Gilbert Achcar Barbarlıklar Çatışması, 11 Eylül ve Yeni Dünya Düzensizliği (Monthly Review Press, 2002) ve Ortadoğu Kazanı: Marksist Aynada İslam, Afganistan, Filistin ve Irak (Monthly Review Press, 2004) kitaplarının yazarıdır. Lübnan doğumludur ve Paris Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler dersleri vermektedir ve Le Monde diplomatique gazetesinde sık sık yazıları çıkmaktadır. 3 Kasım 2005’de New York’ta Barış ve Demokrasi Kampanyası tarafından organize edilen “Acil Çekilme Gerekçesi: Çetin Sorunla Başa Çıkmak” başlıklı toplantıda bir konuşma yaptı. Ertesi gün WW4 REPORT’tan Bill Weinberg, Aşağı Manathan’daki apartman dairesinde Achcar ile bir röportaj yaptı.

BW: Dün geceki konuşmanıza, savaşı eleştiren birçok kişinin şu anda neler olduğunu zamanında tam olarak öngördüğü yolundaki ironiye dikkat çekerek başladınız. Irak’ta şu anda kaos ve iç savaş tehlikesi var. Dahası Beyaz Saray, Irak’ta kalmanın temel gerekçesi olarak tam da bunu kullanıyor.

GA: Evet, bu gerçekten de Irak savaşı tarihinin bir ironisidir. Biz –yani savaşa muhalif olanlar- savaşın Irak’ta çok tehlikeli bir durum, kaotik yaratacağı yolunda uyarılarda bulunduk, bunu vurgulamaya devam ettik. Savaşın taraftarları ise bu işin çok kolay olacağını, ABD birliklerinin çiçekler ve tatlılarla buyur edileceğini söylüyorlardı. Ve orada olanlar ne yazık ki bizim öngörülerimiz doğrultusunda gerçekleşti –yani Irak halkına yazık oldu, çünkü şu anda Iraklıların çektiği acılar son derece trajiktir. Şimdi de bu işgalin sona ermesini, hem de bu ülkeye getirdiği felaket nedeniyle hemen sona ermesini istiyoruz ve savaşı destekleyen aynı kişiler bize, hayır, birlikler orada kalmalı çünkü çekilirlerse kaos olur diyorlar.

Bu argümana, savaşın taraftarlarının söyleyegeldiği şeyleri aynen söyleyip tam olarak karşı konuma geçerek karşı çıkmamamız gerektiğini düşünüyorum. Şimdi artık, örneğin işgal sona erdiğinde Irak’ın birdenbire cennete döneceğini söyleyemeyiz. Bence hiç kimse Irak’tan işgal kuvvetleri çekildiğinde neler olacağını öngöremez. Ancak, kesinlikle doğru olan, bence tartışılamaz bir gerçek var: Durum işgal başladığından beri çok tehlikeli ve trajik bir şekilde daha da kötüye gidiyor.

Bu gerçeğin ışığında, mantık biran önce Irak’tan işgal birliklerinin çekilmesini emrediyor. Burada, Iraklıların bu beklenti ile yüz yüze geldiklerinde anlaşmaya varmak, yeniden bir arada yaşamanın yollarını bulmak ve devletlerini yeniden inşa etmek için güçlü saikler bulabileceğini umut edebiliriz. Bunun olasılık dahilinde olduğuna inanmak için güçlü bir zemin var. Eğer Irak’taki ayaklanmanın temel üssünün ülkenin Sünni Arap bölgeleri olduğunu göz önünde bulundurursak, Sünni Arapların Irak’ta azınlık olduğunu ve Şii Arapların sayısının üç katı olduğunu, Kürtlerin de sayıca aşağı yukarı Sünni Araplar kadar olduğunu ancak örgütlü askeri kuvvetler açısından çok daha güçlü olduklarını da gayet iyi bildiğimize göre, aklını yitirmiş küçük bir azınlık dışında Sünni Arapların büyük çoğunluğunun müzakerelere girmenin ve biraz taviz vererek bir uzlaşmaya varmanın kendi çıkarlarına olduğunu anlayacaklarını düşünüyorum. Yoksa iç savaş seçeneği Sünni Araplar için felaket olacaktır, çünkü Kürtlerin kudreti ve askeri gücü ile Şiiler’in ezici çoğunluğu arasında kalacaklar ve bu da son derece istikrarsız ve tehlikeli bir durumdur.

BW: Evet bunun henüz Sünniler üzerinde sınırlayıcı bir etkisi olmuşa benzemiyor.

GA: Kesinlikle. Bunun Sünniler üzerinde hiç bir sınırlayıcı etkisi yok. İşgal kuvvetlerinin bizzat varlığı Irak nüfusunun üç büyük bileşeni arasındaki doğrudan çatışmayı engelliyor. Diğer yandan, işgal kuvvetlerinin bizzat varlığı en azından, Irak’taki çeşitli silahlı gruplar tarafından yürütülen işgal karşıtı eylemlere gerçek bir meşruiyet kazandırıyor. Tabii ki Sünni nüfus bu silahlı mücadeleyi meşru olarak görüyor –ancak burada işgal kuvvetlerine karşı eylemlerle sekter karakterdeki eylemler arasında bir ayrım yapmak gerekir. Şiilerin kitlesel olarak katledilmesi, sivillerin öldürülmesi Sünni Arap nüfusun çoğunluğu tarafından bile hoş karşılanmamaktadır. Yani insanların çoğu bunu kriminal eylemler olarak değerlendirmektedir. Müslüman Ulemalar Birliği bile işgal kuvvetlerini hedef alan “onurlu direniş” olarak adlandırdıkları şey ile kendilerinin de “terörizm” dediği sivilleri ya da Iraklı hemşerilerini hedef alan eylemler arasında her zaman bir ayrım koyuyorlar.

BW: Müslüman Ulemalar Birliği, bu Iraklı bir örgüt müdür?

GA: Müslüman Ulemalar Birliği Irak’taki Sünni Araplar arasında en etkili örgüttür. Sünni Araplar arasında Saddam’a karşı güçlü bir muhalefetin kök salmamış olması Şii ve Kürtler’in durumunda olduğu gibi önemli bir Sünni liderliğin olmaması gerçeğine yol açmıştır. Yine de birkaç grup vardır ve genellikle Müslüman Ulemalar Birliği bu gruplar içinde en etkili grup olarak değerlendirilir.

Müslüman Ulemalar Birliği bile çekilme tarihi saptandığında tüm silahlı faaliyetin durdurulması gerektiğini söylemektedir. Dolayısıyla, işgal kuvvetleri Irak’ı terk ettiğinde Irak nüfusunun çeşitli bileşenlerinin bir arada yaşayabilmesi için bir formül bulma yolundaki saiklerin çok kuvvetli olacağına inanmak için gerçek nedenler var.

BW: Yine de ABD birliklerine karşı direniş faaliyetleri ile sivillere karşı girişilen saldırıları büyük ölçüde aynı gruplar yürütüyormuş gibi görünüyor.

GA: Yok, hayır hepsi değil. Irak’ta silahlı operasyonlar yürüten gruplar çok sayıda ve çeşitlidir. İşgalin başında işgal kuvvetlerine karşı girişilen saldırıların büyük çoğunluğunu yerel grupların yürüttüğü tahmin ediliyordu. Biliyorsunuz, Irak nüfusun genellikle silahlanmış olduğu bir ülkedir, aşiret gelenekleri vardır...

BW: Saddam yönetiminde buna müsade ediliyor muydu?

GA: Saddam yönetiminde bile... Yani kimse rejime karşı silah kullanmaya cesaret edemezdi, çünkü rejim o kadar vahşi idi ve o kadar üstün bir örgütlü güç idi ki, bu intihar anlamına gelirdi. Ama rejim dünyanın bu bölgesinde insanların geleneksel olarak sahip oldukları bu kişisel hafif silahları toplamaya çalışmadı.

BW: Burada av tüfeklerinden mi söz ediyorsunuz yoksa makineli tüfeklerden mi?

GA: Makinalı tüfekleri bile var. Biliyorsunuz Ortadoğu’da insanların evinde Kalaşnikof bulundurması çok yaygındır. Silah taşımak atalardan gelen bir gelenektir ve herhangi bir hükümet için bunu tamamen bastırmak zordur. İşgal başladığında rejimin çözülmesiyle birlikte her türden silah halkın eline geçti. İşte bu nedenle başlarda bir çok eylemin yerel halk, hatta zaman zaman bireyler ve küçük hücreler tarafından yapıldığı söylenir –halk grupları işgale doğrudan maruz kaldıkları için isyan ediyordu.

Diğer yandan, halihazırda etkin bir örgütlü şebeke var, bu önceki rejimden arta kalmıştır. Bu sefer Saddam Hüseyin rejiminin 1991’de edindikleri tecrübe ışığında Birleşik Devletler’in askeri gücüne direnemeyeceğini öğrendikleri dolayısıyla işgalden sonra işgal kuvvetlerine karşı eylemlere girişecek bir şebeke hazırladığı bilinmektedir. Bir kenara silahlar, patlayıcılar ve para saklamışlardır. Dolayısıyla örgütlü şebekelerden kaynaklanan eylemlerle yerel grupların giriştiği ve az çok kendiliğinden eylemlerin bir bileşimi söz konusudur. Zamanla bir çok örgütlü şebeke de oluşmuştur.

Ancak şu anda Irak’taki örgütlü büyük silahlı mücadele şebekelerini oluşturduğu bilinen birkaç grup var. Hala Baasçılar var, ancak Baasçılar hiç bir zaman giriştikleri silahlı eylemleri kendi adlarıyla üstlenmezler, dolayısıyla Baasçılardan “bizimkiler şu eylemi yaptı, şuraya saldırdı” türünden bildiriler duymazsınız. Baasçılar hiç bir askeri bildiri yayınlamaz, yalnızca politik bildiriler yayınlar –ve paravan İslamcı isimler altında iş gördüklerine inanılmaktadır.

BW: Neden? Her zaman Baasçıların direnişteki rolünün bir şekilde abartıldığından kuşkulanmışımdır.

GA: Neden böyle yapıyorlar? Çünkü işgal kuvvetlerine karşı kendi kimliklerini kullanırlarsa bunun pek de popüler olmayacağını biliyorlar. Neden böyle davrandıklarına ilişkin genel tahminim bu.

BW: Ancak direniş içinde geniş bir Baasçı bileşen olduğuna ikna oldunuz.

GA: Bence bu tartışılmaz. Kesinlikle tartışmasız bir gerçek. Ancak bu insanların ne kadarının Saddam’a sadık kaldıkları ne kadarının zaman zaman iddia edildiği gibi belli ölçüde kopan hiziplerden meydana geldiği belirsizdir. Ancak Baasçı örgütlü şebeke kesinlikle önemli bir rol üstlenmektedir. Bunun yanısıra El Kaide, ya da bin Ladin tarafından “Irak’taki El Kaide” olarak kutsanan Zerkavi grubu vardır.

BW: Bu ismi kendileri memnuniyetle kabul etmiş gibi görünüyor.

GA: Evet ancak El Kaide’nin Zerkavi’yi kendi adamları olarak benimsemesinde şaşıracak ne var, göremiyorum. Eninde sonunda, açıkça aynı ideolojiyi paylaşıyorlar. Hatta Zerkavi, Bin Ladin’in kendisinden ve klasik Bin Ladincilerden çok daha fanatiktir.

Bunun yanısıra İslami isimlere sahip dört ya da beş grup var.

BW: Bu gruplar kimlerdir ve onlar hakkında ne gibi bilgilere sahibiz?

GA: Genelde silahlı grupların üç politik bileşeni vardır. Bir yanda İslami fundamentalistler vardır, bunlar Zerkavi gibi aşırılardan görece daha ılımlı olanlara kadar bir yelpaze oluşturur. Diğer yanda milliyetçi ancak Baasçı olmayan bir bileşen vardır. Bunların Baas partisine, ideolojisine ya da liderliğine bir bağlılıkları yoktur. Bir de Baasçılar vardır. Temelde bu gruplar var. Ne yazık ki bu gruplar arasında ilerici bir grup yok. Bu, Ortadoğu’da tüm solcu ve ilerici grupların tarihsel yenilgisinin bir sonucudur. Bu yenilgi fundamentalist güçler tarafından doldurulan bir boşluk yaratmıştır. Dünyanın bu bölgesindeki trajedinin bir parçası da budur.

Başlangıç noktanıza dönecek olursak, evet, yalnızca işgal karşıtı eylemlere girişen gruplarla yalnızca Şii karşıtı eylemlere girişen gruplar arasında bir ayrım yapmak zordur. Şiilere saldıran gruplar, en azından meşruluk iddiasında bulunmak için işgale karşı girişilen bazı eylemleri de üsleneceklerdir. İki değişik tür savaşın oluşturduğu bir bileşim var: bir yanda işgalcilere karşı özgürlük savaşı olarak adlandırılabilecek bir savaş, diğer yanda bir iç savaş –aslında düşük yoğunluklu bir iç savaş, ama yine de bir iç savaş.

İşgale karşı eylemlerin her halkın işgale karşı direnme ve özgürlük için mücadele etme hakkının bir parçası olarak meşru eylemler olduğu söylenebilir. Ancak tabii ki, halkın diğer bir bileşenine karşı girişilen eylemler kriminal eylemlerdir. Ancak silahlı mücadeleyi yürüten bazı gruplar, ABD işgalini “İran işgali” olarak adlandırdıkları şey ile özdeşleştirmekte, Şiileri İran ajanları olarak görmekte ve Saddam Hüseyin’in İran’a karşı yürüttüğü savaşı kendilerinin devam ettirdiklerini düşünmektedir. Ancak bu savaş tamamen reaksiyoner bir savaştır. Yani işgale karşı diğer savaşın tersine kesinlikle hiç bir özgürlükçü boyutu yoktur.

İslamcı olmayan, fundamentalist olmayan, Baasçı olmayan, milliyetçi hiç bir önemli grup yoktur. İşgale karşı direnişin milliyetçi bileşeni olarak adlandırabileceğimiz şey, işgalden, ABD birliklerinin halka karşı davranışından, ev araması yapmasından bıkmış halkın yerel ve kendiliğinden eylemleridir. Yani bu tip şeyler halkın İslami fundamentalizm ya da Baasçılık gibi herhangi bir ideolojiye bağlanmadan silah kuşanıp ABD birliklerine saldırmasına yol açıyor. Dolayısıyla bu insanlar milliyetçi yurtseverlerdir, ya da nasıl adlandırırsanız adlandırın.

BW: Ancak bunlar gerçek bir örgütsel kapasiteye sahip değiller...

GA: Ne yazık ki bu unsurları temsil eden büyük bir şebeke yok. Ne yazık ki diyorum, çünkü bu diğer iki bileşenden, yani bir yanda Baasçılardan diğer yanda da İslamcı fundamentalistlerden çok daha iyi bir şey olacaktır. Trajedi, gerçek araçlara sahip örgütlü şebekelerin bu iki türden olmasından kaynaklanıyor.

BW: Sık sık ismini duyduğumuz en büyük grup “Mezapotamya’daki El Kaide” olarak adlandırılan bir örgüt. Diğer gruplarla ilgili ne biliyoruz? Bunların hepsi de Muhammed’in Ordusu türünden isimlere sahip. Bunlar hakkında isimlerinden başka herhangi bir şey biliyor muyuz?

GA: Bu zor bir soru, ancak örneğin şu ya da bu örgütün aslında Baasçı olduğu yönündeki Şii kaynaklı iddiaları duyuyoruz. Ancak 15 Ekim’deki referandum önemli bir göstergedir. Burada Sünni Arapların tavrında Ocak 2005’de yapılan ve neredeyse tamamen boykot ettikleri seçimlere göre ciddi bir kayma olmuştur. Bu sefer Sünni Arap bölgelerde ciddi bir katılım olmuştur. Yani tabii ki hayır oyu vermişlerdir, ancak yine de bu seçim sürecine katılmak anlamına gelir. Seçim günü çok az şiddet olayı olmuştur. Irak hükümeti ve Washington bunun aldıkları başarılı önlemler sayesinde olduğunu söylemiştir, ancak bu palavradan ibarettir. Gerçekte büyük silahlı şebekelerden bazıları seçimlere katılım çağrısında bulundukları için ateşkes ilan etmişlerdir. Bu yeni bir şeydir. En çok kullanılan isimler itibariyle beş büyük gruptan dördü referanduma hayır oyu ile katılma çağrısında bulunmuştur.

Bunun, diğer tüm grupların da aynı şekilde davranmasına yol açtığını düşünüyorum – böylesi bir seçime ilkesel olarak karşı duran daha genel bir fanatik konumdan hareketle ister işgal altında olsun ister olmasın herhangi bir seçime katılmaya şiddetle muhalefet eden Zarkavi grubu bile o gün diğer gruplarla çatışma korkusu ile eylem yapmamıştır. Seçimleri boykot etme çağrısında bulunan Baasçılar ve Zarkavi bile o gün eylem yapmamıştır.

BW: Baas partisi –bu ismi kullanarak- bir bildiri ile boykot çağrısında bulunmadı mı?

GA: Tabii, tabii. Bildirileri web sitelerinde yer alıyor.

BW: Hala Saddam’a bağlılık iddiasındalar mı?

GA: Tabii, web sitelerine baktığınızda Saddam Hüseyin’i görürsünüz.

BW: Web siteleri nereden işletiliyor?

GA: Bunu size söyleyemem. Ancak Baasçılarla bağlantılı birden çok web sitesi bulunuyor. Baas partisinin, tüm bildirilerini bulabileceğiniz resmi bir web sayfası var. Referandumdan birkaç hafta önce bu referandumu ve herhangi bir katılımı şiddetle kınayan bir bildiri yayınladılar. Politik sürece dahil olan ve hain olarak kınadıkları diğer Sünni Arap gruplarına saldıran bildiriler de bulursunuz. Çünkü, Baasçılar için seçim fikri bile iktidarı yeniden ele geçirme hırslarına karşı işleyen bir şeydir. İktidarı yeniden ele geçirmelerinin aslında oldukça hayalperest olduğunu düşünüyorum.

BW: Saddam’ı yeniden iktidara getirmekten mi söz ediyorsunuz?

GA: Eğer hala hayattaysa Saddam’ı yeniden iktidara getirmek ya da Baas iktidarını yeniden kurmak. Bu çok hayalperesttir, çünkü güçleri kırılmıştır. Bir yeraltı şebekesinin gücüne sahiptirler, ancak kapsamlı bir iç savaşta açıktan bir karşılaşmada, sayı ve askeri kapasite bakımından Kürtlerin ve tabii ki İran tarafından desteklenecek olan Şiilerin yanına bile yaklaşamazlar.

Herhangi bir konum benimsemeyen beşinci grup Ansar Sünni –Sünni Partizanlar- olarak adlandırılmaktadır. Bu grup Şiilere karşı birçok eylemi üslenmiştir. Dolayısıyla bu katı ve fundamentalist bir gruptur, belki de Baas’ın paravan örgütüdür, bilemeyiz. Ancak silahlı gruplar arasında farklılıklar olduğunu görüyorsunuz ve Irak’ta işgal sona ererse, durumun daha iyiye gideceği yönünde umut beslemek akla yatkındır.

BW: Belki de bir ölçüde istikrara kavuşur. GA: İstikrara kavuşur demek fazla iyimser olur. Ama en azından politik çözüm yönünde ve Şiilerle çatışmaya devam eden unsurların tedrici olarak yalıtılması yönünde bir gelişme olur.

İÇ SAVAŞ SENARYOSU

BW: Ancak bir çok kişi tam da tersinin olmasından korkuyor. Yani ABD’nin çekilmesinin tam kapsamlı bir iç savaşa yol açacağından ve ülkenin üç devletçiğe bölüneceğinden: Güney’de Iran himayesinde bir çeşit Şii devleti, Kuzey’de Kürt devleti, ortada son derece baskıcı olacak Taliban benzeri bir rejim. Bu aynı zamanda yabancı güçlerin işgalini de ateşleyecektir. Türkiye, Kürtler etkin bir bağımsız devlet kurduklarında müdahale edecektir.

GA: Az önce söylediğim gibi, işgalin varlığı tam da böyle bir senaryoyu alevlendirmektedir, sona ermesi değil. İşgalin varlığı tam kapsamlı bir iç savaşı engelliyorsa bile, Sünni Arap arasındaki silahlı grupların eylemlerini kolaylaştırmakta ve onlarla doğrudan yüzleşmeden Şii gruplara saldırmalarına zemin hazırlamaktadır. Bunlar yalnızca intihar bombacısı türünden sinsi saldırılardır. Ancak işgal kuvvetleri mevcut olmasaydı, hikaye tamamen farklı olurdu. O durumda Şiilerin kitlesel misillemelere girişme riski de büyük olurdu. Eğer durum iç savaşa doğru giderse Sünni Arapların Kürtler ve Şiilerle karşılaşmalarından zaferle çıkacaklarını düşünmeleri için akıllarını yitirmiş olmaları lazım.

Dolayısıyla ülkenin parçalanacağından söz ediyorsak, işgalin varlığı bunu kesinlikle önlememektedir. Tam tersine. Washington’ın Irak’taki temsilcilerinin işgalin başından beri uyguladığı “böl ve yönet” politikaları Irak nüfusunun çeşitli bileşenleri arasındaki gerilimi önemli ölçüde beslemektedir. ABD’nin Irak büyükelçisi Halilzad’ın tüm çabaları, anayasa taslağına Irak’ın herhangi bir bölgesinin istediği taktirde oy çokluğu ile otonom bir bölge olarak birleşmesine olanak sağlayan bir koşul ekleme talebinden vazgeçmeleri için Şiileri ikna etmeye yetmemiştir.

BW: ABD bu önleme karşı mı çıktı?

GA: Açıkça karşı çıkamadı. Ancak Halilzad’ın Sünni Araplar, Şiiler ve Kürtler arasında bir uzlaşmaya ulaşmak üzere yaptığı girişimlerden Washington’un bu olasılıktan pek de hoşnut olmadığı açıkça görünüyor. Peki neden? Çünkü, Washington için özellikle de Irak’ın yeraltı kaynaklarının büyük çoğunluğunun bulunduğu Güney’deki herhangi bir Şii otonom bölgesi İran’ın etkisine açık bir platform haline gelir. Ve bu da ABD’nin tüm bölge üzerindeki çıkarları açısından bir tehdit olarak değerlendirilir. Washington’ın Şiilerin talep ettiği bu şarttan hoşnut olmamalarının nedeni budur. Ancak Washigton Şiilerin bu doğrultuda ilerlemesini önleyecek bir konumda değildir ve şimdi bu şart anayasada yer almaktadır. Şimdi Şiilerin halihazırda kabul edilmiş bulunan anayasadaki bu şartı uygulamaya karar verdiklerini ve otonom bir bölge ilan ettiklerini varsayalım. Washigton birliklerinin bunu engellemeye çalışacaklarını mı düşünüyorsunuz. Bu pek de mümkün değil. Dolayısıyla ABD birliklerinin ülkenin parçalanmasını önlediğini söylediğinizde bu pek de inandırıcı değil. Ülkenin parçalanmasını önleyen şey bunun herkes için çok pahalıya patlayacağının görülmesi. Bu kimsenin çıkarına değildir, yani Irak halkının ortak çıkarına aykırıdır.

Kürt halkı eğer isterse bağımsız bir devleti çoktan hak etmiştir. Çünkü faklı bir ulustur ve her ulus gibi kendi kaderini tayin hakkına sahip olmalıdır –yalnızca Kürdistan’ın Irak’taki parçasında değil, Türkiye’deki, İran’daki ve Suriye’deki parçasında da. Eğer Kürtler Kürdistan’da bir referanduma gidecek olursa neredeyse oybirliğiyle bağımsızlıktan yana oy kullanılar. Kürt liderlikleri de seçmenlerinin bağımsızlığı çok fazla istediklerini ve anayasanın Kürtlere ayrı bir devlet de kurmak dahil kendi kaderini tayin hakkı tanımamasından pek de hoşnut olmadıklarını bilirler. Buna rağmen seçmenlerine sürekli olarak “sabırlı olmalısınız, Kürdistan’ın bağımsız olacağı, yani resmen bağımsız olacağı gün gelecektir” demektedirler. (İşin doğrusu Kürdistan 1991’den beri neredeyse bağımsız bir devlet olarak işlemektedir.) Sürekli olarak “sabırlı olmalısınız, çünkü şu anda koşullar bağımsızlık ilan etmek için uygun değil, eğer bağımsızlık ilan edersek çok zor şartlarla karşı karşıya kalırız. Türk tehdidi tepemizde. Türkiye, az önce sizin de söylediğiniz gibi, bağımsızlık ilan edilirse müdahale etme tehdidinde defalarca bulundu. Şu anda Kürtler bağımsızlık ilan ederlerse kaybedecekleri şeyler kazanacaklarından fazladır. Kürtlerin resmen bağımsız bir devlet olarak ayrılmalarını engelleyen şey de budur.

İnsanların zaman zaman Şii ve Sünnilerle ilgili medyadan edindikleri izlenim çok çarpıktır. Yani, sadece Şiilerin yaşadıkları alanlar yoktur. Kürtlerin farklı bir durumu var, coğrafi ve kültürel olarak Kürdistan’ı oluşturan üç eyalet var. Ancak Şiilere ait bir ülke ya da Sünnilere ait bir ülke yok. Sünni çoğunluğun olduğu, Şii çoğunluğun olduğu eyaletler var. Hatta bunlar bazen büyük çoğunluğu oluşturuyor. Bazen de karışık eyaletler oluyor. Hatta dinsel olarak karışık aşiretler bile var, cemaatler birbiri içine geçmiş. Bağdat hepsinin temsil edildiği bir şehir. Şiiler eğer resmi bir şekilde ayrılırlarsa bu yalnızca çok pahalıya patlayacak, kendileri de dahil herkes için çok kanlı olacak bir iç savaşa yol açmakla kalmaz, Arap çevrelerde düşmanlıkla da karşılanır.

Bana göre Şii liderliği ülkeyi bölmenin ve –Bosna’dan beri kullanıla gelen bir terimi kullanacak olursak- etnik temizlik olasılığı ve çok pahalıya patlayacak bir iç savaş ile yüz yüze gelmenin, Arap çevrelerin düşmanlığını kazanmanın ve İran’ın dostluğuna bağımlı olmanın kendi çıkarlarına olmadığının tamamen farkındadırlar. Şii Araplar gururludurlar ve bazı kişilerin iddia ettiği gibi İran’a bağımlı olmak hoşlarına gitmez.

BW: Şiilerin en azından bir hizbi İran yanlısı: İslam Devrimi Yüksek Konseyi

GA: Yüksek Konsey’in İran bağlantılı olduğu, yani tırnak içinde “İran ajanı” olduğu iddia edilmiştir, ancak değildir. Aralarında Komünist partilerle Sovyetler Birliği arasında varolan ilişkilere benzer bir ilişki yoktur. İran’ı bu şekilde görmezler, kesinlikle. Dediğim gibi gururlu insanlardır. Şii Araplar İslam’ın peygamberini ve Şiilerin temel referans noktası olan Ali’yi çıkartan bir ulusa mensup olmaktan gurur duyarlar.

Kahin olma iddiasında değilim. Ne olacağını bildiğini iddia etmek, değersiz bir iddiadır. Ancak mevcut durumun rasyonel bir değerlendirmesi temelinde, ortak bir ulus inşa etmek üzere yeni bir formül bulunması yolundaki saikler çok kuvvetlidir.

Ancak dediğim gibi, bir şey çok açık: Durumun kötüleşmesini engelleyen şey ABD kuvvetlerinin varlığı değil. General Casey’in kendisi bile Senato’daki oturumlarda işgalin varlığının ayaklanmayı alevlendirdiğini söylemiştir.

YENİ-MUHAFAZAKAR GÜNDEM

BW: Bir de şöyle bir komplo teorisi var: Aşırı uçtaki yeni-muhafazakarın Irak’ı bilerek bölmeyi hedefleyen bir gündemi varmış.

GA: Evet bu yeni-muhafazakarın B-planı idi. yeni-muhafazakarın ve İsrail’deki Şaron hükümetinin. Bunlar Irak’ın parçalandığını, hatta çeşitli hizipler arasında bir iç savaşa sürüklendiğini görmekten pek de üzüntü duymayacaktır. Tıpkı Wahington’ın İran ve Irak’ın birbirleriyle savaşmasını sekiz yıl boyunca mutluluk içinde seyrettiği gibi. Ne zaman bir taraf güçsüz düşse, Washington bu güçsüz tarafı bir şekilde destekliyordu ki savaşı sürdürebilsin. Hatta Kissinger, çıkarlarının her iki tarafın da birbirlerini mümkün olduğunca uzun bir süre yok etmeleri olduğunu söyleyen samimi bir makale yazmıştı. Şaron hükümeti ve yeni-muhafazakarlar arasındaki Amerikalı arkadaşları Irak’a aynı mantıkla yaklaşmaktadır. yeni-muhafazakar işgali ve işgal sonrasını biçimlendirmekte etkili olmuşlardır –ancak yalnızca ilk yedi ay boyunca. Bundan sonra işgalin bir felaket olduğu ve hazırlanan planların gerçeklikten ne kadar uzak olduğu kanıtlanmış ve Bush yönetimi Irak’ta rota değişikliğine gitmek zorunda kalmıştır. Bir tarafta Dışişleri Bakanlığı ve CIA diğer tarafta da Pentagon arasında senaryo üzerine tartışmalar olmuştur.

BW: Pentagon daha ziyade hırslı bir yeni-muhafazakar konum mu benimsiyordu?

GA: Kesinlikle. Paul Wolfowitz’in görevden alınması bir değişikliğe işaret etmektedir.

BW: Pentagon’un bu konumdan geri çekildiğini mi düşünüyorsunuz?

GA: Evet, bu yöndeki işaretler çok fazla. Gerçekte bu Bremer ve Çelebi arasındaki çatışmada açığa çıktı. Yeni-muhafazakarlar Irak politikasını doğrudan belirlerken, Çelebi Washington’ın Irak’taki yardakçısı idi. Başka bir işaret de Çelebi’nin yerine Allawi’nin geçirilmesidir. Allawi CIA’nin adamıdır ve diğer senaryoyu temsil etmektedir, yani işgalden önce CIA ve Dışişleri Bakanlığı’nın savunduğu ancak bir kenara atılan senaryoyu. Sonra yeni-muhafazakar senaryo iflas etti, tekrar Allawi’nin senaryosuna geri dönüldü. Ancak biraz geç kalınmıştı, çünkü senaryo Baasçı aygıtın önemli bir kesimi ile işbirliğini talep ediyordu. yeni-muhafazakarların ve Çelebi’nin planı ise eski devlet aygıtının tamamen tasfiye edilmesi ve sıfırdan yeni bir devlet aygıtı kurulmasını öngörüyordu. Küçük bir ordu, İsrail’le dost tarafsız bir devlet, bir çeşit Arap İsviçresi. Bu çok hayalpereset idi.

BW: Bu yeni-muhafazakarın A-planı idi, B-planları da Irak’ı bölmek miydi?

GA: Evet. B-planı da Irak’ı bölmekti. Ancak bu B-planı ABD’nin emperyal hegemonyası ile uyum içinde değildir. Bu ABD’nin bölgedeki çıkarları açısından kesinlikle çok riskli, hatta feci olur. Neden? Çünkü bir yanda bağımsız bir varlık olarak Şiilerin Washington yerine İran ile ittifak kurmaları daha muhtemeldir. İkinci olarak, bu tüm bölgeyi istikrarsızlaştıracaktır ve Suudi Arabistan’daki Şii bölgesinin ayrılması için bir saik oluşturacaktır. (Aslında Suudi Krallığı demek lazım, “Suudi Arabistan” demeyi sevmiyorum, krallık Suudi’dir, bu bir hanedanlığın adıdır, bir ülkenin değil.) Bunlar aynı zamanda Suudi Krallığı’nda petrol kaynakları açısından zengin bölgelerdir. Dolayısıyla bu Washington için bir kabus senaryosudur.

BW: Bir de Türk işgali sorunu var.

GA: Tabii ki. Tüm bunlar, petrol piyasası açısından korkunç sonuçlara yol açacaktır. Dolayısıyla yeni-muhafazakarlar Irak’ın bölünmesinin iyi bir şey olduğunu düşünebilirler. Ancak, yöneten sınıfın her iki parti üzerinden mutabık kaldığı Washinton’ın temel çıkarları açısından bu, kesinlikle bir felaket olarak değerlendirilecektir.

DAYANIŞMA SORUNU

BW: Benim için gerçekten önemli bir soru Irak’ta dayanışma gösterebileceğimiz güçlerin kimler olduğu. Ufukta gerçekten de ilerici ve seküler bir alternatif oluşturabilecek bir güç görüyor musunuz?

GA: Tüm bölgede aslında trajik bir durum var. Solcu, ilerici ve özgürlükçü güçler son derece marjinaldir ve tarihsel yenilginin bir ürünü olarak –hatta bazıları yanlış politikalar sonucunda iflas bile etmişlerdir- kitle hareketleri içindeki ezici çoğunlu çok farklı bir doğaya sahip, temelde İslami fundamentalist güçlerdir. Irak, işçi hareketleri inşa etme geleneğine sahip, tarihsel olarak çok güçlü bir komünist partinin olduğu bir ülkedir ve bu durumda en azından ilerici akımın hayatta kalmasına yol açacağı ümit edilebilir. Ancak sorun şu ki, komünist parti Paul Bremer tarafından kurulan yönetim konseyine katılmış ve bu hareketle bir antiemperyalist güç olarak inanırlığını yitirmiştir. Gerçi savaş resmi olarak başlamadan savaşa karşı çıkmışlardır. Bunun sonucu olarak Ocak’taki seçimlerde çok kötü bir sonuç almışlardır. Dinamik bir seçim kampanyası yürütmüşler, ancak yüzde 1 altında çok gülünç bir oy almışlardır. Bu bir zamanlar, 50’lerin sonunda, sokaklara bir milyon kişiyi seferber edebilen bir partidir. Yani bu tam bir felakettir.

BW: Bu düşüşü neye atfediyorsunuz?

GA: Bunu parti liderliğinin katıksız oportünizmine atfediyorum. Bu oportünizm, Allawi’nin listesinde yer almalarına yol açtı. Şimdi de Aralık’ta yapılacak seçimlerde Washington yardakçısının listesindeler.

BW: Saddam iktidardayken ona karşı duruşları nasıldı?

GA: Başlarda, 1968’de Baasçı darbe gerçekleştiğinde Baasçılarla işbirliğine girmeye çalıştılar. Aslında Baasçılar komünist partiden ayrılan bir grubu bastırmaya çalışıyorlardı. Aslında bu darbenin örgütlenmesinin nedenlerinden biri de buydu. Darbe Güney Irak’taki Guevaracı bir gerilla mücadelesini bastırmak üzere düzenlendi. Bu mücadele Britanya’dan dönen ve bir tür foco savaşı başlatan bir Iraklı gerilla lideri tarafından başlatılmıştı.

BW: Gerçekten mi? Kime karşı?

GA: Irak burjuva devletine karşı.

BW: Ama Baasçı darbeden önce iktidarda bir tür sol-ulusalcı rejim yok muydu?

GA: Evet ama Arap dünyasında radikalleşmenin yaşandığı zamanlardı ve Nasırcılık bile burjuva olarak değerlendiriliyordu. Yani, Nasır 1954’den öldüğü yıl olan 1970’e kadar Mısır’ı yönetti ve Arap milliyetçiliğinin ve anti emperyalizmin ve anti feodalizmin bayraktarlığını yaptı. Buna rağmen, o zamanlar devrilmesi gereken bir burjuva olarak değerlendiriliyordu. O zamanlar farklıydı.

BW: Bu Guevaracı fraksiyonun lideri kimdi?

GA: Halid Ahmet Zeki. Gayet iyi bilinen bir şahsiyetti, ama Baasçılar iktidara gelmeden öldürüldü. Guevera’nın 1967’de Bolivya’da yaptığı hesapları o da yaptı. Komünist partinin bir kesimini yanına çekebileceğini düşündü. Partinin ülke içinde gerçek bir şebekesi ve aygıtı olduğunu biliyordu. Bu, silahlı mücadelesini radikalleştirecek ve destekleyecekti. Sonra bu Kürt özgürlük mücadelesi ile birleşecekti ve bu bileşim Bağdat’ın devrimci bir şekilde ele geçirilmesine yol açacaktı. O zamanlar yaptığı hesap buydu. Komünist Parti bölündü ve sol kanat gerilla hareketi ile birleşti. Ancak Baasçı darbe bu Komünist Parti’nin sol kanadını ezdi ve diğer kanat, Komünist Parti’nin çoğunluğu –Moskova yanlısı kanat- Baasçılarla işbirliğine gitmeye çalıştı, hatta 1970’lerin başında bir süre için hükümete bile girdi. Bu yalnızca oportünist değil, kriminal bir harekettir. Eğer çalışan sınıfların temsilcisi olduğunuzu iddia ediyorsanız, kriminal bir hükümete nasıl katılabilirsiniz? Bu çok aptalcaydı ve ileriyi görememekti, çünkü herkes bir noktada Baasçıların onlardan kurtulacağını biliyordu. Özellikle de Saddam Hüseyin iktidarı tam olarak eline aldığında.

BW: Saddam Hüseyin iktidarı tam olarak eline aldığında Komünist Parti’ye ne oldu?

GA: Şiddetli bir şekilde ezilme sırası kendilerine gelmişti.

BW: Bu 1980’lerde mi oldu?

GA: 1970’lerin sonunda. Baasçılardan bağımsız olan her çeşit politik oluşumla birlikte ezildiler. Saddam Hüseyin’in Baasçılığı kelimenin tam anlamıyla oldukça totaliterdi.

BW: Ama yine de Komünist Parti bir parti olarak hayatta kalmayı başardı.

GA: Evet sürgündeki bir parti olarak hayatta kaldı. Saddam Hüseyin iktidarında dört milyon Iraklı’nın sürgüne gittiğini unutmayın. Bu muazzam bir sayıdır. Burada ABD gibi 200 milyonluk bir nüfustan söz etmiyoruz. Saddam Hüseyin’in acımasız, kanlı ve totaliter diktatörlüğü tarafından sürgün edilen bu dört milyon kişi nüfusun büyük bir yüzdesini oluşturur. Daha sonra İran’a karşı giriştiği çılgın savaştan söz etmedik bile. Dolayısıyla Komünist Parti ülkede çok zayıflamış bir yeraltı şebekesi olarak varlığını sürdürdü. Ancak bu şebeke sürgünde canlı tutuldu ve Saddam Hüseyin’in devrilmesinden sonra ülkeye geri döndü. Bundan sonraki davranışları da ilerici bir güç olarak güvenilirliklerini tamamen mahvetti.

Irak Komünist İşçi Partisi adında başka bir sol örgüt daha var. Bunların kökeni, Kürdistan’ın hem Irak hem de İran parçasında var olan Komal adında bir Kürt gruba dayanıyor. Diktatörlük altında Kürdistan’da üslendiler ve 1991’de Kürdistan otonom bir bölge haline geldikten sonra ana tabanları bu bölgedeydi. Anaakım Kürt liderlikleri ile bazı sürtüşmeleri hatta çatışmaları oldu. Saddam Hüseyin düştükten sonra Irak’ın diğer bölgelerinde ve Bağdat’ta ofis açtılar ve faaliyet göstermeye başladılar, ancak ana tabanlarını Kürtler oluşturuyor. Yalnızca İslami fundamentalizme değil İslam’a da şiddetle karşı çıkan bir söylemleri var. Önerdikleri, sıradan Müslüman müminlere son derece provakatif gelecektir.

BW: Ne gibi?

GA: İslami fundamentalist güçleri kınamaktadırlar, ancak bu akımlar ile İslam dini arasına açık bir ayrım koymak yönünde gerekli bir önlemi almamaktadırlar. Dolayısıyla din karşıtı bir grup olarak görünmektedirler. Milliyetçiliği de reddetmektedirler. Yalnızca Arap milliyetçiliğini değil, Kürt milliyetçiliği de dahil her türlü milliyetçiliği reddetmektedirler.

BW: Aslında liderlikleri İranlı bir düşünür olan Hikmet Mansur’a dayanmakta.

GA: Evet, dediğim gibi bu grup başta Kürdistan’ın her iki parçasında da varlık gösteriyordu, daha sonra iki komünist parti kurdular, artık bir Kürt grubu olarak devam etmemeye, İran’ın tüm nüfusuna hitap eden İranlı ve Irak’ın tüm nüfusuna hitap eden Iraklı iki grup olarak devam etmeye karar verdiler. Bence, meselelere oldukça sekter yaklaştığını düşündüğüm için bu grubun büyüme olasılığı pek de fazla değil. Ama kadın meselesiyle ilgili etkinlikler ve bir sendika hareketi örgütlediler. Yani, Irak’ın manzarasına bakacak olursanız, bu insanlar varolan gruplardan çok daha ilericidir.

Bence Irak’ta desteklenmeye değer bir örgüt Güney Irak’ta, Basra’daki Petrol ve Gaz İşçileri Sendikası’dır. Neden? Her şeyden önce bir sendikaya destek örgütlemek çok radikal bir gruba destek örgütlemekten daha kolaydır. Bu gerçek bir sendikadır, gerçekten de otonom bir sendikadır, herhangi bir partinin yan kuruluşu değildir. Bunlar arasında çeşitli ideolojilere sahip insanlar vardır. Şii partilerinin destekçileri vardır, bazıları komünist bir gelenekten gelmektedir. Çok da hassas bir konumdadırlar, çünkü petrol endüstrisi Irak’ın temel doğal kaynağıdır ve tabii ki işgalin ana hedefidir. Dolayısıyla mücadelelerinde güçlü bir desteği hak etmektedirler. Mücadeleleri şu anda özelleştirme meselesi üzerine odaklanmıştır ve petrol endüstrisi ile ilgili özelleştirme planlarına ve tasarılarına karşı çıkmaktadır.

BW: Bu sendikanın temelleri nereye dayanmaktadır? Saddam rejiminde mevcut muydular? Yoksa Saddam devrildikten sonra mı ortaya çıktılar?

GA: Hayır daha sonra ortaya çıktılar. Irak’ta otonom işçi hareketi adına ne varsa Baas yönetimi tarafından en kanlı biçimde bastırıldı. Yani daha Saddam Irak iktidarını tam olarak almadan. Ne zaman bir greve yeltenseler Baasçı eşkiyalar ellerinde makineli tüfeklerle gelip işçileri biçiyorlardı.

BW: Anladığım kadarıyla, Irak’ta şimdi sendika hareketleri var. Basra’da petrol işçileri var. Komünist İşçi Partisi’ne bağlı görünen İşçi Konseyleri ve İşçi Sendikaları adlı bir örgüt var. Bir üçüncü örgüt de Irak İşçi Sendikaları Federasyonu. En azından Komünist İşçi Partisi’ne göre bu örgüt işbirlikçi ve rejimle pazarlık yapıyor.

GA: Bu üçüncü sendika Irak Komünist Partisi tarafından yönetiliyor. Hatta liderliğinde Allawi grubundan bazı kişiler de var ama gerçek örgütçüler komünistler. Bence bu gerçek bir sendika, kendisine öncülük eden partinin politik pozisyonu üzerinden yargılanmaması gerekir. İşçi davası için neler yaptığı üzerinden yargılanması gerekir. Bence tüm mücadeleler, haklı mücadeleler oldukları sürece nerede cereyan ediyorlarsa etsinler, kim tarafından öncülük ediliyorsa edilsinler desteklenmelidir. Bu ülkenin ufukta görünen iç savaş yerine en azından gerçek toplumsal mücadelelere sahne olacağı bir duruma ulaşmasını umit ediyoruz.

BİR HAREKET İNŞA ETME ZORUNLULUĞU

BW: Son olarak ne söylemek istersiniz? Özellikle de ABD’deki savaş karşıtı güçlerin ne yönde ilerlemesi gerektiğine ilişkin?

GA: ABD’de güçlü bir savaş karşıtı hareket inşa etmenin son derece önemli olduğunun farkında olmalıyız. ABD hükümeti Irak’ta giderek zorlaşan bir durumla yüz yüze gelecektir. Benin öngörüm önümüzdeki yılın Washington için çok zor olacağı yönünde. Şii ittifakı ABD birliklerinin çekilmesi için bir takvim oluşturulması yolundaki taleplerini yenilemeye başladı. Bu, Kürt İttifakı ile birlikte bir hükümet kurmak üzere bir kenara koydukları merkezi bir talepti. Bu uzlaşmaya şu anda Şii ittifakının bir parçası olan, hatta hükümete de giren Sadr’ın militanları tarafından şiddetle karşı çıkıldı. Ulusal mecliste hükümetin işgal kuvvetlerinin çekilmesine ilişkin bir takvim oluşturması talebiyle bir dilekçe hazırladılar ve milletvekillerini önemli bir kesiminin, 120 milletvekilinin imzasını aldılar. Bence Sadr yandaşlarının bu mesele ile ilgili olarak şimdiye kadar olduklarından çok daha aktif olmaları beklenebilir. 9 Nisan 2005’te Bağdat’ta işgal kuvvetlerine karşı muazzam bir gösteri olduğunu hatırlayın. Bu gösteride George Bush, Tony Blair ve Saddam Hüseyin’in kuklalarını yaktılar.

BW: Sadr yandaşları mı?

GA: Evet.

BW: Aynı zamanda Parlamento’da temsilcileri de var.

GA: Hem Parlamento’da hem de hükümette. Evet, tabii. Şii ittifakı içinde işgal kuvvetlerinin çekilmesi için bastıracaklardır.

BW: Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi’de bu ittifakın içinde mi?

GA: İslam Devrimi Yüksek Konseyi bu ittifak içinde en büyük güçtür. İttifak temelde İslam Devrimi Yüksek Konseyi, Sadr yandaşları ve Dava Partisi gibi diğer gruplardan oluşmaktadır. Ancak en büyük iki güç İslam Devrimi Yüksek Konseyi ve...

BW: Sadr yandaşları.

GA: Sadr yandaşları. Her iki grubun da kendi milisleri vardır.

BW: Bunlar birbirlerine karşı muhalefet yürütüyordu. Bir tür uzlaşmaya mı vardılar?

GA: Evet, birbirlerine rakiptirler. Ama aynı zamanda tabanlarını bölmeyerek bir tür anlaşmaya varmalarının kendi çıkarlarına olduğunu da bilmektedirler. Çünkü ortak noktaları ayrım noktalarından daha fazladır. Her ikisi de İslami fundamentalisttir, her ikisi de Şii örgütlerdir. Birinin işgale karşı tavrı diğerinden daha radikaldir, ancak İslam Devrimi Yüksek Konseyi’nin ABD’nin varlığına karşı taktik bir yaklaşımı vardır. İran gibi, onlar da ABD’yi kullandıklarına inanmaktadır. Baş düşmanları Saddam Hüseyin’i devirmek için ABD’yi kullanmışlardır ve şimdi de silahlı kuvvetlerini ve kendi denetimlerinde bir Irak devletini kurmak için ABD’nin varlığından faydalanmaktadırlar ve zamanı geldiğinde ülkeyi terk etmeleri çağrısında bulunacaklardır.

Washington Allawi’yi çok güçlü bir şekilde desteklemektedir. Kürtlerin seçimlerde desteklenmesi gerekmemiştir, çünkü tabanları zaten onlara oy verir. Ancak Washington şimdi Allawi’nin –oyların yüzde 14’ünü alarak yenilgiye uğradığı Ocak 2005 seçimlerinin tersine- Parlamento’nun Kürtlerle birlikte bir veto gücü oluşturabilecek daha önemli bir bileşenini yönetmesini istemektedir. Aralık’taki seçimlerin ne getireceğini göreceğiz [[dipnot1]]. Irak’ta ne olacağını bilemeyiz. Ancak büyük olasılıkla Washington’u şimdiye kadar olduğundan çok daha zor zamanlar beklemektedir. Washington’da böylesi bir yönetim ise en kötü olasılığı akla getirmektedir: Zorlukla karşılaşınca çok şiddetli ve sert bir tepki gösterebilir.

BW: Beyaz Saray mı?

GA: Evet. Bölgesel gerilimi nasıl arttırdığını görüyorsunuz. İran’a, Lübnan’daki Hizbullah’a ve Suriye rejimine karşı tehditlerini arttırıyorlar. Ve Irak’taki Şii ittifakının İran’la, yalnızca Şiilik açısından değil son tahlilde ABD’nin Irak’taki süre giden varlığına karşı düşmanlık açısından da ortaklaştıklarını gayet iyi biliyorlar.

Washington bu savaşa ABD açısından muazzam bir maliyet ile girdi. Gerek insan hayatı gerekse ekonomik olarak maliyet muazzamdı. Irak’tan çekilmek ve her şeyi kaybetmek ABD için stratejik açıdan muazzam bir yenilgi olacaktır. Dolayısıyla ABD güçlükle karşılaştığında çok vahşice karşılık vermeye son derece eğilimli olacaktır.

BW: Bunun anlamı nedir?

GA: Yani her şey mümkün. İran’a karşı askeri harekat, silahlarını Şiilere çevirmeleri, Şiilerin işgale karşı radikalleşmesi. Dolayısıyla İran’da şimdiye kadar gördüğümüzden çok daha fazla kan akabilir.

ABD’deki savaş karşıtı hareket burada gündeme geliyor. Vietnam örneğini verebiliriz. Washington Vietnamlıların işgale karşı direnişi ile başa çıkmakta büyük zorlukla karşılaşınca bir noktada nükleer silah kullanmayı aklına getirdi. CIA bunun neyi gerektirdiğine ilişkin bir çalışma yaptı. Yakın zamanda arşivlerde yayınlanan temel argüman nükleer silah kullanmanın ABD halkı tarafından kabul edilmeyeceği idi.

ABD’deki savaş karşıtı hareket, o zamanlar yükselen savaş karşıtı hava, Vietnam’da en kötü şeyin gerçekleşmesini engelledi –yani nükleer silah kullanılması ve Nixon’ın Vietnam’ı boğma yolundaki tehditleri.

BW: Boğmak mı?

GA: Evet barajları yok ederek. Dolayısıyla bu yönetimin feci önlemlere başvurarak Irak’ta denetimi sürdürmesini istemiyorsak bu ülkede güçlü bir savaş karşıtı hareketin varolması can alıcı bir öneme hazidir. ABD’de anket sonuçlarını ve kamuoyundaki kaymayı görmek cesaret vericidir, ancak anketlerdeki kayma yeterli değildir. Bunu güçlü, otonom taban hareketlerine akıtmanız ve güçlü bir şekilde baskı uygulamaya devam etmeniz lazım.

*Aralık 2005 seçimlerinde 275 sandalyelik Parlamento’da sandalye dağılımı şu şekilde gerçekleşmiştir: Şii İttifakı 128, Kürt Bloğu 53, Sunni İttifakı 44, Allawi Listesi ise 24 sandalye almıştır

Kaynaklar:

"Iraqi Unions Defy Assassination and Occupation," David Bacon, WW4 REPORT, September 2005 [1]
"Civil War in Iraq: Already Here?" Bill Weinberg, WW4 REPORT, October 2005 [2]
"Nixing Nukes in Vietnam" Peter Hayes ve Nina Tannenwald, Bulletin of the Atomic Scientists, May/June 2003 [3]
Gilbert Achcar Interviewed by David Barsamian, Monthly Review, June 2003 [4]
Campaign for Peace and Democracy [5]