Günümüzde nükleer enerji seçeneğini savunmak için kullanılan en popüler argümanlardan birisi, bu enerji türünün iklim değişimine neden olan karbon salımlarının yok denecek kadar az olduğu. Bu nedenle nükleer, karbon salım yoğunluğu yüksek olan fosil yakıt tabanlı termik enerji santrallerine karşı güçlü bir alternatif olarak sunuluyor.
Avustralya Uranyum Birliği (Australian Uranium Association), Dünya Nükleer Birliği (World Nuclear Association) ve Nükleer Enerji Enstitüsü (Nuclear Energy Institute) gibi nükleer enerjinin hakimiyeti için çalışan kuruluşların kaynak gösterdiği çalışmalarda, nükleer enerjinin karbon salımlarında tüm alternatiflerine göre açık ara üstün olduğu vurgulanıyor. [[dipnot1]]
Bu analizlere göre, nükleer yakıt hammaddesi olan uranyumun çıkarılması, zenginleştirilmesi, yakıt imalatı, tüm nakliye işlemleri, güç santralinin inşaatı, bertarafı ve atık yönetimi süreçleri içerildiğinde –tüm yakıt çevrimi dikkate alındığında– dahi, nükleer enerjinin karbon salımlarının en kötü ihtimalle, yuvarlak bir rakamla yaklaşık 30 g CO2/kWh olacağı hesaplanıyor. Bu değer kömür santralleri için yaklaşık 900 ila 1300, gaz santralleri için 400 ila 700, hidro ve güneş için 100 ila 280, rüzgar için 10 ila 50 olarak veriliyor. [[dipnot2]]
Türkiye’de nükleer güç santrallerinin kurulmasını teşvik eden Türkasya Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin bir yayınında da kaynak berlirtilmeden bu rakamlar kullanılıyor. [[dipnot3]] Bu değelendirmelere göre nükleer, karbon salımları açısından, gaz santrallerine göre neredeyse 50, kömür santrallerine göre ise neredeyse 100 misli daha verimli. Dolayısıyla, iklim değişimi çağında sürdürülebilir enerji için bir alternatif.
Nükleer enerjiyle ilgili tüm diğer faktörler aynı kalmak şartıyla, bu enerji türünün iklim değişiminin bir ilacı olduğu sonucuna varabilir miyiz?
Öncelikle, nükleer yaşam döngüsü analizi ile ilgili bu değerlendirmelere ihtiyatlı yaklaşılması gerektiğini belirtmek gerekiyor. Türkiye’de nükleer enerjinin propagandasını üstlenerek her fırsatta abartılı rakamlar ve değerlendirmelerle karşımıza çıkan nükleer teknokrasi, nükleer yakıt çevrimi hakkındaki ciddi ve bağımsız araştırmaları göz ardı edip, ısrarla WNA, NEI vb. menşeili araştırmalara sarılıyor.
Örneğin, Jan Willem Storm van Leeuwen ve Philip Smith, Ocak 2008 tarihli gözden geçirme raporlarında, nükleer madencilik endüstrisi ve nükleer güç santralleri teknolojisinin mevcut durumu dikkate alındığında, nükleer yakıt çevriminin neden olduğu karbon salımını 85 ila 135 g CO2/kWh bandında hesaplıyorlar. Dahası, mevcut uranyum rezervleri tükenip yeni rezervlere erişim güçleştikçe ve çıkarılabilir uranyum cevherinin derecesi azaldıkça –eğer gerçekten bir nükleer rönesans yaşanırsa bu çok yakın bir gelecek– sözkonusu salımların hiperüstel bir artış göstereceğini savunuyorlar. [[dipnot4]] Yine yazarlara göre, dünya uranyum rezervlerinin cevher derecesi, bu hiperüstel büyümenin tetikleneceği aşamaya gelmiş bulunuyor.
Dünyanın enerji geleceğini tartışan ve nükleer enerji hakkında van Leeuwen ve Smith’in bulgularını referans alan Climate of Hope adındaki bir kısa film şu sıralar oldukça popüler ve Türkiye’deki nükleer karşıtı gruplardan Türkçe altyazılı olarak edinilmesi mümkün. [[dipnot5]]
Nükleer endüstri ve onun Türkiye’deki sözcülerinin karbon salımları hakkındaki iyimser değerlendirmelerine hiç katılmayan yeni, diğer bir bağımsız analiz de Nisan 2008’de, hakemli Envrionmental Science and Technology dergisinde yayımlandı. Mevcut uranyum madenlerinden elde edilen veriler üzerinde yapılan bu analiz, uranyum madenciliğinin karbon salımının (ve diğer pekçok sürdürülebilirlik göstergesinin) uranyum cevher derecesine karşı son derece hassas olduğunu gösteriyor.[[dipnot6]] Yazarların mesajı açık: Uranyum madenciliği ilerde daha fazla enerji ve suya ihtiyaç gösterebilir ve artan miktarlarda sera gazı salımlarına neden olabilir.
Nükleer sanayi kompleksinin, diğer faktörler aynı kalmak şartıyla, karbon salımlarında açık bir mukayeseli üstünlüğünün olmadığı görülüyor. Dahası, diğer faktörleri de işin içine sokup iklim değişimiyle mücadelenin gerektirdiği karbon indirim miktarını, karbon indirim hızını ve bu süreç için ihtiyaç duyulan kaynak miktarını nükleer santrallerin kısmi karbon tasarrufu, gecikmeli kurulum süresi ve soğuracağı kamu kaynakları ile karşılaştırdığımızda, nükleerciler adına daha absürt bir manzara ile karşılaşabiliriz.
Ne var ki nükleer teknokrasi içindeki bazıları şöyle düşünüyor olabilirler: İleride iklim sözleşmeleri sözkonusu olduğunda bizi sıkıntıya sokacak olan, ulusal sınırlar içinde yaratılan salımlar olacağına göre, önemli olan nükleer sanayi kompleksinin salımları değil, elimizdeki güç santralinin salımlarıdır.
Bilmem iklim değişimiyle mücadelenin küresel olduğunu hatırlatmaya gerek var mı? Böyle düşünenlerin en azından bir samimiyet testinden sınıfta kaldıkları iddia edilebilir.