[Bu makale, Z Magazine’de Şubat 1990’da yayınlanan “Amerika Birleşik Devletleri ve Körfez Savaşı” adlı makalenin dipnotlandırılmış versiyonudur. Gözden geçirilmiş bir versiyonu benim “Imperial Alibis” adlı kitabımda yer almaktadır.]
İran-Irak savaşı, yakın Ortadoğu tarihinin bu güne kadar şahit olduğu en büyük insanlık trajedilerinden bir tanesidir. Yaklaşık olarak bir milyon insan hayatını kaybetmiş, çok daha fazlası yaralanmış ve milyonlarcası da mülteci durumuna düşmüştür. Savaş süresince harcanan kaynaklar, bütün Üçüncü Dünya ülkelerinin on yıllık halk sağlığı harcamalarını aşmıştır.[1]
Savaş, 22 Eylül 1980’de Irak birliklerinin tam bir işgal amacıyla İran’a girmesiyle başladı. Bu tarihe kadar her iki ülke diğerinin içinde rejimi değiştirmeye dönük çalışmalar yapmış, ayrıca büyük sınır çatışmaları olmuştu. Irak, devrimci kargaşayla boğuşan, uluslararası arenada izole edilmiş komşusuna karşı çok hızlı bir zafer kazanacağını ummuştu. Fakat Irak’ın savaşın başındaki başarılarına rağmen İran toparlandı ve kalabalık nüfusu sayesinde istilacıları 1982 ortasında geri püskürtebildi. 1982 Haziran’ında İran artık saldırıya geçmişti; Irak ise ağır silahlarının avantajını kullanarak İran’ın, kendi güçlerinin savunma hatlarının gerisine ulaşmasını engelleyebildi. Silahlar sonunda 20 Ağustos 1988’de sustu.
Sekiz uzun yıl süren kan dökmenin başlıca sorumluluğu, iki ülkenin yönetiminde aranmalıdır: Irak’ta Saddam Hüseyin’in zalim askeri rejiminde ve İran’da Ayetullah Humeyni’nin yine zalim mollalar rejiminde. Kimileri Humeyni’de şehit kompleksi olduğunu söylüyor; bununla birlikte ABD Dışişleri Bakanı Cyrus Vance’in de gözlemlediği gibi, şehit kompleksi olanların pek azı Humeyni kadar yaşayabilmiştir. Kompleksleri ne olursa olsun, Humeyni, aralarında çok genç yaşta insanların da bulunduğu yandaşlarını, şan ve şöhreti uğruna ölüme gönderirken hiç tereddüt etmiyordu. İnsan hayatını bu kadar duyarsızca önemsememe, Saddam Hüseyin’in de özelliklerinden birisidir. Ayrıca bu, bir kaç yüz bin Üçüncü Dünyalı’nın cesedinden rahatsızlık duymamakla kalmayıp üstelik bir de bundan kâr etmeye çalışan uluslararası cemaatin de özelliklerinden birisidir.
Fransa, büyük ölçüde bu ülkedeki mali çıkarlarını korumak için Irak’ın yüksek teknolojili silahlarının başlıca satıcısı olmuştur. [2] Sovyetler Birliği de, bir yandan her iki başkentti kendi yanına çekebilmek için her türlü dalavereyi yaparken, diğer yandan Irak’ın en büyük silah tedarikçisiydi. İsrail ise, savaşın uzamasını sağlayarak her iki taraftaki savaşçıların kan kaybetmesi için İran’a silah sağlamıştır. Ayrıca en az on ülke her iki tarafa birden silah satmıştır.[3]
Yine de rezilce davranan ülkelerin listesi, ABD olmadan tamamlanamaz. ABD’nin amacı silah ticaretinden para kazanmak değil, bölgenin petrol yataklarını olabildiğince kontrol altına almaktı. İran-Irak savaşı sırasında Amerika’nın politikalarına geçmeden önce, ABD ve petrolün kısa bir tarihini hatırlamakta fayda var.
KABA BİR TARİHÇE
Dünyada varolduğu kanıtlanmış petrol rezervlerinin çoğu İran Körfezindedir (Arap ülkeleri tarafından “Arap Körfezi” ve yer adları listesini politik olarak tarafsız tutmak isteyenlerin ise sadece “Körfez” olarak adlandırdıkları bölge).
ABD’nin petrol tüketiminin yüzde dördünden azı bu bölgeden gelmektedir. Fakat resmi argümana göre, Batı Avrupa ve Japonya Körfez petrolüne çok büyük ölçüde bağımlı olduğu için eğer bölge düşman bir kuvvet tarafından ele geçirilecek olursa ABD müttefiklerine diz çökertilebilecek, dolayısıyla ABD’nin güvenliği esaslı ve onarılamaz bir şekilde tehlikeye girecektir. Fakat, ABD’nin Körfez’deki politikalarını inceleyen birisi, Batı Avrupa ve Japonya’nın petrol çıkarlarını korumanın hiçbir zaman Washington’un öncelikli amaçlarından birisi olmadığını görecektir.
1920’ye kadar geri gidersek, Dışişleri Bakanlığı’nın Büyük Britanya’yı Ortadoğu’daki kârlı petrol imtiyazlarından ABD şirketlerine pay vermek için zorladığını görürüz. Londra’daki ABD büyükelçisi – ki bu şahıs ne hikmetse (adını İran/Arap Körfezi’nden değil, Meksika Körfezinden alan) Körfez Petrol Şirketi’nin başkanıydı – Britanya Hükümeti’ne, Ortadoğu’daki Körfez Petrol Şirketi’nden ABD’ye pay vermesi için baskı yapma talimatı almıştı.[4] II. Dünya Savaşının sonunda, Suudi Arabistan’da muazzam petrol yatakları olduğu keşfedilince, Donanma Bakanı James Forrestal, Dışişleri Bakanı Byrnes’a “Hangi Amerikan şirketinin ya da şirketlerinin bu kaynakları işlettiği benim için önemli değil, ama kesinlikle söylüyorum bunu Amerikalı bir şirket yapmalı” demişti. [5] Ayrıca Forrestal’ı kaygılandıran rakip Ruslar değildi; bölgenin kontrolü için asıl rekabet ABD ile Britanya arasındaydı. [6]
1928’de Standart Oil of New Jersey i ve Mobil, tarafların diğerlerin katılımı olmadan Ortadoğu petrolünü işlemeyeceğini taahhüt ettiği “Kırmızı Hat Anlaşması”nı imzalayarak Britanya ve Fransa’nın petrol çıkarlarına ortak oldu. Fakat yine bu iki Amerikan şirketi (Texaco ve Standard Oil of California ile birlikte) II. Dünya Savaşı’ndan sonra Britanya ve Fransa’nın imtiyazlarını dondurarak Suudi imtiyazlarını ele geçirdi. Britanya ve Fransa, Kırmızı Hat Anlaşması’nın ihlal edildiğini söyleyerek dava açtığında, Mobil ve Jersey, mahkemeye fazla “tekelci” olduğu için anlaşmanın geçersiz olduğunu söyledi. [7]
1950’lerin başında petrol ilk defa politik bir silah olarak ABD ve Britanya tarafından İran’a karşı kullanıldı. İran, astronomik kârlarını ev sahibi ülkeyle paylaşmak istemeyen Britanyalı petrol şirketini millileştirmişti. Yanıt olarak Washington ve Londra İran petrolünü boykot etti ve bu boykot İran ekonomisini iflasın eşiğine getirdi. CIA, Şah’ı yeniden başa geçiren ve bahsi geçen petrol şirketini başarıyla özelleştiren bir darbe yaptırdı ve bu darbeden sonra Amerikan firmaları, daha önce yüzde 100’ü Britanyalılara ait olan şirketin yüzde 40’ına sahip oldu. Bu haber New York Times’ın görüşüne göre, “fanatik bir milliyetçilikle çılgına dönen” petrol zengini bir Üçüncü Dünya ülkesinin “ödemek zorunda kalacağı bedel” konusunda “ibretlik bir dersti.”[8]
1956’da petrol silahı, bu kez ABD tarafından Britanya ve Fransa’ya karşı tekrar kullanıldı. Britanya ve Fransa, İsrail’le birlikte Mısır’ı işgal ettiğinde, Washington Britanya ve Fransa’nın hemen geri çekilmemesi durumunda ABD petrolünün Batı Avrupa’ya sevk edilmeyeceğini açıkladı.[9] ABD Nasır’ın devrilmesine karşı değildi –Eisenhower’in daha sonra söyleyeceği gibi “eğer işi çabuk yapsalardı, kabul edebilirdik.” Fakat hantal Anglo-Frenk askeri operasyonu ABD’nin bölgedeki çıkarlarını tehdit etmeye başlamıştı.
Ekim 1969’da İran Şah’ı gelirlerinde yüksek bir artışa yol açmak için ABD’nin daha fazla İran petrolü almasını istedi. Fakat Şah’ın isteği daha sonra Başkan Nixon’ın açıklayacağı sebeple kabul edilmedi: “Eğer İran petrolü hedeflenseydi, bu satın alımlardan edilecek kârın önemli bir kısmını Amerikalı-olmayan şirketlere kaptıracaktık”; ama Suudi petrolü satın alınırsa ABD’nin payı daha fazla olacaktı. [11]
60’ların sonunda uluslararası petrol piyasası 20 yıl öncekinden çok farklı bir hal almıştı. Petrol tedarikleri sıkılaşmış, petrol şirketlerinin sayısı artmış ve mali pozisyonlarını iyileştirmek isteyen petrol üreticisi ülkeler OPEC (Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü) bünyesinde birleşmişti.
1970’te ABD şirketleri ve Libya Hükümeti arasında petrol fiyatları için kritik müzakereler başlamıştı. Dikkate değer bir şekilde, Washington şirketler için ağırlığını koymadı, zaten şirketler de fiyat artışlarına karşı ciddi bir direnç göstermedi. Yüksek fiyatlar bu şirketlerin gelişmiş ülkelerdeki yatırımlarını (örneğin Alaska ve Kuzey Denizindeki yatırımlar) kârlı hale getiriyordu. [12] Herhangi bir fiyat artışı tüketiciye yansıtılabiliyordu ve gerçekten 1972-73 arasında şirketler petrol fiyatlarını tek başına ham petrol maliyetlerin haklı gösterebileceğinden daha yüksek bir düzeyde arttırdılar. [13]
1972’de Nixon yönetimi petrol fiyatlarındaki artışı destekliyordu. [14] V. H. Oppenheim’in ABD görevlileriyle yaptığı mülakatlara dayanan bir araştırmasına göre “kanıtlar, ABD hükümetinin yüksek fiyatlara karşı hoşgörülü olmasının altındaki başlıca düşüncenin, yüksek petrol fiyatlarının ABD’ye endüstriyel rakipleri, yani Batı Avrupa ve Japonya ve önemli Orta Doğu Ülkeleri, Suudi Arabistan ve İran karşısında önemli ekonomik avantajlar sağlayacağı inancı olduğunu gösteriyordu.” [15] Ayrıca Henry Kissinger da bunun ABD hükümetinin düşüncesi olduğunu onayladı: “Enerji fiyatlarının artması ilk önce Avrupa ve Japonya’yı etkileyecek ve muhtemelen Amerika’nın rekabetçi konumunu güçlendirecektir.” [16]
Olası bir petrol Ambargosu uyarılarının arttığı sırada endüstrileşmiş Batılı ülkeler, bu durumda ne yapacaklarına karar vermek üzere toplantılar düzenledi. Müttefikleriyle ne kadar ilgilendiğini gösteren ABD, kaynakların paylaşılmasını; ama dağıtımın ülkelerin toplam enerji ihtiyacına göre değil, deniz yoluyla yapılan ithalat miktarına göre yapılması gerektiğini önerdi. ABD’nin ithalata bağımlılığı diğer ülkelerden çok daha az olduğu için bu formül, olası bir Ambargo durumunda, Amerikan enerji tedariğinin “müttefiklerine” nazaran çok daha az kesintiye uğraması demekti. [17]
Ekim 1973’te Orta Doğu’da savaş çıktıktan sonra, fakat Arap ambargosu henüz başlamadan ABD petrol şirketleri başkan Nixon’a yazdıkları bir mektupta “Japonya ve Avrupa’nın, belki de Rusya’nın çıkarlarının gerek ekonomimiz gerekse güvenliğimize zarar verecek şekilde büyük ölçüde bölgedeki Amerikan mevcudiyetinin yerine geçmesiyle ABD’nin Orta Doğu’daki konumu zaafiyete uğrama tehlikesi altında” uyarısında bulundu. [18] Rus tehdidinin bir olasılık, müttefik tehdidinin ise kesin bir durum olarak belirtildiğine dikkatinizi çekerim.
1973’ün sonlarında ve 1974’ün başlarında, Arap ülkeleri petrol üretimlerini kestiler ve ABD ve Hollanda’nın İsrail yanlısı tutumları nedeniyle bu ülkelere Ambargo uyguladılar. Pek çok kişi uzun benzin kuyruklarını, karne uygulamalarını ve kriz atmosferini anımsayacaktır. Gerçekte ise Arap ambargosu Kissinger’in sözleriyle, “pratik etkileri sınırlı olan sembolik bir hareketti.” [19] Dünyadaki petrolün dağıtımını ve pazarlamasını tamamen tekeline almış uluslararası şirketler rezervlerini birleştirdiler. Böylelikle, daha önceden Amerika’ya sevk edilen Suudi petrolünün kesilmesinden kaynaklanan eksik kısmı başka kaynaklar kullanarak telafi edebildiler. Doğacak zararı en aza indirmek için petrol şirketleri, üretimdeki azalmayı ülkeler arasında dağıtmaya başladı ve İsrail’i en fazla destekleyen ülke – ABD – aynı zamanda Ambargo’dan en az zarar gören ülke oldu. 1974’ün Ocak ayından Mart ayına kadar Fransa ve Batı Almanya’daki yüzde 15’lik azalmaya karşılık ABD’nin petrol tüketimi sadece yüzde 5 azaldı. [20]
Hatta bu rakamlar bile yaşanan zorluğu abartılı şekilde yansıtır, çünkü gerçekte “Avrupa pazarında hiç bir zaman petrol kıtlığı yaşanmadı. Yaşanan sadece fiyatlardaki artış sebebiyle tüketimin azalmasıydı... Ekim 1973 ve Nisan 1974 arasında, Avrupa Topluluğu ülkelerindeki petrol ürünleri rezervleri hiç bir zaman 80 günlük tüketimi karşılayabilecek seviyenin altına inmedi; hatta İtalya’da rezervler yüzde 23 oranında arttı.” [21] Japonya’da devlet bürokrasisi, petrol endüstrisi ve endüstriyel petrol kullanıcıları krizi kendi avantajları için kullanmaya çalıştıklarından ülkede hükümetin kabul ettiği miktardan 2 milyon varil daha fazla petrol vardı.[22]
Ambargo bittikten sonra, ABD müttefikleri belli başlı uluslararası petrol şirketlerini aradan çıkararak kendi iki taraflı petrol alımlarını doğrudan üretici şirketlerle görüşmeye başladı. Washington bu çabalara karşı çıktı. [23] Kısacası, ABD müttefiklerinin refahı hiç bir zaman ABD’li politikacılar açısından kilit önemde bir endişe kaynağı değildi.
Yine sıradan Amerikalıların refahı da kritik bir mesele olarak görülmedi. Eski Savunma Bakanlarından biri, sadece 1985 yılında Körfez’le ilgili olarak yapılan askeri harcamaların vergi mükelleflerine getirdiği yükün yaklaşık 47 milyar dolar olduğunu belirtmişti; [24] yine eski Donanma Bakanı John Lehman yıllık rakamı 40 milyar dolar olarak açıkladı.[25] Bu inanılmaz tutarlar ne uğruna harcanmış olabilir?
Bütün bu askeri harcamalar ille de Batı’nın bekası için yapılmadı. CIA analisti Tümgeneral Edward B. Atkeson’a göre, bütün Körfez petrolü tamamen kesilse bile, eğlence amaçlı araç kullanımının ortadan kalkması (ki bu, tüm ABD petrol tüketiminin yüzde 10’unu oluşturuyor) Batı’nın toplam petrol ihtiyacını kolaylıkla Körfez-dışı kaynaklar tarafından karşılanabilecek bir düzeye indirecektir. Atkeson, “savaş zamanında bile” diye devam eder, “Körfez petrolü Batı’nın ihtiyaçları için hayati bir öneme sahip değildir”. [26] Ve uzayıp giden bir küresel ihtilaf durumunda, petrol alanlarının füze saldırıları karşısında üretim yapmaya pek fazla devam edemeyeceğinden emin olabilirsiniz.
Fakat faturayı tek başına onların ödemediğini düşünürsek, milyarlarca dolar petrol şirketleri için iyi bir yatırımdır. Bu şirketler, bundan böyle Körfez’deki ham petrol üretimini doğrudan üstlenmeyeceklerdir. Ama daha önce sahip oldukları petrol alanlarında çıkartılan petrolü kelepir fiyattan satın almalarını sağlayan, üreticilerle yaptıkları özel geri-alım anlaşmaları vardır. Örneğin eski Senatör Frank Church’e göre ABD şirketleri Suudi Arabistan’la “Suudi petrol sahalarının görünüşte millileştirilmesine bakılmaksızın ‘tatlı’ bir anlaşmaya varmışlardır…” [27] Radikal bir rejim de, en az muhafazakâr rejimlerin sattığı kadar petrol satmak isteyecektir; fakat Körfez ülkelerinde bir hükümet değişimi petrol şirketlerinin imtiyazlı konumunu ortadan kaldırabilir.
Suudi Arabistan gibi rejimlerin iç güvenliği büyük ölçüde dışarıya, özellikle de ABD desteğine bağlıdır. Pek çok Suudi, Amerika’yı mutlu etmek için ülkelerinin gereğinden fazla petrol ürettiğini ve bu durumun ülkenin uzun vadeli çıkarlarına zarar verdiğini düşünmektedir. Özellikle yer altındaki petrolün sürekli değer kazandığını düşünürsek, verimli yatırımlara dönüştürülemeyecek kazançlar elde edecek kadar petrol satmak ekonomik olarak akıldışıdır. [28] Körfez’deki daha demokratik veya daha milliyetçi devletler, kendi çıkarlarını feda etmek konusunda bu kadar gönüllü davranmayabilir. Ayrıca, böyle devletler ABD’nin askeri varlığına uyum göstermek konusunda o kadar istekli olmayacak ve bölgedeki ABD yanlısı statükoyu korumak üzere onun vekilleri olarak hizmet etmeye yanaşmayacaktır.
Ve böylelikle, değişen koşullara rağmen, kırk yıldan uzun bir süredir ABD’nin körfez politikasında bir unsur hiç değişmemiştir: radikal ve popüler hareketlerin iktidara gelmesini engellemek için, gerekli olan müdahalenin veya manipülasyonun boyutu veya insani maliyeti ne olursa olsun, bölgede ilişki kurulabilecek en muhafazakâr güçleri destekle. Ama ABD bu politikasında her zaman başarılı olamadı: 1979’da İran Şah’ının devrilmesiyle birlikte en büyük yandaşlarından birisini kaybetti. Fakat ABD’nin temel politika şablonu, İran-Irak savaşına dönük olarak izlediği politikanın da gösterdiği gibi pek değişmedi.
KÖRFEZ SAVAŞI
ABD’nin 1980’de savaşan tarafların her ikisiyle de diplomatik ilişkisi yoktu ve bu ihtilaf karşısında tarafsız olduğunu açıkladı. Dışişleri Bakanlığı’ndan tipik sayılabilecek bir insani yardım görevlisi 1983’te şöyle diyordu: “Oradaki müttefiklerimizi etkilemedikçe ve bölgenin güç dengesini değiştirmedikçe İran-Irak kıyımıyla zerre kadar ilgilenmiyoruz.” [29] Gerçekte ise, ABD savaşa karşı kayıtsız değildi; savaşın uzamasının sayısız faydalar yarattığının farkına varmıştı.
Asker ve para ihtiyacı, Bağdat’ın muhafazakâr Körfez ülkelerine ve Mısır’a bağımlılığını arttıracak, dolayısıyla Irak’ın politikalarının ılımlı hale gelmesini sağlayarak Kahire ve diğer Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin onarılmasına yardımcı olacaktı. Savaş, önceden bütün silahlı gücünü ABD’den temin eden İran’ın ise çaresizce Amerikan donanım ve yedek parçalarını elde etmeye yöneltecekti. Savaşın yaratacağı ihtiyaçlar, her iki ülkeyi de Washington’la olan ilişkilerini onarmak konusunda daha istekli hale getirebilirdi. Diğer taraftan, savaşın yaratacağı yer değiştirmeler ABD’nin, İran ve Irak’ta gizli operasyonlar yürütebilme yeteneğini büyük ölçüde arttırabilirdi. Ve Körfez’deki kargaşa bölgedeki diğer ülkeleri, ABD’nin askeri işbirliği ve uyguladığı baskı karşısında daha dayanıksız hale getirebilirdi.
Savaş henüz yeni başlamışken Sovyetler birliği, Irak’a gitmek üzere yolda çıkmış olan silah sevkiyatını geri çevirdi ve bir buçuk yıl boyunca Irak saldıran taraf olduğu sürece Moskova Bağdat’a silah yardımı yapmadı. [30] Mart 1981’de Saddam Hüseyin tarafından bastırılmış olan Irak Komünist Partisi, Sovyetler Birliği’nden savaşın durdurulması ve Irak kuvvetlerinin geri çekmesi çağrısında bulunan yayınlar yaptı. [31] Aynı ay içinde ABD Dışişleri Bakanı Alexander Haig, Senato Dış İlişkiler Komitesine Bağdat’la ilişkileri geliştirmek için fırsatlar gördüğünü ve onaylar bir şekilde Irak’ın “Orta Doğudaki Sovyet emperyalizminin hareketlerinden” kaygı duyduğunu söyledi. ABD daha sonra beş Boeing yolcu uçağının Irak’a satışını onayladı ve Dışişleri Bakanlığı bakan yardımcısını görüşmeler yapmak üzere Bağdat’a yolladı. [32] ABD Irak’ı, adı kötüye çıkacak kadar seçici olan uluslararası terörizme destek veren ülkeler listesinden çıkardı [33] (üstelik Terörist Ebu Nidal bu ülkede üslenmiş olmasına rağmen) [34] ve Washington, Irak’a yapılacak Amerikan ihracatları için 400 milyon dolarlık bir kredi garantisi verdi. [35] Kasım 1984’te, ABD ve Irak 1967’de kopmuş olan ilişkilerini tekrar onarmışlardı. [36]
SOVYET TEHDİDİ VE ACİL MÜDAHALE GÜCÜ ii(AMG)
Savaş, Irak’taki ABD pozisyonunu güçlendirirken, diğer yandan ABD’nin Körfez’deki diğer Arap ülkeleriyle askeri ilişkilerini de geliştiriyordu.
Washington tipik bir şekilde Sovyet tehdidini kullanarak, Körfez’de askeri bağlantılar için duyduğu arzuyu ve bölgede kullanmayı amaçladığı güçlerindeki artışı meşrulaştırdı. Ocak 1980’de Başkan Carter, “bir dış gücün” Körfez’i ele geçirmesini engellemek amacıyla gerekirse askeri güç kullanacağını ilan eden “Carter Doktrinini” ilan etti. Fakat Michael Klare’nin de dikkat çektiği gibi, ABD’nin gerçek kaygısı, beş gün sonra Savunma Bakanı Harold Brown’un Amerika’nın askeri duruşunu belli eden beyanatıyla ortaya çıktı. Brown, asıl tehdidin Sovyet yayılmacılığı değil, Üçüncü Dünya’daki kontrolsüz karışıklık olduğunu söylüyordu ve şu uyarıyı yapıyordu: “İhtilafların ve şiddettin hakim olduğu bir dünyada yurtdışında silahsız olarak bulunmayı göze alamayız.” “Ekonomimizin gelişmesinin ve yayılmasının aldığı özel biçim, maddi refahımız için ithalata, ihracata ve denizaşırı yatırımlardan gelen kazançlara hiç de azımsanmayacak ölçüde bağımlı hale geldiğimiz anlamına geliyor.” Daha özgül olarak, Brown “Orta Doğu’dan gelen petrol akışının korunmasının”, “açıkça hayati çıkarlarımızın bir parçası” olduğunu ilan ediyor ve çıkarlarımızı korumak için ABD’nin “askeri güç kullanılması dahil, uygun olan her türlü eyleme girişeceğini” belirtiyordu. [37]
Brown ABD’nin, devrim gibi dahili tehditlere karşı askeri müdahalede bulunacağını açıkça söylemiyordu; ama görevinden ayrıldıktan sonra neyin açıkça söylenebileceğini ve neyin söylenemeyeceğini açıkladı: “ABD’nin petrol alanlarını dahili veya bölgesel tehditlere karşı korumayı planlamasının gerekip gerekmediği hassas bir konudur. Bu yönde açıkça ortaya konacak her türlü taahhüdün, petrol üreticilerini rahatlatacağı yerde rahatsız etmesi ve sinirlendirmesi daha yüksek bir ihtimaldir. “[38]
Körfez’in, ABD tarafından açıkça belirtilen petrol alanlarını “koruma” taahhütlerine karşı hassas olmasının iki kaynağı vardır. İlkin, şeyhlikler, kendi halklarına karşı ABD’ye bağımlı oldukları izleniminin oluşmasını istemezler. İkinci olarak da Körfez ülkeleri, ikinci bir AMG durumunda petrol alanlarının ilhak edileceği yönünde ABD’de sık sık yapılan konuşmalardan rahatsız olmuşlardı. [39] Hatta petrol alanlarının ilhakının fizibilitesini araştırmak için bir Kongre araştırması bile yapılmıştı; ve bu araştırmanın bu tür bir operasyonun askeri açıdan başarılı olmasının çok zor göründüğünü ortaya koymasına rağmen, bunun analiz için uygun bir konu olarak düşünülmesi bile Körfez’e güven telkin etmemişti. [40]
Bu hassasiyet dikkate alındığında, Brown ABD’nin askeri darbeler ve başka tehditlere karşı müdahale için planlarını ve kapasitesini hazırlaması gerektiğini, ama bu amaca dönük olarak açıkça ilan edilmiş bir politikadan kaçınmasını tembihlemişti. [41]
Carter yönetimi, Körfez bölgesine ABD askeri gücü konuşlandırma planları çerçevesinde bir Acil Müdahale Gücü (AMG) oluşturmaya başladı. Aslında planlama 1977’de önerilmişti, fakat Sovyetler’in Afganistan işgaline kadar pek bir ilerleme kaydedilmemişti. AMG’nin asıl amacı her zaman, Carter’in Ulusal Güvenlik Danışmanı’nın sözleriyle “dost bir hükümete, yıkıcı bir saldırı karşısında yardım etmek”ti. [42] Bununla beraber, AMG’nin meşrulaştırılması için Sovyet tehdidinin büyütülmesi gerekiyordu. Dolayısıyla Carter, ABD askeri uzmanlarının “Afganistan’daki bir hamlenin, İran veya Körfez’e doğru herhangi bir Sovyet hareketi için ciddi bir avantaj sağlamayacağının” pekala farkında olmalarına rağmen, Afganistan’ın işgal edilmesinin stratejik önemi hakkında kıyameti çağrıştıran sözcüklerle konuşuyordu. [43]
1980’de Ordu, Sovyetler’in İran’ı bütünüyle işgal ettiğini varsayan “Cesur Şövalye” adlı bir tatbikat düzenledi. Buna göre Ordu, Sovyet devini geri püskürtmek için 325.000 askere ihtiyacı olduğu sonucuna vardı. Eski bir askeri işler yardımcısı Senatör Sam Nunn’a göre, Ordu bu senaryoyu devasa bir askeri güce ihtiyacı olacağını garantilemek için özellikle seçmişti. [44] Bu büyüklükteki bir AMG Üçüncü Dünya’daki baş belalarıyla savaşmak için gereksiz ölçüde büyük görünse de, Pentagon 1980’lerin ortalarında, Üçüncü Dünya ordularının artık “eli bıçaklı çapulculardan” oluşmadığını ve ABD’nin artık “sadece bayrak göstererek bir bölgenin istikrarlı hale gelmesini umamayacağını” söyledi. [45]
Reagan, başkan olduğunda bir basın toplantısında Suudi Arabistan’ın “yeni bir İran’a dönüşmesine asla izin vermeyeceğimizi” açıklayarak, “Reagan’ın Vasiyetname Eki ” olarak bilinen şeyi “Carter Doktrini’ne” ekledi. [46] Ek, yeni bir politikayı işaret etmiyordu, ama her zamanki politikayı daha açık hale getiriyordu.
Reagan döneminde CIA, Sovyetler’in İran’ı işgal etme ihtimalinin çok “uzak” olduğunu gizlice ortaya koymuştu. [47] Bu pek de ilginç olmayan bir sonuçtu, zira Kızıl Ordu’nun, nüfusun yarısını denetleyen ve çok daha kötü bir donanıma sahip Afganiler karşısında pek iyi vakit geçirdiği söylenemezdi. [48] Öte yandan, Sovyet tehdidinin gerçekten uzak olması, AMG’nin inşasını durdurmadı.
1982’de Pentagon’un gizli “Savunma Kılavuzu” belgesinde, Sovyetler Birliği’nin kuvvetlerini Körfez’e indirmek için “doğrudan işgal dışında başka bir yol” kullanabileceği belirtiliyordu. Belge şöyle devam ediyordu: “Koşullar ne olursa olsun, İran Körfezi petrolüne erişimimiz tehdit edildiğinde, Amerikan güçlerini bölgede doğrudan devreye sokmak için hazırlıklı olmalıyız...” [49] Senatoda pek çok kişi SSCB tehdidine çok fazla vurgu yapıldığını; halbuki asıl “müttefik güçlerle birlikte ABD’nin bölge petrol tedarikine erişimini tehdit eden bölgesel savaşları veya solcuları ya da milliyetçileri caydırmak, hatta gerekirse onlarla savaşmak” üzerinde durulması gerektiğini söylüyordu. [50]
Resmi söylem, AMG’nin, bir hükümet Sovyet saldırısını püskürtmek üzere davet ettiği zaman konuşlandırılacağı yolundaydı. Fakat Library of Congress’in bir araştırmasının belirttiği gibi bu görüş “güçlerin bir davet beklemeden, zorla girecek kapasiteye sahip olması gerektiğini söyleyen kılavuz belgeler” tarafından yalanlanıyordu. [51] Senatör Tower ve Cohen, askeri direnişe kıyıdan karşı koyabilecek deniz piyadelerine ağırlık verilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Yönetim, AMG planlarının deniz piyadelerine dayanan bir “zorla girme” seçeneği içerdiğini söylüyordu. Deniz Piyadeleri Komutanı 1982 Martı’nda “Kendi kapımızı kendimiz açabilmeliyiz” diye açıklamıştı. [52] Kısacası, bu adamlar “eli bıçaklı çapulcular”dan ibaret değillerdi.
AMG’yi desteklemek için Pentagon’un sadece Orta Doğu’da değil, bütün dünyada konuşlandırılacak bir üsler ağına ihtiyacı vardı. Eski bir kıdemli Savunma Bakanlığı görevlisi, “artık şimdi ‘Körfez sularının’ hemen hemen Malacca Boğazı’ndan iii Güney Atlantik’e kadar uzandığını” gözlemlemişti.[53] Yine de Körfez yakınındaki üslerin özel bir önemi vardı ve Pentagon yetkilileri “ Körfez’de karada [54] bir mevcudiyet elde etmenin hayati bir öneme sahip olduğu [55]” uyarısı yapıyorlardı. Körfez ülkeleri ABD ile açıktan ilişkiye geçmek istemiyorlardı, fakat İran-Irak savaşı bu isteksizliğin bir bölümünün üstesinden gelinmesinde önemli bir rol oynadı. 1985’te İran’ın savaşta ilerlemesi uğursuz bir gelişme olarak görünürken, New York Times gazetesi Umman’ın “İran Körfezi petrolünü korumaya yönelik istihbarat operasyonları, askeri manevralar ve lojistik hazırlık için bir üs haline geldiğini” yazıyordu. [56] Bir kaç ay sonra basına sızdırılan gizli bir ABD raporuna göre Suudi Arabistan bir kriz durumunda ABD’ye sınırları içindeki üsleri kullanma izni vermişti. [57] Kapılar, ABD etkisine sonuna kadar açılıyordu.
TAHRAN’A KARŞI ÇİFTE POLİTİKA
ABD’nin İran politikası daha karmaşıktı, çünkü aynı anda uygulanan iki farklı politika söz konusuydu. Bir yandan, ABD yetkilileri Tahran’daki hükümetinin altını oymak için örtülü bir programa dönük “büyük bir potansiyeli” olduğunu keşfetmişti;[58] öbür taraftan da Washington, aynı hükümetle iyi ilişkiler kurmaya çalışıyordu.
ABD’nin ilk politika biçimini hayata geçirmek için yaptıkları, Washington’un Humeyni rejimine karşıtlığının, rejimin demokrasi eksikliği ile hiçbir ilgilisi olmadığını göstermişti; çünkü ABD’nin Humeyni’ye karşı arka çıktığı gruplar, bir önceki diktatörün, Şah’ın taraftarlarıydı.
1982 de CIA, yine CIA destekli 1953 darbesinde İran petrolünün yabancı yatırımcıların kontrolüne girmesini sağlayan Ali Amini’nin yönettiği Paris’te bulunan İran Kurtuluş Cephesi’ne ayda 100.000 dolar para yardımı yapmaya başladı. [59] ABD aynı zamanda Türkiye’de konuşlanmış iki paramiliter gruba da destek veriyordu. Bunlardan birincisi, Şah’ın son başbakanı Şahpur Bahtiyar’la yakın ilişkileri bulunan, aynı zamanda Şah’ın ordu komutanı olan general Bahram Aryana tarafından yönetiliyordu. [60]
1980’de Carter yönetimi sırasında ABD, Mısır’dan İran’a el altından radyo yayını yapmaya başladı; bu yayınlar ayda 20-30.000 dolara mal oluyordu. Bu yayınlarda Humeyni’nin devrilmesi ve Bahtiyar’ın desteklenmesi çağrısı yapılıyordu. [61] Diğer yayınlarda ise bolca Sovyet-karşıtı malzeme vardı. [62] 1986’da CIA, İran’ın ulusal televizyon kanalının frekansına sızarak Şah’ın oğlunun 11 dakikalık konuşmasını İran TV’sinden korsan olarak yayınladı. Rıza Pehlevi “geri döneceğim,” diye yemin ediyordu. [63]
Bu faaliyetlerle eş zamanlı olarak ABD, ikinci politik hattını izliyordu: mollaların Sol’la mücadele ederken Washington’la paylaştığı ortak çıkarlara dayanarak onlarla ilişki kurmaya çalışıyordu. ABD’nin amacı, Reagan’ın Kasım 1986’da, İran-Kontra skandalı patlak verdikten sonra açıkladığı gibi “İran’ı bir zamanlar içinde bulunduğu eski konumuna, yani demokratik ülkeler ailesine geri döndürecek bir yol bulmak”tı. Mansur Ferheng’in de dediği gibi, 1979 öncesi İran’ın pek demokratik sayılamayacağını düşünürsek bu iyi bir numara. [64]
Tower Komisyonuna göre “1983’te ABD, Tahran’ın dikkatini, komünist Tudeh Partisi’nin ve Sovyet veya Sovyet yanlısı kadroların hükümete ciddi şekilde sızabileceği tehdidine çekti. Humeyni hükümeti bu bilgiyi kullanarak İran’daki Sovyet yanlısı altyapıyı tamamen silecek, toplu idamlar da dahil olmak üzere sert önlemler almaya başladı. [65] Bu toplu katliamlar, ABD görevlilerinden beklenen ilgiyi gördü. Carter yönetimindeki Dışişleri müsteşarı “Oradaki solcuların kafalarını uçuruyorlar” diyordu. [66] Ayrıca ABD İranlılara, İran sınırındaki Sovyet tehdidi hakkında “gerçek ve yanıltıcı istihbarat” sağlıyordu. [67]
Reagan Yönetimindeki görevliler, amaçlarının oradaki ılımlılarla ilişki kurmak olduğunu söylüyordu. Öte yandan gerçekte fanatik din adamlarıyla ilişki içinde olduklarının farkındaydılar. Oliver North Aralık 1985’te Robert McFarlane ve John Poindexter’e ABD’nin İran’a gizlice sağladığı tanksavarların, muhtemelen mollaların baskın birlikleri olan Devrim Muhafızlarına gittiğini söylüyordu.[68] Ağustos 1986’da İsrail başbakanın özel yardımcısı, George “alakasız” Bush’a “en radikal unsurlarla iş yapmaktayız... Bu iyi bir şey, çünkü radikallerin verdikleri sözleri tuttuklarını, ama ılımlıların bunu yapamadığını öğrendik” şeklinde bilgi veriyordu. [69]
Her ne kadar bu politikayı gerçekleştirmek için silah transferlerini kullanmak olumlu karşılanmadıysa da, İran’la stratejik bağlar kurmak düşüncesi ABD’de geniş kesimler tarafından desteklendi. Örneğin Tower Komisyonu, silah transferlerine karşı çıkmakla birlikte, “İran’a yapılacak stratejik bir açılımın ulusal çıkarlar açısından iyi olacağını” söylüyordu. [70] Ama şunun açıklığa kavuşturulması gerekir ki, stratejik bir açılımla kastedilen basitçe eski düşmanla bir diyaloga başlamak veya medeni bir şekilde onunla ilişki kurmak değildi. Sovyetler Birliği’nin ciddi herhangi bir erişime sahip olmasını engelleme politikasının bir parçasıydı. Dolayısıyla CIA’nin 1985’teki bir raporuna göre İran’a ilk giren süper güç “diğerinin dışlanmasını sağlayacak güçlü bir pozisyona” sahip olacaktı. [71] Başka bir CIA yetkilisi “İran’ın güvence altına alınmasını”, böylelikle “İran’ın ABD ile yeniden ilişki kurarak Sovyetler’i reddetmesinin” sağlanmasını amaçlıyordu. [72] Ayrıca McFarlane, Mayıs 1986’da Tahran’da yapılan gizli bir toplantıdan sonra Poindexter’a söyle bir telgraf çekmişti: “bizim için gerçekten stratejik faydalar sağlayacak ve Sovyetler’e pahalıya mal olacak bir yolda ilerliyoruz.” [73]
AYETULLAH’A SİLAH YARDIMI
ABD’li politikacıların 1986-1986 arasında İran’daki pozisyonlarını korumak için kullandıkları temel araç, ülkeye gizlice silah ve istihbarat sağlamaktı. İran-Irak savaşında tarafsız olduğunu ilan eden ABD’nin herhangi bir tarafa silah satması herhalde uygun olmazdı. Buna karşın, ABD müttefikleri savaşan tarafların silah ve teçhizat stoklarını yeniliyordu. [74] İsrail, çok miktardaki ABD yapımı silahı İran’a sevk etti;[75] bu sevkiyat için (Amerikan yasalarınca gerekli kılındığı üzere) ABD’den alınan iznin kapsamı bilinmiyor. Fakat hiç kuşkusuz ABD isteseydi bu sevkiyatı durdurabilecek araçlara sahipti.
1984’te İran’ın savaş alanındaki zaferleri ve gelişen ABD-Irak ilişkileri nedeniyle Washington “Akıntıyı Kesme Operasyonu”nu iv başlattı. Bu operasyonla ABD, İran’ın silah kaynaklarını kurutmak için müttefiklerine Tahran’a silah yardımı yapmamalarını konusunda baskı yaptı. [76] Dolayısıyla, ABD’nin 1985-86 arasında İran’a silah satması yalnızca kendi tarafsızlığını bozmakla kalmadı, silah satışı konusunda başka ülkelerin izlemesini istediği politikanın da altını oydu. Sinik birisi, “Akıntıyı Kesme Operasyonu”nun İran’a yapılan ABD silah sevkiyatını daha da değerli hale getirdiğine dikkat çekecektir.
Bu gizli silah ticareti ortaya çıktığında Reagan yönetimi birçok açıdan büyük bir skandal ile karşı karşıya kaldı. Boland Anayasa Değişikliğiniv ihlal etme pahasına, bu silah satışlarının gelirleri Nikaragualı kontralara aktarılmıştı. Yönetimin terörizm konusunda vaaz ettiği uzlaşmaz tutum her zaman iki yüzlü olsa da, Nikaragua veya başka yerlerde terörizme destek vermesi gözönüne alındığında, “rehine karşılığı silah” değiş-tokuşu yaparken suçüstü yakalanması rahatsız ediciydi.
Aslında, ABD Tahran’a ilk defa rehine karşılığında silah önermemişti. Ekim 1980’de Carter yönetimi, eğer rehin alınan ABD elçilik çalışanları hemen salıverilirse İran’a ABD askeri teçhizat yedek parçalarının satılabileceğini açıklamıştı.[77] Hatta ABD’li görevliler arasında, İranlıların yedek parçaları daha çabuk elde edebilmesi için, teçhizatın Almanya, Pakistan ve Cezayir’e önceden gönderilmesi fikri konuşuluyordu. [78] Cumhuriyetçiler Carter’i, rehinelerin salıverilmesini seçim zamanına denk getirmeye çalışmakla itham ediyorlardı; Cumhuriyetçilerin de bu süre içinde bir seçim manevrasına giriştiklerine dair kanıtlar vardır: Reagan’ın zaferini garanti etmek amacıyla, rehineleri seçimler sona erene kadar salıvermemesi için İran’la pazarlıklar yapılıyordu.[79]
Her halükarda Reagan yönetiminin amacı rehineleri kurtarmak değil politik güç sağlamaktı. Başkanın kafasındaki ne olursa olsun, Ulusal Güvenlik Konseyine göre kilit nokta politik gündemdi.[80]
Rehinelerin özgürlüğünü satın almak için öne sürülen argümanlar ne olursa olsun, onların salıverilmesi karşılığında silah satmak başlı başına bir konuydu; çünkü bazı rehinelerin hayatına karşılık, satılan silahlarla üzerlerine ateş açılacak insanların hayatı değiş tokuş ediliyordu. Ayrıca “stratejik bir açılım” için silah satmak daha da kötü bir şeydi; çünkü silahlar, ordusu saldırı pozisyonunda olan tarafa gidecekti. Reagan’a göre silahların hepsi, doğası gereği, korunmak içindi, [81] ama tabii ki bu bir saçmalıktır. İlerleyen bir ordunun elindeki tanksavarlar saldırı amaçlı olarak kullanılabilir ve ABD’li görevliler İran’ın silahları ne için istediğini de çok iyi biliyordu: örneğin Tower Komisyonu’nun açıklamalarına göre, Oliver North ve CIA yetkilileri, İran tarafında bağlantı kurdukları kişilerle “İran’ın, Irak’a karşı saldırı operasyonlarında kullanacağı acil istihbarat ve silah ihtiyacını” tartışmışlardı. [82]
ABD’nin İran’a sağladığı istihbarat hem doğru hem de yanıltıcı bilgileri kapsıyordu. CIA’nın açıklamalarına göre yanıltıcı bilgiler, örneğin kuzey sınırındaki Sovyet birliklerinin faaliyetlerinin abartılması, İran’ın Irak’a karşı nihai taarruza geçmesini engellemek için veriliyordu.[83] Ama ABD sadece İran’ın son taarruzunu engellemek isteseydi, bunu daha kolay bir yoldan yapabilirdi: İran’a, nihai bir taarruza kalkışması halinde Washington’un hava gücünü kullanmak üzere planlar yaptığından bahsedebilirdi. Buna karşın, Sovyetler Birliği’yle ilgili olarak yapılan bu yanlış bilgilendirmenin, İran’ın hem Moskova’ya hem de yerel komünistlere düşmanlığını arttırmak gibi ek bir avantajı da vardı.
ABD istihbaratı sadece Sovyetler Birliği ile uğraşmıyor, aynı zamanda Irak cephesi hakkında da bilgi topluyordu. CIA başkan vekili John McMahon, Poindexter’a İran’a bu tür bir istihbarat vermenin “kesin bir avantaj” sağlamak anlamına geleceğini ve bunun potansiyel olarak “felaketle sonuçlanabileceğini” söyleyerek uyardığını belirtiyor. Dolayısıyla North’u, İran’a yalnızca sınırlı bir istihbarat sağlanması konusunda ikna ettiğini iddia ediyor. [85] Fakat North, Şubat 1986’da Fao yarımadasındaki büyük zaferinden hemen önce İran’a çok kritik bilgiler vermişti. [86] Bu konuda, North’un ne ölçüde kendi başına davrandığı bilinmiyor; ama McMahon’ın uyarılarına karşın, ne Poindexter’in ne de CIA başkanı Casey’nin İran’a tam bir istihbarat sağlama planından vazgeçmemesi dikkat çekicidir. [87]
Bir yandan ABD Tahran’a, bir CIA analistinin dediği gibi, askeri dengeyi bozabilecek silahlar satarken [88] ve Tower Komisyonunun “potansiyel olarak çok önemli” olduğunu söylediği istihbarat bilgilerini verirken, [89] diğer yandan Irak’a da, bazıları yanıltıcı ve eksik olan istihbarat bilgileri sağlıyordu. [90] 1986’da CIA, Irak’ın ABD uydularının sağladığı istihbarata daha çabuk erişmesini sağlamak amacıyla doğrudan bir Washington-Bağdat hattı kurdu. [91] Aynı zamanda Casey de, Irak’ı, İran’a daha fazla saldırı düzenlemesi, özellikle de ekonomik hedeflere saldırması için sıkıştırıyordu. [92] Kanlı bir savaşta ABD’nin neden iki tarafa birden yardım ettiği sorusuna eski bir yetkili şöyle cevap veriyordu, “Orada mevcudiyetinizi korumak zorundaydınız.”[93]
Washington’un her iki tarafla da mevcut ilişkilerini güçlendirmek üzere giriştiği çabalar, 1986 sonunda İran Hükümeti içindeki bir hizbin silah ticareti hakkındaki bütün hikâyeyi basına sızdırmasıyla çöktü. Artık Reagan hükümeti, hem İranlıları yabancılaştırmış, hem de ABD’nin İran’ın dostluğuna kendilerinden daha fazla değer verdiğini düşünen Araplar’ın paniğe kapılmasına yol açmıştı; dolayısıyla tatsız bir durumla karşı karşıyaydı. En azından taraflardan birisiyle ilişkilerini düzeltmek için ABD’nin bir taraftan yana – üstelik de ciddi bir şekilde – ağırlığını koyması gerekiyordu; tercihini Irak’tan yana kullandı.
AMERİKAN DONANMASI
Yaptığı tercihi gösterme fırsatı gelmişti. Kuveyt sürekli artan bir kaygıyla İran’ın, belki de ABD silahları ve istihbaratı sayesinde savaş alanında kazandığı başarıları izliyordu. İran, Kuveyt limanlarına uğrayan gemilere saldırıyordu ve Kuveyt kendini korumak için ABD’yi sorunun içene çekmeye çalışmaya karar verdi. Eylül 1986’da (skandal patlak vermeden önce) hem Washington’a hem de Moskova’ya yanaştı ve Kuveyt ticaret gemilerine kendi bayraklarını çekmek, yani Kuveyt gemilerini kendi donanmalarının bir parçası gibi korumak isteyip istemediklerini sordu. ABD’nin ilk tepkisi bu çağrıya kayıtsız kalmak oldu. Ama Mart 1987’de Sovyetler’in 11 tankere kendi bayrağını çekmeyi önerdiğini öğrendiğinde, ABD de hemen bu 11 tankere kendi bayrağını çekmeyi önerdi. Böylelikle hem Körfez’deki Sovyet etkisini savuşturacak hem de Irak’ı desteklediğini gösterme fırsatı bulacaktı.[94]
Kuveyt Moskova’nın değil, ABD’nin önerisini kabul etti, ama üç tane Sovyet gemisi kiralayarak bir denge kurmaya çalıştı. [95] Kuveyt Sovyetler’in yayılma eğiliminden Amerikan kurtarıcılarına göre daha az korkuyordu. Politik İşler Müsteşarı Michael H. Armcoast 1987 Haziran’ında yaptığı bir açıklamada, eğer SSCB’nin Körfez petrolünü korumada üstlendiği rolün arttırılmasına izin verilirse, Körfez ülkelerinin Moskova’ya ilave kolaylıklar vermek için büyük baskı altında kalacaklarını söyledi. [96] Amerika’ya göre sadece bir süper güç bölgede imtiyazlara sahip olabilirdi ve bu da ABD’ydi. Bu nedenle, SSCB Aralık 1980’de Körfez’in tarafsızlaştırılmasını önerdiğinde, yani ittifak, üs ve müdahale olmayan ve serbest ticaretin ve deniz yollarının önündeki engellerin kaldırıldığı bir bölgeye dönüştürülmesini istediğinde [97] Washington hiç ilgi göstermemişti. Ağustos 1987’de ABD Körfez yakınlarında ve Körfez’de bir uçak gemisi, bir savaş gemisi, altı kruvazör, üç destroyer, yedi firkateyn ve çok sayıda donanma destek gemisine sahipti. [98] Bir Kongre araştırmasının da ortaya koyduğu gibi buradaki kuvvet “Vietnam savaşından bu yana konuşlandırılan en büyük donanma” idi. [99]
Reagan yönetimine göre Kuveyt gemilerine ABD bayrağı çekilmesinin tek amacı petrol akışını korumaktı. Reagan, karamsar bir şekilde 1973-74 ve 1978-79 olaylarının nasıl “petrol akışındaki küçük bir aksamanın – yüzde 5’ten daha az – petrol fiyatlarını çok ciddi şekilde yükselttiğini” kanıtladığını hatırlatarak “Körfez’den sağlanan petrol arzında meydana gelecek ciddi bir aksamanın, dünya petrol fiyatlarının tavana vurmasına yol açacağı” uyarısında bulundu.[100]
Öte yandan gerçekte petrol, dolayısıyla petrol fiyatları hiç bir zaman böyle bir tehlikeyle karşılaşmamıştı. Körfez-dışı ülkelerdeki petrol rezervleri üretim kapasitesinin altında kullanmasına karşın, 1980’lerin başından bu yana dünyada bir petrol bolluğu yaşanıyordu. İran-Irak savaşının yarattığı korkunç insani maliyete rağmen petrol fiyatları savaş boyunca gerçekte yüzde 50 düşmüştü. 1987’nin sonunda Körfez’de üretilen petrolün üçte ikisi boru hatlarıyla taşınıyordu. Kongre raporu, Körfez üretiminin tamamen durması gibi gerçekleşme ihtimali çok düşük bir durumunda bile bunun petrol arzına ve fiyatlarına etkisinin çok az olacağını ortaya koyuyordu. [102] Dolayısıyla, Hürmüz Boğazı Batı ekonomisinin “hayat damarlarından birisi” olarak görülemezdi.[103]
Boğazı geçen gemilerin yüzde 2’sinden azı saldırıya maruz kalmıştı ve bu sayı bile, saldırıların görece küçük bir zarara yol açtığı düşünülürse, yanıltıcıydı. On İran saldırısının yalnızca bir tanesi ciddi bir zarara yol açıyordu. [105]
İran, ABD donanmasının varlığı sebebiyle, gemilerle yapılan sevkiyata gittikçe daha çok saldırı düzenlemeye başlamıştı. [106] 1981 ve Nisan 1987 arasında, ABD Kuveyt gemilerine kendi bayrağını çekeceğini açıklayana kadar, İran toplam 90 gemiye saldırmıştı. Bu açıklamanın ardından İran bir yıldan daha kısa bir süre içinde 126 gemiye saldırdı. [107] Kongre araştırmasının da belirttiği gibi “ABD deniz gücünün Körfez’de varlık göstermesinden sonra burada sevkiyat yapmak daha güvensiz hale geldi.” [108]
Eğer ABD’nin kaygısı serbest seyrüsefer olsaydı, Sovyetler Birliği’nin, ABD ve diğer bütün ülkelerin deniz kuvvetlerinin bölgeden çekilmesi ve bunların yerine Birleşmiş Milletler gücünün gelmesi önerisiyle biraz olsun ilgilenirdi. [109] Fakat ABD bu öneriyle asla ilgilenmemişti. Gerçekte, New York Times gibi bazı medya organlarının da dikkat çektiği gibi, Körfez’i İran’ın petrol ihracatına kapatabilecek tek güç ABD’ydi; gerçi New York Times “böyle bir şeyin bölgedeki Arap ülkeleri talep etmedikçe düşünülemeyeceğini” de ekliyordu. [110] Serbest seyrüsefer için sanırım bu kadar yeter.
1981’de Körfez’de tanker savaşlarını başlatan gerçekte Irak’tı ve İran benzer boyutlarda bir karşılık vermemesine rağmen Irak 1984’e kadar saldırılarına devam etti. Mart 1984’de, Irak’ın saldırılarının temposunu ve kapsamını iyice arttırmasından iki ay sonra, İran sonunda cevap vermeye başladı. [111] Fakat ABD’nin bayrak çekme kararını açıklamasına kadar Irak saldırıları, İran’ınkilerden sayıca çok daha fazlaydı. [112] ABD donanması, bayrak çektiği gemileri koruyordu ve Nisan 1988’de artık İran saldırısına uğrayan bütün tarafsız gemileri korumaya başladı. [113] Pratikte bu, Irak’ın İran gemilerine acımasızca saldırabileceği ve İran’dan gelebilecek misilleme saldırılarının ABD tarafından engelleneceği anlamına geliyordu.
Washington uyguladığı bu politikayı Irak’ın sadece İran gemilerine saldırdığı, İran’ın ise tarafsız gemilere de, özellikle de Kuveyt gemilerine saldırdığını öne sürerek haklılaştırıyordu. Bu hukuki argüman iki açıdan kuşkuluydu. Birincisi Kuveyt, taraflıca davranan bir tarafsızdı. Diğer şeylerin yanı sıra, limanlarını daha sonra kara yoluyla Irak’a nakledilen savaş teçhizatının teslimatı için açmıştı. [114] İkincisi, Irak da tarafsız gemilere saldırmıştı. Hatta İran’a giden Suudi Arabistan gemilerini de vurmuştu. [115] Irak, İran sularındaki bazı bölgeleri “savaştan arındırılmış bölge” vi olarak ilan etmişti. Fakat bir uluslararası hukuk uzmanının da söylediği gibi “Irak’ın bu uygulaması II. Dünya Savaşı sırasındaki Alman yöntemlerini andırıyordu” ve “Irak’ın savaştan arındırılmış bölge uygulaması hiç bir biçimde haklılaştırılamazdı.” “Her iki tarafın da tarafsız ticaret gemilerine saldırması, uluslararası hukukun ihlal edilmesi sayılarak kınanmalı”ydı. [116] Dolayısıyla, Tanker savaşlarında ABD’nin Irak’ın yanında yer alması için hiçbir hukuki haklılığı yoktu.
Ayrıca, ABD donanmasını “barış gücü” olarak adlandırmak imkansızdı. İran’la ilişkilerden sorumlu eski bir Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi olan Gary Sick Amerikan deniz kuvvetlerinin “İran Körfezi’nin en sıcak bölgelerinde, saldırgan ve provokatif bir şekilde konuşlandığını” söylüyordu. “Bölgedeki saldırgan devriye politikamız savaşı bitirmeyi değil, yeni savaşlar başlatmayı amaçlıyor gibi görünüyor. Pek çok kere, sanki amacımız İran’ı bize karşı savaşa girmeye kışkırtmakmış gibi davrandık” diye devam ediyordu. [117] Bir Kongre raporuna göre, bütün Körfez ülkelerinde görevliler “ABD kuvvetlerinin bölgeye provokatif bir şekilde konuşlanmasını” eleştiriyordu. [118] Nisan 1988’de ABD, bir Amerikan gemisine düzenlenen bir mayın saldırısını II. Dünya Savaşı’ndan bu yana gerçekleşen en büyük deniz savaşına dönüştürdüğünde [119] El İttihat gazetesi, ki çoğunlukla Birleşik Arap Emirlikleri Hükümeti’nin görüşlerini yansıtır, ABD saldırılarını “Körfez’deki yangını körüklemekle” suçlamıştı. [120]
ABD’nin saldırgan duruşu Sovyetler Birliği’ninkiyle ciddi bir tezat arz ediyordu. Sovyetler Birliği de Körfez’deki gemilere, özellikle de Irak’a gönderilmek üzere Kuveyt’e silah taşıyan gemilere eşlik ediyordu. Hatta 6 Mayıs 1987’de İran hücumbotları bir Sovyet ticari gemisine saldırmıştı [121] ve iki hafta sonra da Kuveyt tarafından kiralanan Sovyet gemilerinden bir tanesi mayın saldırılarının ilk kurbanı olmuştu.[122] Fakat bu gerçekler pek fazla bilinmez, çünkü Sovyetler’in bunlara yönelik tepkisi fazlasıyla ılımlıydı.
Sovyetler’in Körfez politikası, ABD ordusu tarafından ısmarlanan ve saygın entelektüel, Rand Şirketi’nin ağır topu Francis Fukuyama tarafından yapılan bir araştırmanın konusu olmuştu. Fukuyama, Gorbaçov’un dış politikadaki “yeni görüşünün” İran Körfezi söz konusu olduğunda retorikten ibaret olduğunu, çünkü Moskova’nın ABD’ye karşı “toplamda sıfır” (zero-sum) (yani tamamen rekabetçi) politikasına devam ettiğini söylüyordu. Fakat araştırmada sıralanan bilgiler tamamen farklı bir gerçeğe işaret ediyordu. Fukuyama, “Sovyetler’in, Körfez’de tamamen toplamda sıfır oyunu oynayan bir ABD yönetimi ile karşı karşıya olduğunu....eğer işbirliği yapmak isteyen bir ABD’yle karşı karşıya olsaydı Sovyetler’in nasıl karşılık vereceğinin test edilemez, dolayısıyla da bilinemez” olduğunu yazmıştı. Yine de, Fukuyama’ya göre diğer politika alanlarında ABD’nin uzlaşmaz tavrı karşısında Gorbaçov ılımlı davrandığı ve aynı şeyi pekala Körfez’de tekrarlayabileceği için SSCB suçlanmalıydı. [123]
Fukuyama, Sovyetler Birliği’nin Körfez’de saldırgan politikalardan, örneğin Kuveyt konusunda ABD ile yarışa girmekten kaçındığını teslim ediyordu. Körfez’deki Sovyet deniz kuvvetlerinin, ABD’ninkilerin tersine saldırı amaçlı konuşlandırılmadığı gözleminde bulunuyordu. (Gerçekten de Fukuyama, Moskova’nın, Amerika’nın tersine, 1970’lerin başından beri silahlı güçlerini geliştirme kapasitesi konusunda yavaşlayan bir tempo içine girdiğini fark etmişti.) ABD’nin aksine, SSCB Körfez’de başat olarak silahlı güç yerine ekonomik ve politik araçlar kullanıyordu; diğer yandan, İran’la ilişkilerinde kendisini avantajlı kılacak bir durum hedeflediğinde, Beyaz Saray ve Tahran arasında kurulan gizli ilişkilere cevaben Moskova da İran’la ilişki kurmuştu. [124] Kısacası, SSCB’nin Körfez’de izlediği politika “yeni görüşünün” yetersizliğini nedeniyle eleştiriliyorsa, Moskova’yla karşılaştırıldığında ABD’nin de bir Taş Devri politikası güttüğünü söylemeliyiz.
ABD donanmasının provokatif konuşlanmaları pek çok masum sivilin hayatına mal oldu. Kasım 1987’de bir Amerikan savaş gemisi, makineli tüfeklerini geceleyin İran hücumbotu olduğunu zannettiği bir gemiyi düşmanca hedef alarak ateşledi. Aslında bu gemi Birleşik Arap Emirlikleri’ne ait bir balıkçı gemisiydi. Bir kişi ölmüş, üç kişi de yaralanmıştı. [125] En ciddi olay ise, ABD kruvazörlerinden bir tanesinin, Vicennes’in, bir İran yolcu uçağını düşürerek içindeki 290 kişiyi katletmesiydi. Körfez’deki başka bir Amerikan gemisinin komutanı “olaydan önceki bir ay içinde İran askeri kuvvetlerinin konumu tehlike arz etmezken” Vicennes’in manevraları, bazı donanma komutanlarının gemiye “Robo Kruvazör” ismini vermesine yol açacak kadar “tutarlı bir saldırganlık sergiliyordu” diyordu. [126]
Körfez’de yaşanan bu gerilimler, ABD’nin en önemli amaçlarından bir tanesine hizmet ediyordu: Körfez devletlerini ABD’yle askeri işbirliği yapmaya teşvik ediyordu. Yukarıda da belirtildiği gibi ABD, İran-Irak savaşını, Körfez bölgesinde yeni üsler edinme hakkı elde edeceği bir manivela olarak kullanıyordu. Tarafsız gemilere kendi bayrağını çekme operasyonu ABD’nin konumunu güçlendirmişti. Associated Press’in bir haberine göre, AMG’de görevli bir Amerikan Amirali “Amerika, Körfez’deki büyük askeri katkısı ve kararlılığı sayesinde, bölgedeki Arap liderlerinin gözünde hiç olmadığı kadar güvenilirliğini arttırmıştır” diye açıklamıştı. Bu askeri katkı ve kararlılık, ABD’nin Körfez ülkeleriyle daha iyi diplomatik ve askeri ilişkiler geliştirmesini sağlamıştı. [127]
KAYITSIZLIK VE DİPLOMASİ
ABD donanmasının saldırgan konuşlanmasına New York Times’dan hiç itiraz gelmedi. Editörler, Wasington’un “tarafsızlığı vaaz etmesinin, çok zayıf bir diplomatik kılıf olduğunu”, gerçekte “ABD’nin seçimini Irak’tan yana kullandığını” kabul ediyorlardı. Ama bu tercih “iyi bir amaç uğruna” yapılmıştı ve barışı sağlamak üzere tasarlanmış bir stratejiydi. [128] Times, yönetimin biraz kafa karışıklığı yaşadığını itiraf etse de Washington’un “İran’ı tahdit etmeye yönelik tutarlı bir politika geliştirdiğini, dolayısıyla Körfez’de risk alma hakkı kazandığını” söylüyordu. [129] Alınan riskler bir İran yolcu uçağının düşürülmesiyle sonuçlandığında ise editörler, suçun İranlı pilota ait olabileceğini, eğer öyle değilse, bunun tamamen savaşı durdurmayı reddeden Tahranın hatası olduğunu yazıyordu. [130]
Washington tarafından desteklenen yaygın görüş böyleydi; yani, İran barışın önündeki tek engeldi. Bununla birlikte, savaştaki diplomasi yeniden gözden geçirilirse, dökülen kanlarda hiç kuskusuz Humeyni’nin büyük bir payı vardı, ama suç onunla bitmiyordu.
Irak 22 Eylül 1980’de İran’a saldırdığında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplantı yapmadan önce dört gün bekledi. 28 Eylül’de savaşa son verme çağrısı yapan 479. No’lu kararı kabul etti. Fakat bu belge Irak’ın saldırganlığını kınamıyor (hatta zikretmiyor) ve uluslararası olarak tanınan sınırlara geri çekilme çağrısında bulunmuyordu. BM’in yanıtını ayrıntılı olarak araştıran Ralph King’e göre, “Konsey Irak’ın Eylül 1980’de yaptıklarını az ya da çok kasıtlı bir şekilde görmezden geldi.” Çünkü Konsey’in gözünde İran kötü bir izlenime sahipti ve Konsey yardımına koşmak için İran’ın içinde bulunduğu zor durumla ilgilenmiyordu. ABD delegesi, Konsey’in Amerikan rehineleri hakkında verdiği kararları hiçe sayan İran’ın, Konsey’in bu zayıf tavrından şikayet edemeyeceğini söylüyordu.
İran 479 sayılı kararı tek taraflı olduğu için reddetti – ki gerçekten de tek taraflıydı. Norveç, birliklerin uluslararası denetim altında geri çekilmesini önerdiğinde Irak – haklı olarak – bunun 479’u ihlal ettiğini öne sürdü. İran, Irak güçleri topraklarından çekilmediği sürece herhangi bir görüşmeye katılmayacağını açıkladı. [131] Aynı süre içinde, Dışişleri Bakanlığı görevlileri “anlaşma sağlamak için bir ABD-SSCB ortak girişimi” önerdi, fakat Brzezinski bunun “Körfez’deki Sovyet varlığını haklılaştırarak hayati çıkarlarımızı objektif anlamda zarara uğratacağını” savundu. [132] Ufukta herhangi bir Amerikan girişimi görülmüyordu. Ekim ayında birkaç verimsiz Konsey toplantısı daha yapıldı ve büyük katliamlar yaşanmasına rağmen Temmuz 1982’ye kadar savaş konusunda bir daha hiç bir resmi toplantı yapılmadı. [133]
Arabuluculuk için üçüncü taraflar birkaç girişimde bulundu. Birincisi, BM genel sekreterini temsilen Olof Palme tarafından başlatıldı. Palme başlangıç adımı olarak Şatt ül-Arap suyolunun temizlenmesini önerdi. Ama Irak yalnızca bütün maliyeti kendinin üstlenmesi durumunda kabul edeceğini söyledi. (Böylelikle Irak bütün nehrin kendisine ait olduğu iddiasını meşrulaştıracaktı). Dolayısıyla bir anlaşma sağlanamadı. [134] Daha sonra, Bağlantısızlar Bakanlık Komitesi karşılıklı geri çekilmeyle eşzamanlı olarak bir ateşkes önerdi; her iki tarafta da askerden arındırılmış bölgeler oluşturulması öngörülüyordu. İran ve bir süre için Irak bu öneriyi kabul etti. Fakat Bağdat kısa süre sonra, savaşı kazanacağını düşünerek fikrini değiştirdi. Bu girişimlerin hiçbirinde Irak’a anlaşmaya yanaşması için ciddi bir baskı uygulanmadı. [135]
1982’nin başında yeni bir arabuluculuk girişimi, 1975’te İran ve Irak’ın sınır konusunda bir anlaşmaya varmasına yardımcı olan ve ABD’li büyükelçilik rehinelerinin salıverilmesinde arabuluculuk üstlenen Cezayir hükümeti tarafından başlatıldı. Fakat 3 Mayıs 1982’de Cezayir Dışişleri Bakanını ve bakanın ekibini taşıyan uçak bir Irak uçağı tarafından İran hava sahası içinde düşürüldü. Beş yıl sonra yakalanan Irak pilotu saldırının İran’ı suçlayabilmek için bilerek yapıldığını söyleyecekti.[136] Bu ifade doğru olsun ya da olmasın, saldırı en deneyimli arabulucuların ortadan kaldırılmasına neden oldu.
1982 Mayısı’nın sonlarına doğru İran neredeyse bütün eski topraklarını geri almıştı ve Irak savaştan sağ salim kurtulmanın bir yolunu arıyordu. İslam Konferansı Örgütü ve Körfez İşbirliği Konseyi yeni bir arabuluculuk girişiminde bulundu. 3 Temmuz’da bir Irak istihbarat görevlisi tarafından yönlendirilen üç kişi İsrail’in Britanya büyükelçisine suikast girişiminde bulundu. Bir iddiaya göre bu operasyon, İsrail’i Lübnan’ı işgal etmesi için kışkırtma amaçlı düzenlenmişti. Böylelikle Körfez’de savaşan taraflar ortak düşmanlarına, İsrail’e yönelerek kendi aralarındaki savaşa bir son verecekti.[137] İsrail’in Lübnan’a girmek için kışkırtılmaya ihtiyacı yoktu: kışkırtmanın, FKÖ veya Lübnan’la bir ilgisi olmadığını biliyordu; ama yine de Lübnan’ı işgal etti. Fakat Lübnan savaşı İran’ı Körfez savaşına devam etmekten caydırmadı, hatta arabuluculuk girişimlerini baltalamış olabileceği de söylenebilir. [138]
Irak, İran’da kalan kuvvetlerini geri çekmeyi ve bir ateşkes imzalamayı önerdi. Tahran’da öneriyi kabul etme veya etmeme konusunda ateşli tartışmalar dönmeye başladı. Militan mollalar, savaş sırasında güç kazandıklarını görmüşlerdi; Şah’ın ilk başta geniş bir yelpazedeki politik güçlerin katkısıyla devrilmiş olmasına rağmen, Irak’a karşı başlatılan mücadele sağ kanat mollaların kitleleri seferber etmesini ve içerideki muhaliflerine baskın çıkmasını sağladı. Ayrıca tıpkı Irak’ın yanlış bir şekilde Eylül 1980’de İran’ın çöküşün eşiğinde olduğunu varsayması gibi, şimdi de İran Saddam Hüseyin’in devrilmek üzere olduğunu düşünüyordu. Humeyni, Saddam Hüseyin devrilmedikçe, Irak’ın savaş suçu işlediği teslim edilmedikçe ve savaş tazminatı ödenmedikçe İran’ın savaşa devam edeceğini ilan ederek savaşa devam kararı aldı.
Dolayısıyla İran hükümeti bundan sonra gerçekleşen ölümler ve yıkımlar konusunda başlıca sorumluluğu taşımaktadır. Fakat, dikkat çekici bir şekilde, hiçbir sanayileşmiş ülke bu sırada barışçıl bir çözümü desteklemek için çaba sarf etmemiştir. [139] ABD hükümetinde Dışişleri Bakanı Alexander Haig bir çeşit uluslararası barış konferansı yapılmasını önerdi. (Tabii ki öneriye göre bu konferans ABD ve SSCB katılımı olmadan yapılacaktı.) Haig önerinin “Beyaz Saray’ın dikkatini çekmek konusunda başarısız kaldığını” hatırlatıyordu. Haig “savaşın kritik bir aşamada olduğunu,İran’ın bir karşı taarruzla kaybettiği toprağın hemen hepsini tekrar ele geçirdiğini, dolayısıyla iyi hazırlanmış bir girişimin düşmanlıklara son verebileceğini” bildiriyordu. [140]
12 Temmuz 1982’de Güvenlik Konseyi 1980’den bu yana ilk defa savaşla ilgili olarak toplandı ve ülkelere savaş öncesi sınırlara geri çekilmeleri için çağrı yaptı. İran bu çağrıyı BM’nin taraflılığının bir kanıtı olarak algıladı, çünkü geri çekilme için yapılan bu çağrı İran’ın, ilk defa bir Irak toprağını ele geçirmesinin hemen ardından yapılmıştı. [141]
Irak, İran’ın savaş alanındaki başarılarına teknolojik avantajını kullanarak cevap verdi: tanker savaşını tırmandırdı; kimyasal silahlar kullanmaya başladı ve sivil hedeflere dönük saldırılar düzenledi. İran da 1984’ten başlayarak misilleme olarak Körfez’deki ticari gemilere ve sivil hedeflere saldırmaya başladı. Fakat bu saldırılar Irak’la kıyaslandığında çok daha küçük ölçekteydi. İran, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bu meselelerden her birini ele alışının İran’a karşı benimsenen düşmanca tutumu yansıttığını iddia ediyordu.
1984’te Konsey tanker savaşları konusunda, temel olarak İran’ın eylemlerine yönelik olan ve bütün ülkeleri serbest seyrüsefer hakkına saygılı olmaya davet etmek dışında Irak’ın eylemlerine değinmeyen bir kararı kabul etti. [142]
Güvenlik Konseyi, kimyasal silahlar konusunda hiçbir karar geçirmedi. ABD kimyasal silah kullanımını kınadı, ama Irak’a karşı Konsey’in herhangi bir eylemini desteklemeyi reddetti. [142] Konsey 1985’te kimyasal silah kullanımını kınayan, ama Irak’ın isminin zikredilmediği çok daha önemsiz bir “bildiri” yayınladı; daha sonra Mart 1986’da ilk defa Konsey açıkça Irak’ı kınayan bir bildiri yayınladı. Fakat bu bildiri, Irak’ın kimyasal silah kullanmaya başlamasının bir BM ekibi tarafından onaylanmasından iki yıl sonra yayınlanmıştı. [144]
1983’te bir BM ekibi, her iki tarafın da sivil alanlara saldırdığını, fakat İran’ın Irak’tan çok daha fazla kayıp verdiğini ortaya koydu. Tahran, Güvenlik Konseyi’nden Irak’ın sorumluluğunun daha büyük olduğunu ortaya koyan bir kararı kabul etmesini istedi; fakat Konsey bunu yapmayı reddetti ve böyle bir bildiri hiç bir zaman yayınlanmadı. [145] Haziran 1984’te Genel Sekreter, her iki tarafı sivillere saldırılarına son vermek konusunda ikna edebildi. Tarafların her biri, kısa süre içinde karşı tarafı kararı ihlal etmekle suçladı; fakat BM denetleme ekipleri Irak’ın gerçekten karardan sonra sivillere yönelik saldırılarına devam ettiğini, fakat İran’ın kararı ihlal etmediğini ortaya koydu. Mart 1985’te moratoryumun süresi dolmuştu. [146]
Bu sırada, Moskova’ya üstünlük sağlamak için yarışmak ABD için hâlâ önemli bir konuydu. Herhangi bir muhalefet şerhi taşımayan bir Ulusal Güvenlik belgesi taslağının bir bölümünde, ABD’nin uzun vadeli amaçlarına “İran-Irak savaşının Sovyet arabuluculuğu olmadan kısa süre içinde çözülmesinin...” de dahil olduğu yazıyordu. [147]
İran savaşla ilgili azami amaçlarına ulaşmaya kararlıydı ve İran’ın bu kararlılığı, Oliver North’un İranlı görevlilere, güya gayrı resmi bir şekilde, Reagan’ın savaşın İran’ın lehine koşulların kabul edilmesiyle bitmesini istediğini ve Saddam Hüseyin’in devrilmesi gerektiğini söylemesiyle azalmamış görünüyordu. [148] Fakat tabii ki İran’ın uzlaşmaz tavrını cesaretlendiren sadece North’un yaptığı gayrı resmi görüşmeler değildi; Washington ve Tahran arasında yapılan gizli fakat hükümetlerin bilgisi dahilinde gerçekleşen görüşmeler de hiç şüphesiz aynı etkiyi yaratmıştır.
1986’nın sonlarında İran-Kontra skandalı patlak verdi ve ABD, Washington’un ikili oynadığı konusundaki kanıtların ortaya çıkmasıyla sarsılan Arap ülkeleri üzerindeki etkisini biraz olsun koruyabilmek için bütünüyle Irak’ı desteklemek zorunda kaldı. Mayıs 1987’de, ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Murphy Saddam Hüseyin’le bir araya geldi ve ABD’nin BM’de İran’a karşı uygulanacak zorunlu bir silah ambargosu konusunda çaba göstereceğini; her iki tarafı ateşkes yapmaya ve geri çekilmeye çağıran ve bu karara uymayan tarafa, (ki bunun İran olacağı varsayılıyordu) ambargo uygulanmasını öngören bir karar taslağı hazırlanacağını söyledi. ABD gerçekten de böyle bir taslak önerdi; fakat Güvenlik Konseyi’nin geçici üyeleri taslağa, İran’ın sürekli ısrar ettiği gibi, savaşın nedenlerini araştıracak tarafsız bir komisyon kurulması maddesini koydular ve önceki taslakta geçen zorunlu yaptırımları kaldırdılar. 20 Temmuz 1987’de taslağın yeni hali Güvenlik Konseyi’nin 598 no’lu kararı olarak kabul edildi. [149]
Irak 598’i hemen kabul etti; İran ise ateşkesi ve kuvvetlerini geri çekmeyi önce tarafsız komisyonun kurulması koşuluyla kabul edebileceğini açıkladı. ABD ve Irak, İran’ın karardaki pek çok madde arasından birisini seçip ilk önce onun uygulanmasını dayatamayacağını söyleyerek İran’ın konumunu reddettiler. [150]
Bu durum üzerine, Genel Sekreter bir uzlaşma yaratmaya çalışmak üzere Tahran ve Bağdat’a ziyaretlerde bulundu ve belli bir ilerleme kaydetti. Genel Sekreter’in Güvenlik Konseyi’ne sunulmak üzere hazırladığı, fakat basına sızdırılan özel raporuna göre İran “açıkça ilan edilmemek üzere savaşa bir süre ara vermeyi” kabul etmişti ve verilen bu ara sırasında bağımsız bir araştırma komisyonunun ihtilafın sorumlusunu araştırmasını önermişti. İran, sözü edilen komisyon bulgularını yayımlandıktan sonra, savaşa verilen aranın resmi bir ateşkese dönüştürüleceğini taahhüt etmişti. Bu, 598’in açık bir kabulü değildi; fakat gayrı resmi bir ateşkes bile, en az resmi bir ateşkes kadar ölümlerin durdurulması konusunda etkili olabilirdi. Fakat Irak “hiç bir koşul altında” gayrı resmi bir ateşkesi kabul etmeyeceğini açıkladı. [151] ABD, İran’ın bu pozisyonunu uzlaşma yönünde atılmış bir adım olarak değerlendirmek yerine, Gary Sick’in sözleriyle “Genel Sekreter Javier Perez de Cuellar’ın karşılıklı bir ateşkes sağlama çabalarına direnerek, tamamen tek yanlı bir bakış açısıyla İran’a ambargo uygulanması için bastırdı.” [152]
Sick, “Savaş 1988’in başında bir uzlaşma ile bitebilir miydi?” diye sormuştu. “Yanıt hiç bir zaman bilinmeyecek, esas olarak de ABD’nin İran’ın teklifini araştırmak konusunda isteksiz davranması nedeniyle. ABD’nin konumu – ve İran’a duyulan en ufak bir sempatiye karşı geliştirdiği hassasiyet – doğrudan doğruya İran-kontra fiyaskosundan kalan bir mirastı. Bütün bunlar, savaşın gereksiz yere altı ay daha uzamasına katkıda bulunmuş olabilir. [153]
Sonunda, Temmuz 1988’de İran’da savaş karşıtı ruh halinin iyice yaygınlaşmasıyla birlikte, Ayetullah Humeyni savaşa son vermeye karar verdi. 18 Temmuzda İran, 598 no’lu kakarı koşulsuz olarak kabul ettiğini açıkladı. Bu sırada, Irak kara savaşını kendi lehine çevirmiş ve neredeyse kaybettiği bütün toprakları geri almıştı. Dolayısıyla Saddam Hüseyin ateşkes teklifini reddetti. Bağdat hem İran’a hem de kendi Kürt vatandaşlarına karşı kimyasal silah kullanarak saldırı operasyonlarına devam etti. Irak’ı bir ateşkesi kabul etmeye zorlayan uluslararası baskı ancak 6 Ağustos’ta gündeme gelebildi ve iki hafta sonra etkili olabildi. [154] Her iki rejim de kendi vatandaşlarını – Irak Kürtleri, İran da muhalifleri, özellikle de solcuları – öldürmeye devam etti. Fakat Körfez savaş bitmişti.
İran-Irak savaşı, iyi ve kötü arasında bir savaş değildi. Fakat her iki rejimin de tiksindirici olmasına rağmen, yine iki ülkenin halkları kurbanlık asker oldu; dolayısıyla savaşı bir an önce durdurmak insani bir zorunluluktu. Buna karşın, ABD, elindeki donanımlı görevlileri uzlaşma çabalarına arabuluculuk etmek ve diploması için görevlendirmek yerine, savaştan avantaj sağlamak, Sovyetler Birliği’ne üstünlük kurmak ve solun altını oymak için manevralar yaptı. ABD her iki tarafa da zaman zaman gerçek, zaman zaman da yanıltıcı istihbarat verdi; bir tarafa silah sağladı, sürgündeki paramiliter gruplara finansman verdi, askeri üsler kurmayı hedefledi, donanmasını bölgeye yolladı – ve bu sırada da Iraklılar ve İranlılar ölüyordu.
Savaş bittikten üç ay sonra, ABD Donanma Müsteşar Yardımcısı Seth Crospy, Körfez’deki Amerikan operasyonlarının neticesinin, “önemli meseleler gündeme geldiğinde Amerika’nın Üçüncü Dünya’daki silahlı çatışmalarda askeri güç kullanması konusunda halkta varolan isteksizliği” ortadan kaldıracağını umduğunu söyledi. [155] Amerikan müdahaleciliğine karşı olanlar bu umudu paylaşmayacaklardır. Bunun nedeni, gündemde önemli meselelerin olmayışı değil; evet gerçekten de önemli meseleler vardı. Ama bunlar, Sovyetler’in işgal tehlikesi veya Batılı ekonomilerin petrolden yoksun kalması tehdidi değildi. Washington için önemli olan konu, Pentagon açısından büyük bir stratejik değere sahip, petrol şirketleri açısındansa büyük bir ekonomik değer arz eden bölgede ABD’nin satatükoyu korumayı başarıp başaramayacağı idi. İktidar koridorlarının dışında olanlar için ise, asıl meseleler her zaman Körfez’de ve başka her yerde barışın, adaletin ve kendi kaderini belirleme hakkının nasıl geliştirileceği olmuştur ve olmaya da devam edecektir; ve bu meseleler kendini savaş gemisi diplomasisine teslim edemez.
i İsmi sonradan Exxon olmuş petrol firması. (ç.n.)
ii Asıl adı Rapid Development Force (RDF) olan bu birlik Türkçe’ye “Çekiç Güç” “Acil Hareket Kuvveti” ve “Hızlı Yayılma Kuvvetleri” gibi değişik isimlerle çevrilmiştir. Burada “Acil Müdahale Gücü” karşılığı kullanılmıştır. (ç.n.)
iii Endonezya ile Malezya arasında Hint Okyanusu’nun denetimi için stratejik önem taşıyan boğaz (ç.n)
iv İng. Operation Staunch (ç.n.)
v Boland Amendment (ç.n)
v İng. War Exclusion Zone (ç.n.)
1. Zaiyata ilişkin rakamlar kesin değildir: bkz. Anthony H. Cordesman, “The Iran-Iraq War and Western Security, 1984-87”, London: Jane's Publishing Co., 1987, s. 9; “New York Times”, 10 Ağustos 1988, s. A8; 1982’de ABD Dışişleri Bakanlığı savaşın iki milyon mülteci yarattığı tahmininde bulunuyordu; Anthony H. Cordesman, “The Gulf and the Search for Strategic Stability”, Boulder: Westview, 1984, s. 671; sağlık harcamaları şu kaynaktan alınmıştır: Ruth Leger Sivard, “World Military and Social Expenditures, 1987-88”, Washington, DC: World Priorities, 1988, tablo II.
2. Diana Johnstone, "'Little Satan' Stuck in the Arms Export Trap," MERIP Reports, no. 148, Eylül-Ekim 1987, s. 8-9.
3. Mansour Farhang, "The Iran-Iraq War: The Feud, the Tragedy, the Spoils," World Policy Journal, cilt. 2, Güz 1985, s. 668; aynı zamanda bkz. Cordesman, Iran-Iraq War..., s. 23-36; Nita M. Renfrew, "Who Started the War?" Foreign Policy, no. 66, İlkbahar 1987, s. 104-06.
4. Joe Stork, Middle East Oil and the Energy Crisis, New York: Monthly Review Press, 1975, s. 26.
5. Şu kaynakta zikredilmiştir: William B. Quandt, Saudi Arabia in the 1980s: Foreign Policy, Security, and Oil, Washington, DC: Brookings, 1981, s. 48.
6. Bkz. Michael J. Cohen, Palestine: Retreat from the Mandate, New York: Holmes & Meier, 1978, s. 154-55; Stork, Middle East Oil..., s. 34-35.
7. George W. Stocking, Middle East Oil: A Study in Political and Economic Controversy, Nashville: Vanderbilt U.P., 1970, s. 103-06.
8. Şu kaynakta zikredilmiştir: Middle East Oil..., s. 74.
9. Kennett Love, Suez: the Twice-Fought War, New York: McGraw Hill, 1969, s. 651.
10. Love, Suez…, s. 387.
11. Henry Kissinger, Years of Upheaval, Boston: Little Brown, 1982, s. 858.
12. Michael Renner, "Restructuring the World Energy Industry," MERIP Reports, no. 120, Ocak. 1984, s. 13.
13. Edith Penrose, "The Development of Crisis," The Oil Crisis içinde, ed. Raymond Vernon, New York: Norton, 1976, s. 49.
14. V. H. Oppenheim, "Why Oil Prices Go Up; The Past: We Pushed Them," Foreign Policy, no. 25, Kış 1976-77, s. 30, 32-33.
15. Oppenheim, "Why Oil Prices...," s. 24-25.
16. Kissinger, Years of Upheaval, s. 863.
17. Robert B. Stobaugh, "The Oil Companies in the Crisis," The Oil Crisis içinde, ed. Raymond Vernon, New York: Norton, 1976, s. 185.
18. Mira Wilkins, "The Oil Companies in Perspective," içine zikredilmiştir, The Oil Crisis içinde, ed. Raymond Vernon, New York: Norton, 1976, s. 173.
19. Kissinger, Years of Upheaval, s. 873.
20. Stobaugh, "Oil Companies...," s. 193, tablo 3.
21. Romano Prodi ve Alberto Clo, "Europe," The Oil Crisis içinde, ed. Raymond Vernon, New York: Norton, 1976, s. 101.
22. Yoshi Tsurumi, "Japan," The Oil Crisis içinde, ed. Raymond Vernon, New York: Norton, 1976, s. 123.
23. Horst Menderhausen, Coping with the Oil Crisis, Baltimore: Johns Hopkins University Press, 1976, s. 60-61.
24. Hearings, Offshore Oil and Gas Oversight, Subcommittee on Panama Canal/Outer Continental Shelf, House Merchant Marine and Fisheries Committee, 1984, s. 469-74.
25. Richard Halloran, "What Price U.S. Patrols in the Gulf," New York Times, 21 Şubat. 1988, s. 2E.
26. Maj. Gen. Edward B. Atkeson, "The Persian Gulf: Still A Vital Interest?" Armed Forces Journal International, cilt. 124, no. 9, Nisan 1987, s. 54.
27. Frank Church, "The Impotence of Oil Companies," Foreign Policy, no. 27, Yaz 1977, s. 49.
28. Cordesman, The Gulf..., s. 264.
29. Time, 25 Temmuz 1983, s. 28, Mansour Farhang, "The Iran-Israel Connection" içinde zikredilmiştir, Consistency of U.S. Foreign Policy: The Gulf War and the Iran-Contra Affair içinde ed. Abbas Alnasrawi ve Cheryl Rubenberg, Belmont, MA: AAUG, 1989, s. 96.
30. John W. Amos II, "The Iraq-Iran War: Conflict, Linkage, and Spillover in the Middle East," Gulf Security into the 1980s: Perceptual and Strategic Dimensions içinde, ed. Robert G. Darius, John W. Amos II, Ralph H. Magnus, Stanford: Hoover Institution Press, 1984, s. 65.
31. Cordesman, The Gulf..., s. 717; Robert O. Freedman, "Soviet Policy Toward the Persian Gulf from the Outbreak of the Iran-Iraq War to the Death of Konstantin Chernenko," U.S. Strategic Interests in the Gulf Region içinde, ed. Wm. J. Olson, Boulder: Westview, 1987, s. 55.
32. Freedman, "Soviet Policy...," s. 55.
33. Joe Stork and Martha Wenger, "U.S. Ready to Intervene in the Gulf War," MERIP Reports, no. 125/126, Temmuz-Eylül. 1984, s. 45.
34. Freedman, "Soviet Policy...," s. 63; New York Times, 10 Kasım 1982, s. 5.
35. Stork & Wenger, "U.S. Ready to Intervene...," s. 45.
36. War in the Persian Gulf: The U.S. Takes Sides, staff report to the Committee on Foreign Relations, U.S. Senate, Kasım. 1987, Committee Print S. Prt. 100-60, s. 21-22. Bundan böyle S. Prt. 100-60 olarak zikredilecektir.
37. Michael T. Klare, "The RDF: Newest 'Fire Brigade' for U.S. Intervention in the Third World," U.S. Strategy in the Gulf: Intervention Against Liberation, içinde ed. Leila Meo, Belmont, MA: AAUG, 1981, s. 99-100, 104.
38. Harold Brown, Thinking About National Security, Boulder: Westview, 1983, s. 157.
39. Politika yapıcılar ve basınla ilgili örnekler için bkz. Maya Chadda, Paradox of Power: the United States in Southwest Asia, 1973-1984, Santa Barbara: ABC-Clio, 1986, s. 111-12.; ve özellikle kötü bir örnek için bkz., Business Week, 19 Kasım 1979, s. 190, James F. Petras ve Roberto Korzeniewicz, "U.S. Policy Towards the Middle East," içinde zikredilmiştir, U.S. Strategy in the Gulf: Intervention Against Liberation içinde, ed. Leila Meo, Belmont, MA: AAUG, 1981, s. 84.
40. Chadda, Paradox of Power tarafından ileri sürülen bir husus, s. 112.
41. Brown, Thinking About National Security, s. 157.
42. Zbigniew Brzezinski, Power and Principle, New York: Farrar, Straus, Giroux, 1987, s. 450.
43. Cordesman, The Gulf..., s. 847.
44. Deborah Shapley "The Army's New Fighting Doctrine," New York Times Magazine, 28 Kasım. 1982, s. 47.
45. Klare, "...Fire Brigade," s. 107.
46. Public Papers of the Presidents, Ronald Reagan, 1981, s. 870-71.
47. Stephen Engelberg, "Iran and Iraq Got 'Doctored Data, U.S. Officials Say," New York Times, 12 Ocak. 1987, s. A1, A6.
48. Brown, Thinking About National Security, bu hususu dile getirmektedir, s. 149.
49. New York Times, 25 Eylül 1982, Christopher Paine, "On the Beach: The Rapid Deployment Force and the Nuclear Arms Race," içinde zikredilmiştir MERIP Reports, no. 111, Ocak. 1983, s. 11.
50. Congressional Quarterly Inc., U.S. Defense Policy, 3. baskı., Washington, DC: 1983, s. 193. Alıntı Congressional Quarterly’nin özetidir.
51. James P. Wooten, Rapid Deployment Force, CRS Issue Brief No. IB80027, güncellenmiş versiyon, 16 Temmuz 1984, s. 4, Martha Wenger, "The Central Command: Getting to the War on Time," içinde zikredilmiştir MERIP Reports, no. 128, Kasım-Aralık 1984, s. 20; aynı zamanda bkz. Richard Halloran, "Pentagon Draws Up First Strategy for Fighting A Long Nuclear War," New York Times, 20 Mayıs 1982, s. 1, 12.
52. Congressional Quarterly, U.S. Defense Policy içinde zikredilmiştir, s. 195-96.
53. Cordesman, The Gulf..., s. 62.
54. Middle East.
55. Wenger "Central Command," s. 22, zikreden Wooten.
56.Judith Miller ve Jeff Gerth, "U.S. Is Said to Develop Oman as Its major Ally in the Gulf," New York Times, 25 Mart 1985, s. A1, A8.
57. Bernard Gwertzman, "Saudis To Let U.S. Use Bases in Crisis," New York Times, 5 Eylül. 1985, s. A1, A10.
58. President's Special Review Board (The Tower Commission Report), New York: Bantam Books/Times Books, 1987, s. 294-95. Bundan böyle Tower Commission olarak zikredilecektir.
59. Farhang, "Iran-Israel Connection," s. 95; Bob Woodward, Veil: The Secret Wars of the CIA, 1981-1987, New York: Simon & Schuster, 1987, s. 480.
60. Leslie H. Gelb, "U.S. Said to Aid Iranian Exiles in Combat and Political Units," New York Times, 7 Mart 1982, s. A1, A12.
61. David Binder, "U.S. Concedes It Is Behind Anti-Khomeini Broadcasts," New York Times, 29 Haziran 1980, s. 3; Woodward, Veil, s. 480.
62. Leslie H. Gelb, "U.S. Said to Aid Iranian Exiles in Combat and Political Units," New York Times, 7 Mart 1982, s. A1, A12.
63. Tower Commission, s. 398; Farhang, "Iran-Israel Connection," s. 95.
64. Farhang, "Iran-Israel Connection," s. 92.
65. Tower Commission, s. 103-04.
66. Jonathan Marshall, Peter Dale Scott ve Jane Hunter içinde zikredilmiştir, The Iran-Contra Connection, Boston: South End Press, 1987, s. 160-61.
67. Tower Commission, s. 271.
68. Tower Commission, s. 194.
69. Tower Commission, s. 388.
70. Tower Commission, s. 65.
71. Tower Commission, s. 113.
72. Tower Commission, s. 261.
73. Tower Commission, s. 299.
74. Cordesman, Iran-Iraq War..., s. 23-36.
75. Leslie H. Gelb, "Iran Said to Get Large-Scale Arms From Israel, Soviet and Europeans," New York Times, 8 Mart 1982, s. A1, A10; Cordesman, Iran-Iraq War..., s. 31.
76. S.Prt. 100-60, s. 21.
77. Murray Gordon ed., Conflict in the Persian Gulf, New York: Facts on File, 1981, s. 163.
78. Brzezinski, Power and Principle, s. 504.
79. Christopher Hitchens, Nation, 20 Haziran 1987 ve 4 Temmuz 1987.
80. Tower Commission, s. 27.
81. Public Papers of the President, Reagan, 1986, s. 1546.
82. Tower Commission, s. 48; aynı zamanda bkz. s. 398.
83. Tower Commission, s. 427.
84. Stork & Wenger, "U.S. Ready to Intervene...," s. 47-48, zikreden Newsday, 20 Mayıs 1984.
85. Tower Commission, s. 239-40.
86. Cordesman, Iran-Iraq War..., s. 38.
87. Tower Commission, s. 239-40.
88. Tower Commission, s. 279.
89. Tower Commission, s. 73; aynı zamanda bkz. Cordesman, Iran-Iraq War..., s. 38.
90. Stephen Engelberg, "Iran and Iraq Got 'Doctored Data, U.S. Officials Say," New York Times, 12 Ocak 1987, s. A1, A6.
91. Woodward, Veil, s. 480.
92. Woodward, Veil, s. 480.
93. Stephen Engelberg, "Iran and Iraq Got 'Doctored Data, U.S. Officials Say," New York Times, 12 Ocak 1987, s. A1, A6.
94. S.Prt. 100-60, s. 37.
95. S.Prt. 100-60, s. 37.
96. U.S. Dept. of State, U.S. Policy in the Persian Gulf, Special Report No. 166, Washington, DC: Temmuz 1987, s. 11.
97. Freedman, "Soviet Policy...," s. 52; Michael Lenker, "The Effect of the Iran-Iraq War on Soviet Strategy in the Persian Gulf," Gulf Security and the Iran-Iraq War içinde, ed. Thomas Naff, Washington, DC: National Defense University Press, 1985, s. 95.
98. Washington Post, 16 Ağustos 1987, s. A23.
99. S.Prt. 100-60, s. ix.
100. Dept. of State, U.S. Policy in the Persian Gulf, s. 1-2.
101. S.Prt. 100-60, s. 2.
102. S.Prt. 100-60, s. 4.
103. S.Prt. 100-60, s. vii.
104. Ronald O'Rourke, "The Tanker War," Proceedings, U.S. Naval Institute, Mayıs 1988, s. 34.
105. Ronald O'Rourke, "Gulf Ops" Proceedings, U.S. Naval Institute, Mayıs 1989, s. 42-43.
106. S.Prt. 100-60, s. 3.
107. Rourke, "Tanker War," s. 32; Rourke, "Gulf Ops," s. 43.
108. S.Prt. 100-60, s. ix.
109. Fox Butterfield, "Soviets in UN Council Ask for U.S. Pullout From Gulf," New York Times, 16 Temmuz 1988, s. 2.
110. "What If Iran Attacks Again?" New York Times, 20 Ekim 1987, s. A34.
111. Rourke, "Tanker War," s. 30.
112. Rourke, "Tanker War," s. 32; Rourke, Gulf Ops," s. 43.
113. Rourke, "Gulf Ops," s. 47.
114. S.Prt. 100-60, s. 37.
115. Robert L. Bambarger and Clyde R. Mark, Escalation of the Conflict in the Persian Gulf, CRS, Mayıs 30, 1984, Hearings, Offshore Oil..., içinde basıldı s. 593.
116. Ross Leckow, "The Iran-Iraq Conflict in the Gulf: The Law of War Zones," International and Comparative Law Quarterly, cilt. 37, Temmuz 1988, s. 636-38, 644.
117. Gary Sick, "Failure and Danger in the Gulf," New York Times, 6 Temmuz 1988, s. A23.
118. S.Prt. 100-60, s. 29.
119. Rourke, "Gulf Ops," s. 44.
120. Steve Lohr, New York Times, 20 Nisan 1988, s. A16.
121. U.S. Policy in the PG, s. 5.
122. Rourke, "Tanker War," s. 30.
123. Francis Fukuyama, Gorbachev and the New Soviet Agenda in the Third World, R-3634-A, Santa Monica, CA: Rand Corporation, Haziran 1989, s. viii, 43.
124. Fukuyama, Gorbachev..., s. 60, 47, 28-29, 53, 45.
125. Rourke, "Tanker War," s. 33.
126. Commander David R. Carlson, "The Vicennes Incident," letter, Proceedings, U.S. Naval Institute, Eylül. 1989, s. 87-88.
127. AP, "U.S. Wins Arab Respect with Gulf Ship Escorts," Newark Star Ledger, 19 Ekim 1988, s. 4; aynı zamanda bkz. Richard Halloran, New York Times, 4 Aralık 1988, s. 32.
128. "Why the U.S. Navy is in the Gulf," New York Times, 6 Temmuz 1988, s. A22.
129. "What If Iran Attacks Again?" New York Times, 20 Ekim 1987, s. A34.
130. "In Captain Rogers's Shoes" New York Times, 5 Temmuz 1988, s. A16.
131. R. P. H. King, "The United Nations and the Iran-Iraq War, 1980-1986," Brian Urquhart ve Gary Sick, editörler., The United Nations and the Iran-Iraq War içinde, New York: Ford Foundation, Ağustos 1987, s. 10, 14-16, 23.
132. Brzezinski, Power and Principle, s. 453.
133. King, "The United Nations...," s. 10.
134. Farhang, "Iran-Iraq War...," s. 673; King, "The United Nations...," s. 18.
135. Farhang, "Iran-Iraq War...," s. 673-75.
136. Gary Sick, "Trial By Error: Reflections on the Iran-Iraq War," Middle East Journal, cilt. 43, no. 2, Bahar 1989, s. 236.
137. Dilip Hiro, Iran Under the Ayatollahs, Londra: Routledge & Kegan Paul, 1985, s. 211; Noam Chomsky, The Fateful Triangle, Boston: South End Press, 1983, 197n.
138. Hiro, Iran Under the Ayatollahs, s. 211.
139. Farhang, "Iran-Iraq War...," s. 675-76.
140. Alexander M. Haig, Jr., Caveat, New York: Macmillan, 1984, s. 334n.
141. King, "The United Nations...," s. 17.
142. Leckow, "The Iran-Iraq Conflict...," s. 640.
143. Elaine Sciolino, "How the U.S. Cast Off Neutrality in Gulf War," New York Times, 24 Ap. 1988, s. 2E.
144. King, "The United Nations...," s. 19-20.
145. King, "The United Nations...," s. 18.
146. King, "The United Nations...," s. 19.
147. Tower Commission, s. 117-118.
148. Tower Commission, s. 49-50.
149. Sick, "Trial By Error," s. 240.
150. Hearings, Developments in the Middle East, September 1987, Subcommittee on Europe and the Middle East, Committee on Foreign Relations, Senate, Eylül 1987, s. 19; Sick, "Trial By Error," s. 241.
151. Kuwait KUNA, 19 Eylül 1987, Foreign Broadcast Information Service, FBIS-NES-87-183, 22 Eylül 1987, s. 45-47.
152. Gary Sick, "Failure and Danger in the Gulf," New York Times, 6 Temmuz 1988, s. A23.
153. Sick, "Trial By Error," s. 241.
154. Sick, "Trial By Error," s. 242-43.
155. Bernard E. Trainor, "Navy Sees Gulf Activity as Portent of New Era," New York Times, 25 Kasım 1988, s. B10. Sözcükler Trainor’a aittir.