel, toplumsal olarak çok yönlü bir kaynaşma gerçekleşmiştir.
Kırlara gelince... Tarih içinde kırlar hep daha mütevazıdır. Anadolu'nun geniş fakat fazla kalabalık olamayan kırları, Hıristiyan köylüleri, -yeni yerleşmeye başlayan ya da zaten yerleşmek için gelen- Müslüman Türk köylüleri ve göçebe Türkmenlerce şenlendiriliyordu.
Heterodoks Dervişlerin Etkinlikleri
Heterodoks dervişlerin atalarının 11. yüzyılda Bâtınî inançlı dervişleri kovalayan İran Selçuklularından kaçarak Anadolu'ya geldikleri söylenebilir. Selçuklu katliamlarından kurtulmuş dervişler olarak Selçuklulara, heterodoks özellikler gösterdikleri için de bütün devletlere pek sempatiyle bakmadıklarını söyleyebiliriz. (Tarihçilerimiz inatla bu heterodoks dervişlerin Moğol saldırılarından kaçarak Anadolu'ya geldiğini yazıyor. Oysa asıl kaçış İran Selçuklularındandır. Eğer sadece Moğollardan kaçan dervişler, diye söz edersek 13. yüzyılla sınırlamış oluruz Anadolu'ya gelişlerini.)
Heterodoks dervişler, şehirlere pek yakın davranmıyor ve buralarda tekke kursalar bile bunu genellikle şehir duvarlarının dışına yapmaya gayret ediyorlardı. İslâm kurallarına uymayan davranışları, yaşam tarzları şehirlileri dehşete düşürüyor, korkutuyordu.
Abdülbâki Gölpınarlı'nın Arapça'dan yaptığı bir halk şiiri çevirisinde, heterodoks dervişlerden Şam'a gelen bir grubun (Barak Baba ve yoldaşları) şehirlileri nasıl etkilediği anlatılıyor:
"Rum ülkesinden, Arap olmayan bir taife geldi; öylesine kılıkları var ki akıllar şaşırır kalır. Öküzler gibi boynuzları var; şeytan bile onları görse korkup kaçar. Upuzun bıyıkları var, sakalları tıraş edilmiş, şekillerini değiştirmişler, hayvanlar gibi sadece yiyip içmedeler. Cuma gününden başka bir gün camiye geldikleri yok.
Bir bölük insan, başlarında boynuzlar, omuzlarında ucu eğri sopalar, başlarının üstünde tahta kılıçlar, artlarında da bir müzik takımı..."
Bu metni analiz edelim, yorumlayalım:
Bilindiği gibi, İslâm'da sakal sünnettir ve dolayısıyla hayırlıdır. Ama şehre uzun yoldan gelen Baraklılar bu zorlu yolculuklar sırasında sakallarını kesiyorlar.
İkincisi, Barak Baba sadece Cuma günleri camide namaz kılıyor. Cuma namazı, toplumsal yönü en önemli olan, şehir halkının en kalabalık katılımı gösterdiği namazlardan.
Anadolu halk İslâmının en önemli deyişlerinden biri "gönülleri fethetmek"tir. Fetih aracı o dönemde kılıçtır. Fakat aynı zamanda baskı aracıdır da; keser, doğrar, öldürür. Devletin saldırgan evrenine ve beylere yaraşır. Ama tahta kılıç öyle değildir; hem fetih çağrısını hem de uzlaşma isteğini ulaştırmaktadır. Beylerin kılıcı zora yönelik, çelikten; heterodoks dervişlerin kılıcı gönüllere yönelik, tahtadandır. Tahta kılıç savaşın değil, barışın simgesidir.
Şehrin bilinen dervişleri "ahiret için" çalışırlar; oysa Rum ülkesi dervişleri Dionisos şölenlerini anımsatırcasına "hayvan gibi yiyip içmededir".
Barak Baba, yine böyle bir çağrı gezisi sırasında kazanda haşlanarak öldürülür.
Yine de bunun gibi örnekler, şehirlerden çağrılarına katılanlar olmadığı anlamına gelmiyor. Ahiler[[dipnot11]] çekingen olarak, Rintlerse[[dipnot12]] istekli olarak bu çağrıya yöneliyorlar; hatta Selçuklu ordusunun askerleri arasından bile bu çağrıya katılanlar oluyor. Böylece şehirlerde de küçümsenemeyecek etkinlik odakları yaratıyorlar.
Fakat dervişlerin asıl etkinlikleri kırlarda. Yaşamlarının çoğu, kır yollarında, köyler ve göçebe topluluklar arasında mekik dokuyarak, halkın verdiği yiyecekleri yiyerek, bahçıvanlık, çobanlık, ekin biçme gibi işlerde onlara yardım ederek çağrılarını yapmakla, gece ateşin çevresini paylaşarak sohbet etmek, yiyip içmek ve dans etmekle geçiyor. Uğradıkları köyle yalnızca Müslüman köyleri değil; Hıristiyan köylerinin de, sıkça uğradıkları, aynı çağrıyı ulaştırdıkları yerler olduğu, sonraki gelişmelerden kolayca anlaşılabilir.
Artık 1240'a doğru iki Anadolu ortaya çıkmıştır: Biri heterodoks dervişlerin uzlaştırıcı evreni çevresinde, diğeri Anadolu Selçuklularının saldırgan evreni çevresinde oluşan iki farklı Anadolu.
KAYNAK KİTAP, MAKALE VE SÖYLEŞİLER
- TARİH, HETERODOKSİ VE BABAÎLER (Reha Çamuroğlu, Ekim 2000, Doğan Kitap)
- TÜRKİYE'DE ALEVİLİK / ANTROPOLOJİK BİR YAKLAŞIM (Murat Okan, İmge Yayıncılık, 2004)
- TÜRKİYE HALKININ KÜLTÜR KÖKENLERİ - 2. Cilt (Burhan Oğuz, İstanbul, 2002)
- DERTLİ DİVANÎ'YLE SÖYLEŞİ (Can Kalaycıoğlu, Feryal Öney, İstanbul, Mayıs 2007)
- KIZILBAŞLIK VE TÜRKMENLER (Vatan Özgül, alevibektasi.org, 29.07.2001)