İnsanlığın karşı karşıya bulunduğu en öncelikli meydan okuma, sözcüğün gerçek anlamıyla, bir tür olarak varlığını sürdürüp sürdüremeyeceğidir.

ABD Stratejik Komutanlık (STRATCOM) eski başkanı General Lee Butler 10 yıl önce meseleyi açıkça ortaya koydu. Butler, uzun süren askeri kariyeri boyunca, “nükleer silahlara iman edenlerin en ateşlilerinden birisi” olduğunu yazdı. Oysa şimdi şöyle diyor: “Bütün inancımla şu gerçeği ilan etmeyi kendi sorumluluğum olarak görüyorum: Kanaatime göre, nükleer silahların bize son derece büyük kötülüğü dokundu.”

Butler zihinleri sürekli meşgul eden bir soruyu soruyor: “Nükleer silahlara sahip ülkelerin liderleri kuşaklar boyunca, hangi yetkiye dayanarak gezegenimizde yaşamın devamı için gereken şartları belirleme gücünü zorla ellerinde tutabiliyorlar? Daha acil olanı ise, çılgınlığımız karşısında titrememiz ve onun en ölümcül tezahürlerini ortadan kaldırma taahhüdü altında birleşmemiz gereken bir anda, bu korkunç cüretkârlık neden hâlâ devam ediyor?”

Butler’ın sorusu sadece yanıtsız kalmıyor, fakat daha da büyük aciliyet kazanıyor. Bu durum karşısında utanç duymalıyız.

Butler, ulaşılabilir kayıtlardaki en şaşırtıcı planlama belgelerinden birisine, STRATCOM’un 1995 tarihli bir raporuna tepki gösteriyor olabilir: “Soğuk Savaş Sonrası Caydırıcılığın Esasları.”

Rapor, eski Soyvetler Birliği’ne yöneltilmiş olan askeri kaynakların daha da genişletilmiş bir görev çerçevesinde elde tutulmasını tavsiye ediyor. Ayrıca rapor, Pentagon’un “uluslararası ortam şimdi ‘silahların bol olduğu bir ortamdan’ (Sovyetler Birliği) ‘hedeflerin bol olduğu bir ortama’ (Üçüncü Dünya) doğru evrilmiştir” şeklindeki görüşüne uygun olarak, bu kaynakların Üçüncü Dünya’nın “haydut devletlerine” de yöneltilmesi gerektiğini belirtiyor.

STRATCOM, kullanılmasalar bile, “her krize ya da ihtilafa daima gölgelerini düşüren nükleer silahların” gözdağı ve sindirme yoluyla amaçlarımıza ulaşmamızı sağladıkları sonucuna varıyor.

Rapora göre, nükleer silahların “öngörülebilir gelecekte ABD stratejik caydırıcılığının merkezi unsuru olacağı mukadder görünüyor.” “İlk kullanan taraf olmama politikasını” reddetmeli ve düşmanlarımıza “tepkimizin” “bir karşılık” olabileceği gibi “ön-alıcı eylem de” olabileceğini açıkça göstermeliyiz.

Üstelik “kendimizi tamamen rasyonel ve soğukkanlı olarak göstermemiz de bize zarar veriyor.” “Milli karakterimiz hakkında yaratacağımız izlenim ... Birleşik Devletler’in, hayati çıkarlarına saldırıldığında irrasyonel ve intikamcı olabileceğini” ve “bazı unsurların potansiyel olarak ‘kontrol dışına’ çıkabileceğini” açıkça göstermeli.

40 yıl önce Bertrand Russel ve Albert Einstein “yalın, korkunç ve kaçılması mümkün olmayan” bir tercihle karşı karşıya olduğumuzu söyleyerek bizi uyarmışlardı: “İnsan soyunun sonunu mu getireceğiz, yoksa insan türü savaştan vazgeçecek mi?” Bunu söylerken abartmıyorlardı.

Çok da uzak olmayan bir gelecekte meydana gelebilecek bir çevre felaketi de insan bekası açısından benzer bir tehdit oluşturuyor. Ciddi bir yaklaşım hiç kuşkusuz büyük sosyo-ekonomik değişiklikler gerektirecek ve pek çok bilim insanının öne sürdüğü gibi, kaynakların teknolojik yeniliklere, özellikle de güneş enerjisinden yararlanmaya yönelik buluşlara ayrılmasını gerektirecektir.

Bununla bağlantılı bir başka tehdit de temel yaşam araçlarına, yani suya ve yeterli gıdaya kısıtlı erişimdir. Kısa dönemli çözümler arasında, Suudi Arabistan’ın ölçek, İsrail’in de teknoloji bakımından başı çektiği deniz suyunun tuzdan arındırılması yer alıyor. Yapıcı işbirliği için pek çok dayanak noktasından birisi olabilir bu; tabii eğer ABD ve İsrail, nadir ve kısa süreli sapmalar dışında 30 yıldır engelledikleri, uygulanabilir iki-devletli bir çözüm öngören uluslararası mutabakata uygun olarak İsrail-Filistin ihtilafının çözümüne izin verirlerse. ABD ve İsrail’in böylesi bir çözümü engellemesi, kapsamlı yansımaları olan diğer bir can alıcı mücadele alanını oluşturuyor.

Bu sorunlara nasıl yaklaşılacağına dair pek çok belirsizlik var. Ancak şundan emin olabiliriz ki onlarla yüzleşmekte ne kadar geç kalırsak, gelecek nesillerin ödeyeceği bedel de o kadar fazla olacak.

En azından nükleer silahların oluşturduğu tehdide nasıl son verebileceğimiz açık: Onları ortadan kaldırarak. Bu, Dünya Mahkemesi’nin 10 yıl önce belirlediği gibi, nükleer güçlerin yasal bir yükümlülüğüdür.

Daha genel olarak, silahlarda kullanabilecek çekirdeği parçalanabilir maddelerin bütün üretiminin sadece uluslararası bir kurum tarafından yapılmasını ve askeri olmayan amaçlar için devletlerin bu kuruma başvurmasını öngören makul planlar mevcut. BM Silahsızlanma Komitesi 2004 Kasımı’nda bu hükümleri içeren sınanabilir bir antlaşmayı kabul etti bile. Oylama, 147’e karşı 1 red (Birleşik Devletler) ve 2 çekimser oyla (İsrail ve Britanya) sonuçlandı.

Önemli bir ara adım, nükleer silahlardan arındırılmış bölgeler (NSAB’ler) oluşturmak olacaktır. Örneğin Afrika, Güney Pasifik ve Güneydoğu Aysa’da olduğu gibi halihazırda bu tür birkaç bölge mevcut. Ancak söz konusu bölgelerin önemi, her zaman olduğu gibi büyük güçlerin kurallara ne kadar uymak isteyeceğine bağlı.

NSAB’lerin oluşturulması hiçbir yerde Ortadoğu’daki kadar değer taşımayacak. Nisan 1991’de BM Güvenlik Konseyi “Ortadoğu’da kitle imha silahlarından ve bu silahların fırlatılmasında kullanılacak bütün füzelerden arındırılmış bir bölge tesis edilmesi hedefini ve kimyasal silahların küresel düzeyde yasaklanması amacını” teyit etti (687 No’lu karar, 14. Madde).

Bu taahhüt Birleşik Devletler ve Birleşik Krallık için özel bir önem taşıyor, çünkü her iki ülke de Irak’ın işgali için cılız bir yasal gerekçe ararken bu karara dayanmışlardı.

Ortadoğu’da bir NSAB oluşturma hedefi İran tarafından onaylandı ve Amerikalılar ile İranlıların çoğunluğu tarafından da destekleniyor. Fakat bu amaç, ABD hükümeti ve iki büyük siyasi parti tarafından kaale alınmıyor ve ana-akım tartışmalarda telaffuz dahi edilmiyor.

Amerikalıların ve İranlıların büyük çoğunluğu, ayrıca gelişmekte olan ülkeler (şu anda 130 üyesi bulunan 77’ler Grubu) İran’ın, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’na (NTP) taraf olan bütün ülkeler gibi, “devredilemez haklara” sahip olduğunu kabul ediyor. Söz konusu haklar, “ayrım gözetmeksizin nükleer enerjinin barışçıl amaçlar için araştırılmasını, geliştirilmesini, üretimini ve kullanımını” kapsıyor. Şayet NTP antlaşmasına imza koysalardı, İsrail, Pakistan ve Hindistan da bu haklara sahip olacaklardı.

Basın, genellikle yaptığı gibi, uranyum zenginleştirmeye devam eden İran’ın “dünya”ya kafa tuttuğunu bildirirken, ilginç bir “dünya” kavramı benimsiyor.

Denetim meselesine gelince, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu bu konuda bir hayli yetkin olduğunu kanıtladı ve eğer büyük güçlerin desteğini alabilirse daha da başarılı olacaktır.

İsrail’in önde gelen strateji analistlerinden Zeev Maoz, İsrail’in nükleer programının kendi güvenliğine zarar verdiğine dair güçlü kanıtlar öne sürdü. Maoz, “nükleer politikasını ciddi şekilde gözden geçirmesi ve nükleer gücünü manivela olarak kullanıp Ortadoğu’da kitle imha silahlarından arındırılmış bir bölge (KİSAB) oluşturmanın yollarını araması için” İsrail’i uyardı.

Karşı konulmaz bir gücü olan Washington’un duruşu elbette ki belirleyici. Yakınlarda saldırgan bir militarizmden diplomasiye yöneldiği düşünülen Bush yönetimi Batı’da övgüyle karşılanıyor; fakat bu hayranlığın evrensel olduğu söylenemez.

Bush’un Ocak 2008’de Körfez ülkelerini ziyaretini yorumlayan Ortadoğu Uzmanı ve eski Büyükelçi Chas. Freeman “Araplar kibarlıklarıyla ve misafirlerini sevmeseler bile gösterdikleri misafirperverlikle ünlüdür” diye yazdı ve şöyle devam etti: “Fakat Amerika Başkanı’nın ziyareti ve İran hakkındaki konuşması, Suudi Arabistan’ın en büyük İngilizce gazetesinde ‘Amerikan politikasının barış peşindeki bir diplomasiden ziyade savaş peşindeki bir çılgınlığı temsil ettiği’nden şikayet eden bir başyazının çıkmasına yol açtı.”

Avrupa’daki gelişmeler de tehlikelerle dolu. NATO liderlerine göre, kendilerinin bizatihi bir barış kuvveti olduğu apaçık bir gerçek. Batı’nın iyi niyeti konusunda daha farklı hatıralara sahip olan dünyanın büyük bölümü ise meselelere farklı şekilde bakıyor. Tabii ki Rusya da.

Sovyetler Birliği çöktüğünde Avrupa’da kalıcı bir barış umudu doğmuştu. Mihail Gorbaçov’un birleşik bir Almanya’nın NATO’ya katılmasına izin vermeyi kabul etmesi, tarihsel olarak bakıldığında şaşırtıcı bir tavizdi. Almanya bu yüzyılda tek başına Rusya’yı iki kere yerle bir etmişti ve şimdi de küresel bir süpergüç tarafından yönetilen düşman bir askeri ittifaka katılıyordu. Ama bunun karşılığında başka bir taviz de verilmişti: Başkan I. Bush, NATO’nun eski Varşova Paktı üyelerini kapsayacak şekilde genişlemeyeceğini taahhüt etmiş ve böylece Rusya’ya bir ölçüde kendi güvenliğini sağlama imkanı tanımıştı. Başkan Bill Clinton anlaşmaya uymadı. NATO doğuya doğru genişlemekle kalmadı, Rusya’nın (Ukrayna ve Beyaz Rusya’yla beraber) yaptığı, Kuzey Kutbu’ndan Orta Avrupa’yı içine alarak Karadeniz’e kadar uzanacak resmi bir NSAB oluşturma önerisini de reddetti.

Buna karşılık Rusya da, Bush-Gorbaçov anlaşmasından sonra kabul ettiği nükleer silahları ilk kullanan taraf olmama politikasından vazgeçti ve NATO’nun aslında hiç bir zaman terk etmediği ilk kullanan taraf olma politikasına geri döndü.

II. Bush’un göreve geldikten sonra tehditkâr bir retorik kullanması, saldırı amaçlı askeri kapasitesini hızla genişletmesi, kilit önemdeki güvenlik antlaşmalarından çekilmesi ve doğrudan saldırı politikası izlemesi gerilimi tırmandırdı. Tahmin edildiği gibi Rusya da kendi askeri kapasitesini artırarak cevap verdi ve daha sonra Çin de aynı şeyi yaptı.

Balistik füze savunması (BFS) programları başlı başına bir tehdit oluşturuyor. Her iki taraf da BFS programlarını, belki de bir misilleme saldırısını etkisiz kılacak ve böylece karşı tarafın caydırıcılık kapasitesinin altını oyacak bir ilk saldırı silahı olarak görüyor. Yarı-resmi bir kuruluş olan Rand şirketi BFS’yi “basit bir kalkan değil, ABD’nin eylemlerini kolaylaştıran bir araç” olarak tarif ediyor.

Siyasi yelpazenin farklı yerlerindeki süreli yayınlarda askeri analistler BFS’yi onaylayan yazılar yazıyorlar. Muhafazakâr bir dergi olan National Interest’te Andrew Bacevich şöyle yazıyor: “Füze savunmasının gerçekte Amerika’yı korumak gibi bir amacı yok. Daha çok küresel bir hakimiyet aracı.” Liberal eğilimli New Republic’te yazan Lawrence Kaplan’a göre ise BFS, “Birleşik Devletler’in yurtdışında güç kullanabilme yeteneğini korumasıyla ilgili. Savunma amaçlı değil. Saldırı amaçlı. İşte tam da bu yüzden ona ihtiyacımız var.”

Rus stratejistler de aynı sonuca varıyorlar. Amerikalı analistler George Louis ve Theodore Postol’a göre, Rus stratejistlerin Kuzey Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ndeki Amerikan BFS üslerini kendi güvenlikleri açısından ciddi bir potansiyel tehdit olarak görmemesi mümkün değil.

Amerikan politika yapıcıları uzun süre dünyaya bizim sahip olduğumuzu düşündüler. Fakat ABD’nin hakimiyeti zayıflıyor, hatta en güçlü olduğu merkezde bile.

Son yıllarda Güney Amerika, ABD’nin kontrolünden kurtulmak için adımlar atıyor. Bölge ülkeleri, bağımsızlığın önkoşulu olan bütünleşmeye doğru ilerliyor. Aynı zamanda kendi içlerindeki ciddi düzensizliklere çözüm bulmaya çalışıyorlar. Bunların en önemlisi, zengin ve büyük ölçüde beyaz olan bir azınlığın, bir sefalet ve ıstırap denizi üzerinde kurduğu geleneksel hakimiyetidir.

Diğer etkileşimlerin yanı sıra, Brezilya, Güney Afrika ve Hindistan’ı birbirine bağlayan Güney ülkeleri arasındaki ilişkiler de güçleniyor. Ayrıca yükselen ekonomik güç Çin, Afrika ve Ortadoğu’da olduğu gibi Batı hakimiyetine karşı alternatifler sunuyor.

Bir süreden beri uluslararası ekonomi üç kutuplu olmaya başladı. Belli başlı merkezler, Kuzey Amerika, Avrupa ve Doğu/Kuzeydoğu Asya; şimdiyse Güney Asya ve Güneydoğu Asya giderek Doğu/Kuzeydoğu Asya bloğuna katılıyor.

ABD tek bir alanda devasa bir hakimiyete sahip: şiddet araçları. Birleşik Devletler bu alanda, kabaca geri kalan ülkelerin toplamı kadar para harcıyor ve teknolojik olarak çok daha gelişmiş durumda. Ama diğer alanlarda dünya giderek daha çeşitli ve daha karmaşık hale geliyor.

Amerikan hakimiyetinin geleneksel iki yöntemi, şiddete başvurma ve ekonomik cendereye almadır. Şimdi bu yöntemlerin etkisi azalıyor olabilir, ama hiç bir şekilde terkedilmiş değiller.

Mart 2008’de ABD Hazine Bakanlığı, dünyadaki finansal kurumları İran’ın büyük devlet bankalarıyla işlem yapmamaları için uyardı. Bu uyarılar, Washington’a ABD’nin emirlerini ihlal eden bütün finansal kurumların Amerikan finans sistemine erişimini yasaklama imkanı veren Vatanseverlik Yasası’nın bir hükmü sayesinde büyük yaptırım gücüne sahip.

Bu öyle bir tehdit ki, kimse kolay kolay karşı gelmeye cesaret edemez, hatta Çin bile. Ekonomi analisti McGlynn, İran’ı uluslararası ekonomiden büyük ölçüde tecrit edebilecek olan Hazine’nin Mart ayındaki uyarısını İran’a karşı bir savaş ilanı olarak değerlendiriyor. McGlynn’in bu değerlendirmesinin abartılı olduğu söylenemez.

McGlynn’in analizi hiç tahmin edilmeyecek bir kaynaktan destek gördü: beş eski yüksek rütbeli NATO komutanının Ocak 2008’de açıkladığı, saldırgan bir “yeni büyük strateji” öneren bir manifestodan. Manifesto, “nükleer silahlardan arındırılmış bir dünyadan bahsetmek hiç kolay olmadığı için, nükleer silahların –ve onlarla birlikte ilk kullanan taraf olma politikasının– vazgeçilmez olduğunu” salık veriyor.

Komutanlar ayrıca kendimizi sakınmamız gereken “savaş filleri”nden söz ederken, “finansal silahların” sağladığı “güç manivelasının kötüye kullanılmasını” da sayıyorlar. Hiç kuşkusuz komutanlar şu geleneksel doktrini benimsemişler: Bu türden silahlar ancak başkalarının elinde olduğunda bir “savaş fiili” teşkil eder. Bizim tarafımızdan potansiyel olarak değil, gerçekten kullanıldıklarında ise –tarih boyunca imtiyazlı ülkelerin gerçekleştirdiği bütün saldırgan fiiller gibi– adil birer öz-savunma aracı oluverirler.

Türümüzün nükleer silahlar çağında bu kadar uzun süre hayatta kalmış olması bile bir mucize sayılmalı. Halihazırdaki gidişatımızı sürdürdüğümüz sürece, hiç kimse, Robert McNamara’nın tabiriyle “kıyamet çok yakında” uyarısını hafife almamalı.

Karşı karşıya bulunduğumuz meydan okumalarla yüzleşmekte acze düşersek, modern biyolojinin büyük isimlerinden birisi olan Ernst Mayr’ın spekülasyonunu doğrulamış olacağız: Yüksek zekâ, evrimsel zamanın geçici bir anından daha uzun süre hayatta kalma becerisine sahip olmayan evrimsel bir hatadır.