Gelecek hafta 180 imzacı ülkenin katılacağı bir Birleşmiş Milletler konferansında, nükleer silahların mantığının neredeyse zorunlu kıldığı felaketten kaçınmak için bütün ciddi umutların genellikle temeli olarak görülen Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) yeniden ele alınacak.

ABD’nin nükleer silahların denetimi, yayılmasının önlenmesi ve silahsızlanma eski temsilcisi olan ve Common Sense on Weapons of Mass Destruction (2004) kitabını yazan Thomas Graham, Current History dergisinin bu ayki (Nisan 2005) sayısında şöyle yazıyor: “NPT antlaşması hiç bu kadar zayıf ve geleceği belirsiz görünmemişti.”

Graham, antlaşmanın önümüzdeki haftalarda başarısızlığa uğraması halinde, “nükleer kâbusun” gerçek olabileceği uyarısında bulunuyor.

Graham da diğer analistler gibi, diğer devletlerin de sorumluluğu olsa bile, NPT’ye dönük baş tehdidin ABD hükümetinin politikaları olduğunu kabul ediyor.

Antlaşma, nükleer güçlerin nükleer silahları ortadan kaldırmak üzere “iyi niyetle” çaba göstereceğine dair taahhütte bulundukları –hayati önem taşıyan VI. Madde– bir sözleşmeydi. Hiçbirisi bu taahhüdü yerine getirmedi ve Bush hükümeti daha ileri giderek NPT’nin bu temel hükmünü artık kabul etmediğini ve hatta şu anda yeni nükleer silahlar geliştirmeyi hedeflediğini ilan etti.

NPT çeşitli ek antlaşmalara ilişkin taahhütlere de dayanıyordu: Cumhuriyetçilerin çoğunlukta olduğu bir Senato tarafından 1999’da reddedilen ve Başkan George W. Bush tarafından gündemde olmadığı açıklanan Kapsamlı Testlerin Yasaklanması Antlaşması, Bush’un yürürlükten kaldırdığı Anti-Balistik Füze Antlaşması ve muhtemelen en önemlisi, yasal bir Çekirdeği Parçalanan Maddelerin Sınırlandırılması Antlaşması. Graham’ın yazdığına göre bu son antlaşmanın, “büyük miktarlardaki mevcut nükleer bomba malzemesine daha fazlasının eklenmesi sonucunda” ortaya çıkacak olan korkunç tehdidi engellemesi öngörülüyordu.

Geçen Kasım’da (2004) BM Silahsızlanma Komitesi antlaşmayı 1’e karşı 147 oyla kabul etti. ABD’nin tek taraflı oyu fiilen bir vetodur. Bu olay, insan türünün bekasının hükümet planlamacılarının öncelikler listesinde kaçıncı sırada yer aldığına ilişkin biraz daha kavrayış edinmemizi sağlıyor.

Daha önce Bush yönetimi Avrupalılara biyolojik silahların yasaklanmasını sağlamak üzere yapılan uzun müzakerelerin sona erdiğini, çünkü bunun “ABD’nin yüksek çıkarlarına” uygun olmadığını bildirmek için, hükümetin argümanlarını sıralamakla görevli adamı John Bolton’u göndermiş, böylelikle biyo-terör tehdidini artırmıştı.

Bolton’un açık ifadeleri bu duruma uygundur: “Birleşik Devletler harekete geçtiğinde, BM onu takip eder. Böyle davranmak çıkarlarımıza uygunsa böyle davranırız. Yok eğer çıkarlarımıza uygun düşmüyorsa, o zaman öbür türlü davranırız.”

Bolton’un, Avrupa’ya ve dünyaya karşı planlı bir şekilde hakaret edercesine Birleşik Devletler’in BM nezdindeki büyükelçisi olarak atanması gayet doğal karşılanmalıdır.

Eski NATO planlamacısı Michael MccGwire, Britanya Kraliyet Dışişleri Enstitüsü’nün International Affairs dergisinin Ocak (2005) sayısında, “karşılıklı nükleer silah kullanımının nihayetinde kaçınılmaz olduğu” uyarısında bulunuyor. MccGwire, “Küresel ısınmayla karşılaştırıldığında nükleer silahları ortadan kaldırmanın maliyeti düşüktür” diye yazıyor; “fakat nükleer savaşın feci sonuçları, yavaş yavaş artan küresel ısınmanın feci sonuçlarını büyük ölçüde geride bırakacaktır, çünkü etkileri bir anda meydana gelecek ve hafifletilmesi imkânsız olacaktır. İronik olan şu ki, küresel nükleer savaş tehdidini ortadan kaldırmak elimizdedir, fakat iklim değişikliğinden kaçamayız.”

MccGwire’in uyarıları Atlantik’in bu tarafında, eskiden Demokrat bir senatör ve Senato Silahlı Kuvvetler Komitesi’nin başkanı olarak nükleer silahların denetlenmesi ve nükleer savaş tehdidinin azaltılması çabalarında öne çıkan isimlerden biri olan Sam Nunn tarafından tekrarlandı. Nunn, Aralık’ta (2004) Financial Times’ta şunları yazdı: “Arızi, yanlış veya yetkisiz bir nükleer saldırı olasılığı artmış olabilir… Amerika’nın bekasını, Rusya’nın uyarı sistemlerinin ve komuta ve kontrolünün doğruluğuna ve kesinliğine [bağımlı]” hale getiren politika tercihlerinin bir sonucu olarak, “kendi yarattığımız, gereksiz bir Kıyamet Savaşı riskini göze alıyoruz.”

Nunn’un uyarılarının arka planında, ABD’nin askeri programlarının hızla genişlemesi yatıyor. Nunn’a göre bu durum Rusya’nın, “bir saldırı uyarısı karşısında, uyarının doğruluğunu sınamak için hiç beklemeden kendi füzelerini fırlatmaya daha yatkın” hale geleceği bir stratejik dengeye işaret ediyor. “Rusya’nın ciddi şekilde köhnemiş uyarı sistemleri ve yanlış bir füze saldırısı uyarısı verme ihtimalinin yüksek olması” nedeniyle bu tehdidin arttığını ilave ediyor.

Bununla bağlantılı başka bir endişe de, nükleer silahların er ya da geç terörist grupların eline geçebilecek olması. Rusya’nın, ABD tehdidine karşı caydırıcı bir faktör olarak, nükleer cephaneliğini geniş toprakları üzerinde dağınık bir şekilde saklaması ve nükleer malzemelerin sıklıkla yer değiştirmek zorunda olması, bu tehdidi daha da artırıyor. Washington merkezli Savunma İstihbarat Merkezi başkanı ve eski bir kıtalararası füze fırlatma subayı olan Bruce Blair, “Bu şekilde sürekli hareket etmenin ciddi bir savunma zaafı yarattığına, çünkü nakliyenin nükleer silahların güvenliğinin Aşil topuğu olduğuna” dikkat çekiyor. Blair, tamamen mantıklı bir olasılığı, “konuşlandırma alanlarıyla fabrika arasında gidip gelirken, teröristlerin nükleer bir silahı ele geçirme” ihtimalini gündeme getiriyor.

Blair, riskin Rusya’nın ötesine uzandığını da ekliyor. “Pakistan’ın, Hindistan’ın ve nükleer silah edinen diğer ülkelerin başına bela olan erken uyarı ve kontrol sorunları daha da ciddidir [ve] bu ülkeler nükleer füzelerini en ufak bir uyarıyla fırlatılmaya hazır hale getirmeye yöneldikçe, teröristlerin oluşturduğu tehdit de buna koşut olarak büyüyecektir” diye yazıyor. Blair, bütün bunların, “geliyorum diyen bir kazayı” hazırladığı sonucuna varıyor.

Devlet terörü ve diğer kuvvet kullanımı ve tehdit biçimleri, dünyayı nükleer yok olmanın eşiğine çok yaklaştırdı. BM’nin, Bertrand Russell ve Albert Einstein’ın 50 yıl önce yaptığı çağrıya kulak vermesi akıllıca olur: “İşte size yalın, korkunç ve kaçılması mümkün olmayan sorunu takdim ediyoruz: İnsan soyunun sonunu mu getireceğiz, yoksa insan türü savaştan vazgeçecek mi?”