2. Bölüm, ABD resmi koruması
Miloseviç Kosovalı Arnavutlarla uğraşırken vahşete başvurduğunda ABD, “kötü adam”a ve halkına karşı bir savaşı ve bu süreci bitirmek için Kosova’nın işgalini haklı çıkarmak amacıyla, bu tür eylemleri hoş görülemez bulduğunu iddia etmişti. Sürgündeki Kosovalı Arnavutların evlerine dönmesi birincil öncelikteki konuydu – özellikle bizzat NATO politikalarının yol açtığı zorunlu yer değiştirmelerden sonra.
Tam tersine, 1. Bölüm’de de belirttiğimiz gibi, İsrail “Yahudi” – dolayısıyla da ırkçı – bir devleti kurup sürdürebilecek ve toprağı sistematik bir şekilde geniş yerli Filistin nüfusundan “kurtarma”ya, yani büyük ölçekli bir etnik temizliğe girişebilecek durumdaydı; çünkü bu vakada ABD etnik temizliği sadece hoşgörülebilir bulmakla kalmıyor, güçlü bir şekilde desteklenmesi gereken bir faaliyet olarak görüyordu. Onlarca yıldır İsrail işgali uluslararası bir konsensüsle kınandı ve BM’de büyük bir çoğunluk düzenli olarak İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi çağrısında bulunuyordu, fakat ABD ve İsrail buna “niyet” diye karşılık verdi ve bu hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Resmi Koruma: Orwellci Süreçler
Dolayısıyla İsrail, işgal edilen toprakları terk etmek yerine, yerel halka zor yoluyla baskı uygulamaya, ağaçlarını sökmeye, sularını çalmaya, “kapatmalar” ve bitmek bilmeyen kısıtlamalarla onları sefalete düşürmeye devam etmektedir ve BM’nin onayına, korumasına ve aktif desteğine sahip olduğu için (aşağıya bakınız) hiçbir cezaya maruz kalmamaktadır. Ortaklar [ABD ve İsrail –ç.n.] aynı zamanda Filistinlilerin sürüldükleri topraklara geri dönme hakkını da reddetmektedirler; 140’tan fazla BM üyesinin karşı oyu ve iki Güvenlik Konseyi Kararının (ki ikisi de ABD tarafından veto edilmiştir) hiçbir etkisi olmamıştır; ve kayda değer bir Orwellci çifte düşünce – ve çifte ahlak – süreci içinde İsrail, tam da koruyucusunun değerli mağdurların Kosova’ya dönmeleri için geliştirdiği kampanyaya milyarlar ve büyük bir moral enerji harcadığı sırada daha fazla Filistinliyi sürmekte serbestti. (NATO savaşının yalancı ve insanlık dışı özü ve etkileri konusunda bkz.: Chomsky, New Military Humanism; Herman ve Peterson, "The Nato-Media Lie Machine," Z Magazine, Mayıs 2000; Herman ve Peterson, "Kosovo One Year Later: From Serb Repression to NATO-Sponsored Ethnic Cleansing," ZNet Commentary, 26 Haziran 2000.)
Başka bir kayda değer Orwellci süreç de şudur: kötü muameleye maruz kalan ve sefalete düşürülen Filistin halkı koşulları daha da kötüye gittikçe ve daha fazla toprakları ellerinden alındıkça belli zamanlarda isyan etti ve büyük bir insafsızlık ve ayrımcılığa maruz kaldı. Bunların çoğunu daha önce sürülmüş veya yıllardır İsrail şiddeti sonucu öldürülmüş veya yaralanmış akrabalarını hâlâ unutmamış olan yüz binlerce Filistinlinin bir kısmı oluşturmaktadır. İsrail orduları tarafından öldürülen Filistinlilerin sayısı “terörizm” sonucu ölen İsraillilerin sayısının 15 katından daha fazladır (bkz. Herman ve O'Sullivan, The "Terrorism" Industry, sf. 29-33). Filistin’i sık sık ziyaret eden Judith Stone şöyle der: “Aile üyelerinden en az birini İsrail Shoah’ında kaybetmemiş veya bir İsrail hapishanesinde insanlık dışı koşullar altında bitkin düşmüş bir yakını veya arkadaşı olmayan hiçbir Filistinliyle karşılaşmadım " ("Quest for Justice," http://www.facts4peace.com/article/stone.htm). Ve bu uzun kovulma ve öldürülme tarihinin ardından onlar hâlâ saldırı altındalar. Bu bağlamda, onlara baskı uygulayanlara karşı ayaklanmaya kalkışsalar, pratikte bu bir “özgürlük savaşçılığı” veya “ulusal kurtuluş hareketi” olarak değil “irrasyonel şiddet” ve “terörizme” dönüş olarak değerlendirilecektir ve gerek İsrail gerekse ABD yetkilileri (dolayısıyla da ABD ana-akım medyası) yapılması gereken ilk işin bu terörizmi durdurmak olduğu konusunda hemfikirdir.
Birinci intifada sırasında ABD Büyükelçisi Robert Pelletreau, işgal edilen bölgelerdeki “kalkışmaları İsrail’e karşı yapılan terörist eylemler olarak görüyoruz” demişti. Buna karşılık ABD politikası, İsrail’e “sonunda Filistinliler vazgeçene kadar (İzhak Rabin) “sert askeri ve ekonomik baskı” kullanma konusunda sınırsız yetki vererek İsrail’e baskılarını frenleme veya politikalarını değiştirme yönünde baskı uygulamamak şeklinde olmuştur. İkinci intifadada, bir kez daha, ABD’nin İsrail’e politikaları değiştirmesi yönünde hiçbir baskısı olmamıştır. İsrail’e silah yardımı ve eğitim programları hızlandırıldı – Ekim 2000’de 35 Kara Şahin askeri helikopteri verildi ve Şubat 2001’de Boeing’den 9 Apaçi saldırı helikopteri satın alındı; Eylül 2000 ortalarında, İsraillilerin Filistin şehir merkezlerinde kontrolü ele geçirmelerine yardımcı olacak şehir isyanları karşıtı taktikleri geliştirme konusunda ABD tarafından eğitimler verildi; Şubat 2001’de ABD–İsrail ortak askeri faaliyetleri kapsamında, Almanya’dan alınan Patriot füzeleri yeniden konuşlandırıldı – ve geçmişte de olduğu gibi BM tarafından alınan kınama kararları ve işgal altındaki topraklarda bir uluslararası varlığın oluşturulması çağrıları ABD tarafından etnik temizlik uygulayan müvekkili adına göz ardı edildi veya veto edildi.
Tüm bunlar tabii ki süreci bir kendi kendini tatmin süreci haline getirdi. Sürekli bir baskı ve kendi zararına işleyen uzun bir “toprağı kurtarma” süreci altındaki bir halk İsrail ve patronu tarafından hiçbir barışçıl yardım görmedi – Oslo, Filistinlilerin kayıplarının teyit edildiği bir anlaşmaydı, ancak hiçbir geri dönüş hakkı tanınmıyor ve hiçbir tazminat sözü verilmiyordu; işgal edilen topraklardaki istimlakları ve sürgünleri sona erdirmiyordu ve mağdurlara sağlanacak faydaları gelecekteki görüşmelere bağımlı kılıyordu. Ancak bu gelecek hiçbir zaman gelmedi: 1993’ten bu yana Filistinliler daha da bastırıldılar ve İsrail aralıksız tecavüzlerine devam etti ve vahşetini artırdı (daha yakın zamanlardaki Barak-Clinton’ın Bantustan önerisi 3. Bölüm’de “Mazur gösteren Çerçeveler” başlığı altında tartışılacak). Filistinliler buna, her şeyi göze almış insanların kendilerini feda ettikleri canlı bombalar da dahil sürekli bombalama eylemleriyle ve son iki intifadada olduğu gibi kitlesel ayaklanmalarla karşılık verdiler.
Ancak baskıcının ve patronunun tanımsal sisteminde bu TERÖRİZM korkunç ve tahammül edilemezdir. Bu sisteme göre İsrail’in bu halkı her şeyi göze alır konuma getirdiği uygulamaları terör değildir. Dışişleri Bakanlığı halkla ilişkiler görevlisi James Rutin’in, İsrail’in yine Filistinlilerin evlerini yakıp yıktığı geniş çaplı bir eyleminden sonra belirttiği gibi, bu, barış görüşmelerinin nazik bir aşamasında verilmiş “yanlış bir sinyaldi” (NYT, 23 Haziran 1998). Kendileri açısından kötü bir şey ya da Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun ihlali değil, sadece yanlış bir sinyal. Madeleine Albright, İsraillileri “Filistinlilerin, yerleşimlerin genişletilmesi, topraklara el konulması, evlerin yıkılması ve kimliklere el konulması gibi provakatif eylemler olarak gördükleri” davranışlardan kaçınmaya çağırdı (NYT, 15 Ekim 1997). Bu eylemleri sadece Filistinliler “provakatif” olarak görebilirdi, Albright bunları kendileri açısından karşı çıkılabilir veya yasadışı bulmuyordu. Gerçekte Clinton yönetimindeki ABD sonunda, söz konusu toprakların “işgal edilen Filistin toprakları” değil “ihtilaflı topraklar” (Albright) olduğunu ilan ederek işgal konusundaki uluslararası yasaları ve neredeyse evrensel olan konsensüsü reddetti. ABD onayıyla, Filistin toprakları ABD’nin tepeden tırnağa silahlandırdığı ve mağdurlar terörizme son verene kadar çözüme kavuşturulmayacak “ihtilaf” sırasında “fiili durumlar” yaratan etnik temizlikçi tarafından zorla yerleştirmelere açık hale geldi.
Ayrıca Albright şunu da vurgular: “intihar bombacılarıyla buldozerler arasında ahlaki eşitlik yoktur” (Newsweek, 18 Ağustos 1997). Filistinlileri perişanlıklarına ilaveten abluka altına alınmalarını savunan Shimon Peres’in yanında duran Clinton ise, kabahati “Filistinlileri alabildiğine sefalete düşüren” Hamas’a yüklemiştir (Phila. Inquirer, 15 Mart 1996). 1993’ten sonraki kitlesel sürgünlere ve 300 yıkıcı “kapatmaya” rağmen İsrail’in Filistinlilerin perişanlığına katkıda bulunduğuna dair en küçük bir ima bile yoktu.
Dolayısıyla, en nihayetinde hatalı olan ve bu çatışmayı çözmek için değişmesi gereken şey, sürekli ve yasadışı bir saldırı ve Filistinlilerin yerlerinden edilmesi boyutuna varan İsrail politikası değildi. Kosova’daki çok daha düşük yoğunluktaki baskının “özgürlük savaşçıları”nı yarattığını hemen fark etmesine rağmen Albright on yıllarca süren “buldozerlerin” zorunlu olarak intihar bombacılarını yarattığını fark edemezdi; aynı şekilde sistematik politikalar (yani buldozerler) ile herhangi bir politika OLUŞTURMAYAN mağdurların kontrol edilemez taşkınlıkları arasındaki farkı da ayırt edemezdi. ABD yetkililerinin İsrail’in büyük ölçüdeki ayrımcı ve vahşice sürgünlerini, yakıp yıkmalarını, kötü muamele ve dolaysız sömürülerini kendi hesaplarına yasadışı veya sebep teşkil eden ciddi bir hata olarak görmedeki yetersizlikleri, etnik temizlikçilerle tam bir özdeşleşmeyi ve onları mazur gösteren bir söylemi açığa vurmaktadır. Beş yıl önce üst düzey bir Clinton dönemi Beyaz Saray yetkilisi “İsrail konusunda önceden tahminde bulunup ona göre davranmaya çalışmıyoruz” (PI, 15 Mart 1996), demişti ve 19 Mart 2001’de Colin Powel, Yahudi lobi grubu AIPAC’ye şu güvenceyi veriyordu: “Kendimizi İsrail ve İsrail halkıyla olan bu özel ilişkiyi korumaya adadık...[ve] uluslararası düzeyde tanınmış sınırlarıyla güvenli bir İsrail, ABD dış politikasının bir köşe taşı olmaya devam etmektedir”. Kısacası, geçmişte olduğu gibi bugün ve (tıpkı İsrail’in 1956’da Mısır’a izinsiz saldırısında olduğu gibi) sadece ender istisnalarla, İsrail ne yaparsa yapsın ABD’nin güçlü desteğini alacak ve değersiz mağdurlarına uyguladığı etnik temizlik istenilen şekilde devam edecektir.
Oslo sürecinin zaferlerinden biri, Arafat’ın, bir ikinci sınıf müvekkil ve patetik “yerleşim” politikasının uygulanmasını sağlayan birisi konumuna düşürülerek, ABD ve İsrail fonları ve eğitimiyle halkını hizada tutması ve “terörizmi” kontrol altına alması karşılığında satın alınmasıdır. (Bu konuda bütün arka planı ile birlikte kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Chomsky, World Orders Old and New [1994], 3. Bölüm.) Toptancı teröristler (İsrail) için formül hep şu oldu: her ne şiddet uygulamış olursak olalım, bu “misillemedir” ve terörizmi durdurmak perakendeci teröristlere (Filistinliler) bağlıdır ve ondan sonra biz bir “barış sürecinde” onlarla “müzakereye” oturabiliriz. Sanki bu politika BM kararlarının, Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun ve hatta 1993 Oslo anlaşmasının bizatihi kendisinin ihlali anlamına gelmiyormuş gibi, İsrailli liderler “Sizler bizden yaşayan organizmalar olan mevcut yerleşimleri genişletmeyi durdurmamızı isteyemezsiniz” (Netanyahu) der. (“Bir kimse bir toprağa ancak bu toprakların son yerleşimcisi kendi halkına ait olduğu zaman sahip olabilir” [Heinrich Himmler] diyen başka bir etnik temizlikçi ile olan duygusal benzerliğe dikkat edin.)
ABD yetkilileri hiçbir zaman İsrail’in yaptığının yanlış olduğunu söyler duruma gelemeyecekler – en kötüsü İsrail “yanlış bir sinyal” gönderebilir vs. Onlar, “barış sürecine” geri dönülüp devam edilebilmesi için önce “terörizmin” (İsrail değil, Filistin “terörünün”) durdurulması gerekir diyen İsrail tarafının çizgisini yakından takip ederler. Albright’a göre “güvenlik” önceliklidir ve Arafat’a İsrail’e karşı diğer konularda ciddi bir yaklaşımda bulunabilmesi için “güvenlik konusunda bir taahhütte bulunmasına ve eyleme geçmesine ihtiyacı olduğunu” söylemiştir (WP, 12 Eylül 1997). “Güvenlik” İsrail yetkilileri için olduğu gibi Albright – veya Colin Powel – için de her zaman İsrail’in güvenliği anlamına gelmektedir; Filistin’in değil. Her yerde olduğu gibi burada da bu üst düzey ABD yetkilileri, İsrail’in güvensizliğinin İsrail politikalarının kaçınılmaz sonucu olan çok daha ciddi düzeydeki Filistin güvensizliğinden kaynaklandığı nosyonu yerine İsrail’in perspektifini özümsemiş ve değersiz mağdurlar için “güvenlik” düşüncesi gündeme bile gelmemiştir. Mart 1996’daki Kudüs ziyaretinde Clinton “korkunun berbat sürekliliği”nden söz etmişti – ama sadece İsrailliler’i kastederek, Filistinlileri değil (PI, 15 Mart 1996). Bu, on yıllardır ABD resmi beyanlarını, medyasını ve uzman görüşlerini karakterize eden özümsenmiş, ırkçı bir önyargıdır.
Desteğin Nedenleri ve Destek Şekilleri
Amerika Birleşik devletleri İsrail’in etnik temizliğini neden desteklemektedir? Geniş anlamda konuşursak nedenler iki faktöre indirgenebilir. Birincisi, İsrail’in Ortadoğu’daki ABD’nin vekili olarak rolü ve İsrail’in ABD güvenlik sistemine entegre olmasıdır. Bu faktörler, sadece Arap dünyasını hizaya sokmayı değil, Nikaragua’daki Somoza rejimine, Şili’deki Pinochet rejimine, Mobutu, İdi Amin, Güney Afrika apartheid rejimlerine, Guatemala ve Arjantin terör devletlerine silah desteği sağlamak gibi hizmetleri sunmayı da kapsar. Söz konusu hizmetler nedeniyle, İsrail’in mağdurları sadece değersiz olmakla kalmaz, ABD politik eliti ve ana-akım medyası için “terörist“ ve “İslami tehdit“ haline gelirler.
İkinci faktör, politikacıları ve medyayı, kutsal devletin önünde diz çökmek üzere birbirleriyle yarışır hale getirmek için yıllardır satın alan veya korkutan İsrail yanlısı lobinin istisnai gücüdür. Bu korkutma özellikle Kanada ve Birleşik Devletler’de güçlü ve etkilidir, ancak daha geniş çaplı olarak uygulanır ve ünlü İngiliz gazeteci Robert Fisk Ortadoğu üzerine gazetecilik yaparken maruz kaldığı kötü muameleyi tanımlarken dediği gibi: “medyayı İsrail’in kurallarına uymaya zorlama girişimleri bugün uluslararası bir nitelik kazanmıştır“ ("I Am Being Vilified For Telling the Truth About Palestinians," The Independent, 13 Aralık 2000). (“Neden” sorusunun daha kapsamlı bir analizi için benim "The Pro-Israel Lobby," Z Magazine, Temmuz-Ağustos 1994; ve özellikle de Chomsky, The Fateful Triangle, Updated Edition, 1999, Önsöz ve 2. Bölüm’e bakınız.)
Bu faktörler, entelektüel ve medya kültürünü, içselleştirilen veya yukarıdan/ dışarıdan gelebilecek potansiyel karşı çıkış ve baskılar nedeniyle zorunlu hale getirilen İsrail yanlısı-Filistin karşıtı perspektiflere dayanarak, muazzam ön yargıları kurumsallaştıran karmaşık yollarla beslemektedir. Bu çok çok önemlidir; zira kamuoyuna çirkin olgular biraz olsun gösterilseydi, etnik temizlikçiden ziyade başlıca mağdurlar insan gibi yansıtılsaydı ve medyanın referans çerçeveleri İsrail’in istimlak ve vahşeti için özür dilemek üzere tasarlanmamış olsaydı, ABD kamuoyunun kitlesel ve vahşice bir etnik temizliği destekleyeceğine inanmak için bir neden yoktur. Ancak, devam etmekte olan medya ve entelektüel ön yargılar, etnik temizlikçi devleti desteklemek şeklindeki ulusal politikayı çok etkin bir şekilde tamamlamaktadır; tıpkı Endonezya’nın kanlı Doğu Timor işgalini destekleyen ulusal politikayı gizlemeye yardımcı oldukları ve tıpkı Kosova’daki onay görmeyen Yugoslav şiddeti karşısında halkı bir çılgınlık noktasına taşımaları gibi.