3 Şubat günü George W. Bush’un Irak üzerine “State of the Union” [[dipnot1]] mesajını izleme fırsatı bulan herkes, Dick Cheney başta olmak üzere her iki meclisin [[dipnot2]] üyelerinin, kalp sağlıklarını korumak için gereken fiziksel egzersizleri yaptıklarına ikna olmuştur. Coşkulu alkışlarının delice ritmi, gerçekten de en yoğun aerobik eksersizine eşdeğerdi. Oscar ödülü arayışı açısından bakıldığında ise bu konuşma, Bush yönetiminin konuşma metni yazarlarının nitelikli filmlerden ziyade pembe dizi üslubunda başarılı olması ve Bush’un bizzat kendisinin Ronald Reagan’ın düşük standartlarına bile ulaşamayan acınası bir aktör olması nedeniyle tam bir fiyaskoydu.

İkiyüzlülük zirvedeydi: Tahmin edilebileceği ve zaten edilmiş olduğu üzere George W. Bush Irak seçimlerini demokrasi adına, en büyük payesi kendi yönetimine ait bir başarı olarak sunmaya çalıştı. Halk, TV ekranlarında Iraklı bir kadının Senato ve Temsilciler Meclisinin önünde durup mor boyalı parmağını gösterdiğini görebildi –bu kadın işaret parmağını gösteriyordu, oysa Irak halkı aslında, Naoimi Klein’in mükemmel makalesinde dediği gibi, işgalcilere orta parmağını kaldırmıştı ("Getting the Purple Finger," The Nation, Feb. 10, 2005).

Birkaç gün içinde ABD ana akım medyası bile ABD’nin seçimlerde aslında gerçek bir yenilgi yaşadığı hakikatini gizleyemez hale geldi. Seçimler, ABD Prokonsülü Paul Bremer ve Şii Ayetullah El-Sistani arasında aylarca süren ateşli tartışmalar sonrasında Irak halkının sokaklardaki kitlesel baskısı sayesinde işgal güçlerine dayatılmakla kalmamış, aynı zamanda El-Sistani Washington’un yeni Prokonsülü Negroponte’nin tüm adayları ABD tarafından atanmış işgal sonrası Irak “Yönetim Konseyi” üyelerinden seçilmiş tek bir liste çıkarma çabalarını da hüsrana uğratmayı başarmıştı.

Washington ve Londra’nın kuklaları reddedildi ve İyad Allavi, el-Yaver, Paçacı gibilerinin seçim kampanyalarını kendi başlarına sürdürmekten başka çareleri kalmadı. Ayetullah ise İran yanlısı ve kritik Şii İslami fundamentalist güçlerle beraber bir dizi Şii ve Şii olmayan grubu bileşiminde barındıran Birleşik Irak İttifakı’nı (İngilizce’de yaygın olarak kullanılan kısaltmasıyla UIA) destekledi.

Seçim kampanyasına yönelen ağır ABD müdahalesine, Washington ve Londra’nın güçlü mali ve siyasi desteklerine rağmen, kukla Allavi oyların  yüzde 14’ten azını kazanarak feci bir yenilgi aldı – üstelik bu Irak nüfusunun, çoğu Allavi’nin temsil ettiği her şeye muhalif olan önemli bir kesimi seçimlere katılmadığı halde oldu.

Ülkenin en güvenli bölgelerindeki (bu konuda eke bakınız) Şiiler ve Kürtler arasındaki kayda değer ve etkileyici kitlesel seferberlikler UIA’nın yüzde 48 oy oranıyla ezici bir zafer kazanmasına, Kürt İttifakının da yüzde 26 oy oranıyla ikinci sırada yer almasına yol açtı. Allavi’nin adayları Kürt listesinin aldığı oyların yarısından biraz fazla oy alıp açık arayla geride kalarak üçüncü oldu (Hızla yayılan bir söylentiye göre UIA’nın ülkenin kaderini belirleyebilecek bir konuma gelmesini engellemek için, ABD seçim sonuçlarıyla oynayarak UIA’nın kazandığı yüzde 60 oyu yüzde 50’nin altına düşürmüş).

Washington’un, Allavi listesinin diğer işgal yanlısı güçlerle birlikte, Kürt üyelerin de desteğini alarak parlamentoda kukla rejimi kalıcılaştırabilecek bir sandalye sayısına ulaşabileceği yolundaki beyhude umutları yerle bir oldu. UIA kritik kararlar almak için gereken üçte ikilik çoğunluğa ulaşamasa bile koltukların yarıdan fazlasına sahip olarak yeni Meclis’in temel direği haline geldi –UIA’nın karşı çıktığı ve Washington’un seçim çağrısı yapan BM kararına yerleştirmeye kalkıştığında El-Sistani’nin veto ettiği bu 2/3 kuralı Bremer tarafından icat edilmiş olan Geçiş Yönetimi Yasası yüzünden gerekiyor.

Washington şimdi de kuklası Allavi vasıtasıyla tehditlerden rüşvete kadar uzanan her türlü kirli yolu deneyerek Şii koalisyonunu dağıtabilmeyi umuyor. El-Sistani ve işgalciler arasındaki güç gösterisi sona ermekten çok uzak. Olayların birden bire yön değiştirdiği ve sahne arkası manevralarıyla dolu bu Irak dramında yakın gelecekte hangi gelişmeler yaşanırsa yaşansın iki konunun çok açık olması gerekiyor.

WASHINGTON'UN GÜÇLERİNİ GERİ ÇEKME KONUSUNDAKİ TUTUMU

Bütün gözlemciler için Arap seçmenlerin büyük bir çoğunluğunun –hatta seçime katılmayanların hakim haleti ruhiyeleri de dikkate alındığında Irak halkının ezici bir çoğunluğunun- işgal öncesinde ve şu anda işgale karşı oldukları apaçıktır. Aslında Arap seçmenlerin büyük bir çoğunluğunun verdikleri oylara işgali defetmenin politik bir aracı olarak baktıkları da çoğu gözlemcinin dikkatinden kaçmadı. Bu ruh hali o kadar zorlayıcıydı ki, Arap listelerinin neredeyse tamamı, yabancı askerlerin çekilmesini merkezi bir konu olarak programlarına yerleştirdiler. Hatta Allavi’nin listesi bile böyle yaptı! (Sloganları Arapça yazılmıştı: Yabancı askerlerin olmadığı güçlü bir Irak için Allavi’nin listesini seçin.)

UIA’nın seçim programı, çekilmelerini bir takvime bağlamak üzere işgal kuvvetleriyle görüşmeler başlatılmasını açık bir şekilde talep ediyordu. Aynı talep işgale karşı muhalefetlerinde en sağlam duran siyasal güçlerin de merkezi talebi haline geldi: Müslüman Ulema Sünni Birliği (ya da Müslüman Ulema Konseyi) ve Mukteda El-Sadr’ın Mehdi Ordusu. Seçilmiş Meclis üzerinde bu çekilme talebi konusunda bir baskı oluşturabilmek için iki grup resmi olmayan bir ittifaka girdiler.

George W. Bush’un State of the Union konuşmasında açıkça atıfta bulunduğu da tam bu talepti:

“Irak’tan ayrılmak için suni bir takvim oluşturmayacağız, çünkü bu teröristleri yüreklendir ve çıkmamızı bekleyebileceklerine inanmalarına yol açar. Irak’ta bir sonuca ulaşmak üzere bulunuyoruz: Demokratik, tüm halkını temsil eden, komşularıyla barış içinde ve kendini savunabilen bir ülke. Bu sonuca ne zaman ulaşılırsa Irak’ta hizmet eden erkek ve kadınlarımız o zaman kazandıkları şerefle birlikte yuvalarına dönecekler.”

Kelimelerin seçimi son derece hassas ve anlamlıdır: Hangi plan olursa olsun hepsi “suni” olacağından “suni bir takvim vermeyeceğiz” demek aslında “hiçbir tarih vermeyeceğiz” anlamına gelirken ve Bush’un ipucu verdiği “doğal” tarih -- “Irak’ta bir sonuca ulaşmak üzere bulunuyoruz... ve bu sonuca ne zaman ulaşılırsa...” – güçlerini çekip çekmeyeceğine ve bu olacaksa ne zaman olacağına ABD’nin tek taraflı olarak karar vereceğini göstermektedir. Ulaşılması gereken “sonuç” Irak’ın yeni meclisinin ve müstakbel hükümetinin henüz “tüm halkını temsil eden” nitelikte olmadığını haber vermektedir.

Bush için “Demokratik” bir Irak, İslami fundamentalizmi, bir tür parlamentarizmi ve ABD hegemonyasına karşıtlığı bir araya getiren İran tarzı bir rejimle yönetilmeyen bir ülke anlamına geliyor (oysa Washington –kesinlikle dünya üzerindeki en anti demokratik ve kadın düşmanı rejim olan- Suudi tarzı ABD yaltakçılığı ve aşırı fundamentalizm kombinasyonundan son derece hoşnuttur). Bush’un ağzından dökülen “komşularıyla barış içinde” sözcükleri de sadece, Washington standartlarına göre “pasifize edilmiş” İranlı ve Suriyeli komşularıyla birlikte, Ürdün ve Suudi krallıkları kadar İsrail’le barış içinde bir Irak hükümeti anlamına gelebilir. Son olarak “kendini savunabilme kabiliyetine sahip” bir Irak ise, Washington’un en az Ürdün ve Suudi orduları kadar ABD’ye bağımlı olacak silahlı kuvvetlerin ülkenin denetimini elinde bulundurduğundan emin olmadan bu ülkeden (kısmen) çekilmeyeceği anlamına gelir.


Bush’un State of the Union hitabındaki bu bölüm “zaman planı”na karşı “sonuç”lara yaptığı vurgularla birlikte, Cumhuriyetçi dış politika müessesesinin iki kıdemli şahsiyeti, Henry Kissinger ve George Shultz’un birkaç gün önce kamuoyuna sundukları uyarıları açıkça tekrarlamaktadır. Kissinger ve Shultz, 25 Ocak’ta Irak seçimlerinin arifesinde Washington Post gazetesinde “Irakta Zaman Planı Değil, Sonuçlar Önemli” başlıklı bir makale yayınladılar!

Washington’un stratejik kaygılarını açıkça ifade etmesi bakımından uzun bir alıntı yapmaya değer bir makale:

"Kabul edilebilir bir çıkış stratejisi için esas ön şart herhangi bir zaman sınırı değil sürdürülebilir bir neticedir. Irak’ta varılacak netice Amerikan dış politikasının gelecek on yılını şekillendirecek. Rüzgarı ardına almış görünen radikaller hakimiyet kazandıkça, hezimet bir dizi sarsıntıyla teşrif edecek. Kayda değer bir Müslüman nüfusu olan her yerde radikal unsurlar cesaretlenecek. Dünyanın bu gerçekle bir şekilde ilgili olan kısmının yön duygusu ise ABD’nin Irak’ta sergilediği kafa karışıklığı yüzünden yara alacak.

“Eğer Irak’ta demokratik bir süreç halkı birleştirecekse, bu büyük ölçüde Şii çoğunluğun çoğunluk kuralını nasıl tanımladığına bağlı olacak. Şu ana kadar, onlarca yıl boyunca Saddam Hüseyin’in tiranlığı altında yaşam savaşı vererek katılaşmış usta Şii liderler amaçlarının ne olduğu konusunda belirsizdiler. Vakitsiz bir seçim konusunda ısrar ettiler – aslında, seçimler için 30 Ocak tarihinin belirlenmesi en önde gelen Şii lider Büyük Ayetullah Ali El-Sistani’nin neredeyse bir ültimatom niteliğindeki müdahalesi üzerine oldu. Şiiler aynı şekilde seçim prosedürlerinin federal ve bölgesel siyasi kurumların aleyhine işleyecek bir şekilde ulusal aday listeleri üzerine kurulmasını dayattılar. Son zamanlarda yapılan Şii açıklamaları hedefin seküler bir devlet olduğunu teyit ederken çoğunluk kuralının nasıl yorumlanacağı açık bıraktı. Çoğunluk kuralının mutlakıyetçi bir uygulaması siyasal meşruiyet sağlanmasını güçleştirecektir...”

“Uzlaşmaz Sünni gaddarlığına duyulan tepki ve göreli Şii sessizliğinin bizi Irak’taki yönetimin meşruiyeti ile kontrolsüz Şii egemenliğini özdeşleştirmeye sevk etmemesi gerekir. ABD’nin İran’daki Şii teokrasisiyle 1979’dan bu yana olan deneyimleri Şiilerin evrimini öngörme kabiliyetimiz hakkında ya da Akdeniz’e uzanan Şii egemen bloğun ilişkin beklentiler hakkında güven teklin etmiyor...”

“Seçimlerden çıkan Kurucu Meclis bir dereceye kadar egemen olacaktır. Bununla birlikte Birleşik Devletler’in süregiden nüfuz kullanımı dört temel hedefe odaklanacaktır: (1) Herhangi bir grubun siyasi süreçleri daha önce Sünnilerin sahip olduğu tarzda bir siyasal hakimiyet kurmak için kullanmalarını engellemek; (2) herhangi bir bölgenin teröristlerin yaşama ve yeni katılım imkanı bulabilecekleri Taliban tarzı duruma sürüklenmesini engellemek; (3) Şii yönetiminin, İran tarzı ya da yerel bir teokrasiye dönüşmesini engellemek; (4) Irak demokratik süreçleri içinde bölgesel özerklikler için bir alan ayırmak.”

Kissinger ve Shultz’un açıkça önerdiği ve Bush yönetiminin icra ettiği şey Washington’un “Şii” çoğunluğun –Washington’a hasım herhangi bir çoğunluk anlamına gelir- Irak’ı yönetmesini engellemesidir. ABD, meşhur emperyal slogan “böl ve yönet” uyarınca, Araplar ve Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasındaki düşmanlıklar üzerine oynayarak bölgeyi denetler durumda kalmalıdır.

Burada ABD emperyal çıkarları açısından son derece hayati menfaatler söz konusudur:

1) Irak’ta tam bir siyasal mağlubiyet –ülke üzerindeki kontrolü yitirerek çekilmeye zorlanmak- ABD’nin ekonomik ve politik dünya hakimiyeti kadar, emperyal kredibilitesi ve askeri müdahalelerde bulunma yeteneği açısından da Vietnam’dan çok daha kötü sonuçlar yaratacaktır. Petrol faktörü yüzünden Irak ve Arap-İran Körfez bölgesinin stratejik önemi Vietnam ve bütün Hindiçin’de söz konusu olan çıkarlardan kıyas kabul etmeyecek derecede önemlidir.

2) Irak, Washington’un –aynı zamanda İsrail’in de- stratejik bakış açısından esasen Şii olan bölgesel bir “kriz hilalinin” parçasıdır. Bu hilal Suriye hegemonyasıyla ittifak halindeki Hizbullah’ın temsil ettiği Lübnan’dan başlayarak, Suriye’deki Alevilerin egemen olduğu (Alevilik Şiilikten türemiş bir koldur) rejime, Irak’taki Iran yanlısı Şii kuvvetlerine, Tahran’daki molla rejimine kadar uzanır.

Washington bu yeniden şekillendirilmiş ve yeniden odaklanmış “şer mihveri”ni yıkmayı kendine öncelikli görev tayin etmiştir. Lübnan’daki olaylara karşı tavrı, Şam ve Tahran’a karşı yükselttiği tehditleri, Irak’taki rolünü hangi bağlam içinde değerlendirdiğini gösterir. Bütün bunların ışığında, mevcut ABD yönetiminin Irak’tan çekilme arzusu hakkında herhangi bir yanılsamanın olmaması gerekir. İngiliz haber kaynakları tarafından Ocak sonunda geçilen, Washington ve Londra’nın “beyan edilmiş bir zaman planı bulunmayan bir çıkış stratejisi” geliştirmeye çalıştıkları haberi, işgalin uzatılmasına karşı çıkan kamuoyunu sakinleştirmek için uydurulmuş tam bir dezenformasyondur.

GELECEK IRAK HÜKÜMETİ VE İŞGAL

Irak’ta popüler çoğunluğa sahip siyasi güçler arasındaki tartışma, yabancı birliklerin orta vadede mi yoksa kısa vadede mi çekilmelerinin talep edileceği konusunda dönüyor. UIA içinde muhtemelen yine Ayetullah El-Sistani tarafından desteklenen hakim fraksiyonların ilk kampa dahil oldukları açık. Pek çoğu işgal kuvvetlerinin süregiden varlığını kendi kontrolleri altında olacak bir silahlı kuvvetler oluşturmak için kendi lehlerine kullanıp, yabancı güçlerin sorunsuzca çekilebilecekleri koşulları yaratabileceklerine inanıyorlar –bu kuşkusuz ki önemli bir kesim açısından içtenlikle inanılan bir şey. Bu görüş UIA’nın kritik başbakanlık pozisyonu için adayı İbrahim el-Caferi tarafından dile getirildi.

Bu korkunç derecede yanlış bir görüş. Bir taraftan deneyimler işgal uzadıkça Irak’taki durumun tartışılmaz bir şekilde kötüleştiğini gösterdi. İşgal, kaosu ister yerli isterse yabancı kaynaklı olsun her tür etken ya da güçten daha fazla besliyor. Bunun nedeni çok basit: İşgal Iraklı Arapların büyük bir çoğunluğu tarafından derin bir nefretle karşılanıyor, hem de işgalcilerin sarsaklığı ve gaddarlığı yüzünden her geçen gün daha fazla biriken bir nefretle. Diğer taraftan işgal güçlerinin çekilmesi güvenliğin ve yeni Irak devletinin etkin bir şekilde kurulabilmesinin önşartı.

Diğer yandan, işgal güçlerinin işgal durumunu kalıcılaştırabilmek ve meşru kılabilmek için etnik ve mezhepsel itilafların yanında kaos ve şiddet formlarını teşvik ettiğinden şüphe etmek meşrudur. İşgal kuvvetleri aslında bu şekilde davrandıkları için Irak toplumunun büyük bir kısmı tarafından suçlanıyorlar. Çoğu Iraklı Washington’un her bir topluluğu bir diğerine karşı kullanarak kasten aralarına nifak tohumları saçtığına inanıyor. Washington’un, meşru direniş hareketlerini gözden düşürmek ve sonu gelmez bir zamana uzayıp giden işgal durumuna bahane olarak kullanılan kaos ortamını teşvik etmek için Zarkavi grubunun ve diğer fanatik terörist grupların barbar eylemlerini tertip etmelerine bilinçli olarak göz yumduğu fikrindeler.

Bu durum, en dirayetli işgal karşıtı kuvvetlerin, yani daha önceden bahsetmiş olduğumuz Müslüman Ulemaların Sünni Birliği ve Mukteda el-Sadr Mehdi Ordusu ittifakının, işgale karşı meşru direniş hareketiyle haklı olarak “terörizm” olarak adlandırdıkları şey arasında açık bir ayrım yapılması yönünde sürekli çağrı yapmalarının nedenlerinden biri. Haklı olarak “terörizm” yaftasını Iraklı ya da yabancı masum sivillere karşı şiddete ve tabii ki sekter saldırılara başvuranlar için kullanıyorlar.

Washington’un Makyavelist uygulamaları, direniş içindeki Baasçı kanat ile, yani muazzam miktarda para ve çok miktarda silahla Baas diktatörlüğünden arta kalan şebeke ile son zamanlarda kurduğu ilişki yüzünden yeni bir düzeye erişti. ABD işgaline karşı direnişin bu kesimi –ülkeyi özgürleştirme değil tahammül edilemez baskıcı rejimlerini yeniden tesis etme peşinde koştukları için Iraklıların çoğu tarafından nefretle karşılanan bir kesim- Washington’la şimdi bir tür pazarlık içinde.

Bu gelişme, Allavi’nin Çelebi’nin yerine geçirilmesinin göstermiş olduğu gibi, Irak’taki Washington planlarının değişmesiyle tam bir uyum içindedir. Çelebi “Baassızlaştırma” işini kendine meslek edinmiş ve Baas diktatörlüğünün aygıtlarının çözülmesi –ve böylece iki sonuçtan birinin yolunu açma: kaos ve uzamış ABD işgali, ya da çoğunluk kuralına dayanan yeni bir devletin inşası – yolunda Bremer’in verdiği kararda kritik bir rol oynamıştı. Allavi ise işgalden önce ve sonra Washington ve Baasçı aygıtların önemli kısımları arasında işbirliğini savunmuştu (Bu konuda 5 Mayıs 2004 tarihinde Counterpunch’ta yayınlanan "Bush's Cakewalk into the Iraqi Quagmire" makaleme bakınız

Bremer, Çelebi’yi başından defedip kukla rejiminin başına Allavi’yi getirdiğinde Allavi önde gelen eski Baasçıları yeni Irak hükümetine ve orduya entegre etmeye başladı ki, bu da UIA koalisyonuna katılan kilit Şii unsurları zıvanadan çıkardı. Milis birliklere sahip Şii fundamentalist güçler, Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi, Dava Partisi ve El Sadr’ın Mehdi Ordusu yeni Irak silahlı kuvvetlerini yeniden göreve getirilmiş yüksek rütbeli Baas yetkililerden temizleyerek yerlerine kendi milis güçlerini geçirmek istiyorlar -– Washington için tam bir kabus senaryosu. Washington’un bu güçlerden herhangi birinin “güçlü bakanlıklar”, silahlı kuvvetler ve baskı aygıtları üzerinde denetim kurmalarını veto etmeye çalışacağı aşikârdır.

Şii çoğunlukla çatışma ihtimaliyle yüz yüze gelen Washington bu tehdide karşı koymak için Baasçılarla İran karşıtı bir ittifak kurmak da dahil her aracı kullanmaya kararlıdır. Her şey bir yana, İran rejimine karşı Saddam Hüseyin’in bizzat kendisiyle yıllarca ittifak yapan Washington değil miydi?

Bütün bu gelişmeler, bir kez daha anti emperyalist solun çok karmaşık olan Irak sorununa karşı tavrında bazı şeyleri birbirinden ayırt edebilir olması zorunluluğuna, gerekli ayrımları yapmaksızın Irak direnişine koşulsuz destek çıkmak ya da tek meşru ve etkin direnişin silahlı direniş olduğuna inanmak gibi hatalara düşmekten kaçınması gerekliliğine vurgu yapar.

Müslüman Ulema Birliği ve El-Sadr’ın Mehdi Ordusu’nun işgal karşıtı Şii-Sünni ittifakı, Irak’taki mevcut durumda yabancı kuvvetlerin çekilmesinin merkezi bir talep ve bir zorunluluk olması konusundaki ısrarlarında son derece haklılar. İşgale karşı meşru silahlı direnişin baskısıyla halk ve halkın çoğunluğunun temsilcileri tarafından dile getirilen işgal karşıtı siyasal baskı arasında siyasal arabulucu konumundalar. Bu iki baskının birleşimi Irak’ın özgürleşmesi için hayatidir.

Bu işgal karşıtı ittifak şu anda ulusal bir konu. Bu, ittifak’ın “ilerici” kuvvetler olduğu anlamına gelmiyor. Mukteda El Sadr’ın Mehdi Ordusu, özellikle şiddetli fundamentalist tabiatta, pek çok toplumsal, kültürel ve cinsel konuda koyu gerici. Halkın yabancı ve yerel baskıya karşı mücadelesinde fundamentalizmin değişik türlerini içeren dinsel kuvvetlerin hakim olması da dünyanın bu kısmında solun tarihsel yenilgisinin bir kanıtıdır – Seçimlerde Irak Komünist Partisi’nin aldığı muazzam mağlubiyet açık bir örnektir. Şansımıza, bizzat Irak toplumunun heterojen yapısı ülkeyi İslami fundamentalist yönetime sokacak her türlü projeye açık sınırlar getirmektedir.

SAVAŞ KARŞITI HAREKETİN GÖREVLERİ

Gelecek Irak hükümetinin işgal sorunu konusunda beyan edeceği konuma rağmen, dışarıdaki savaş karşıtı hareket işgal kuvvetlerinin Irak’tan derhal ve tamamen çekilmeleri konusundaki baskısını şu ana kadar olduğundan daha fazla artırmalıdır. Aslında bu sadece Irak halkının çıkarına olan bir şey değil, yeni Meclis’in çoğunluğunun ve hükümetteki temsilinin de yararına olan bir şeydir.

Hakikat şu ki, bu çoğunluk er ya da geç her türlü ABD baskısıyla yüz yüze gelecek (bu konuda Milan Rai’nin Electronic Iraq’ta 16 Şubat 2005 tarihinde yayınlanan “How Washington Plans To Dominate The New Iraqi National Assembly” (Washington Irak Ulusal Meclisine nasıl hakim olmayı planlıyor?) makalesine ve Jaafar al-Ahmar’ın Al Hayat’ta 24 Şubat 2005 tarihinde Arapça olarak yayınlanan “İçişleri ve Savunma Bakanlıkları UIA’nin ve El-Caferi’nin ABD baskısına direnme gücünü belirleyecek” makalesine bakınız). Sözkonusu çoğunluk, ABD’nin askerlerini Irak’tan tümüyle çekmek şöyle dursun, çekilme için önceden düzenlenmiş bir takvim hakkında bile kafa yormak istemediği hakikatiyle dürüstçe yüzleşmek zorunda. Bush yönetimi, Irak’ta ABD birliklerinin belirsiz bir süre –çoğunlukla da stratejik petrol bölgelerine- boyunca konuşlanması için bir askeri altyapı inşa ediyor. Almanya ve Japonya’da son 60 yıldır süren ABD askeri varlığının Bush yönetiminin yetkililerince model olarak gösterilmesi bu bakımdan manidardır.

Bu nedenle Irak halkı ve onun çoğunluk temsilcileri yurtdışındaki savaş karşıtı hareket tarafından işgal güçlerinin Irak’tan derhal, koşulsuz ve toptan çekilmeleri için sarf edilen en güçlü baskıdan yararlanmaya bakmalıdır. Tam da bu nedenle, 19 Mart’ta yapılacak Irak’ın işgaline karşı uluslararası seferberlik gününün başarılı olması çok önemlidir.

Savaş karşıtı hareket aynı zamanda Irak’taki işgali sona erdirecek ve İran, Suriye ve yarın Washington’un tehdit etmek isteyeceği herhangi bir ülkeye karşı yeni askeri girişimleri engelleyecek uzun bir mücadele perspektifini de planlamaya başlamalıdır. Bu her seferinde ayrı bir randevu ayarlayıp seferberliğin geleceğini belirsiz bırakmak yerine seferberliği uzun soluklu bir perspektife koymak için bir takvim hazırlanmasını gerektirir.

Küresel savaş karşıtı hareket bunu bir kez yaptı. Tekrar yapabilir: Galip Geleceğiz.

24 Şubat 2005

Ek: 30 Ocak Seçimleri Hakkında

Irak’ta hakim olan güvenlik koşullarının doğası ve ülkenin önemli bir bölümünün seçimlere katılmaması dikkate alındığında geçerli katılımın yüzde 60 değerine yakın çıkması gerçekten de olağanüstüdür. Seçmen listeleri olarak gıda yardım listeleri kullanılmış olduğundan, bu geçerli seçmen sayısının, gerçekten oy verebilecek kişi sayısından fazla olmasa bile eşit olduğu varsayılabilir (bu sayı her durumda, çoğu seçimde kriter olarak kullanılan kayıtlı seçmen sayısından daha çoktur).

Yüzde 60 oranındaki böylesi bir katılım oranı –uygulanan kısıtlamalar yüzünden çoğu seçmenin çok uzaklardaki oy sandıklarına yürümek zorunda kaldıkları ve çeşitli terörist grupların oy verecek kişileri keskin nişancılar, araba bombacıları ya da intihar saldırılarıyla öldürmekle ya da parmaklarında mor seçim boyası olan kişileri katletmekle tehdit ettikleri bir ülkede- kayda değer bir başarıydı. Onlarca yıl boyunca dünyanın en gaddar rejimlerinden birine maruz kalmış halkın, özellikle de bu halkın, ezici bir çoğunluğunu oluşturan en çok bastırılmış kesiminin demokrasiye susamışlığının güçlü bir kanıtıydı.

1967 Güney Vietnam seçimleri üzerinde New York Times’ta (NYT) yayınlanan bir makale (Peter Grose, "ABD Vietnam Seçimlerinden Cesaretlendi: Yetkililer Vietcong Terörüne Rağmen Katılımın yüzde 83 olduğunu açıkladılar. 4 Eylül 1967) Irak seçimlerini takip eden günden başlayarak inanılmaz bir yaygınlıkta kullanıldı. Sayısız yorum “ABD yetkilileri Vietcong terörist girişimlerinin oy kullanmayı engelleme çabasına karşın Güney Vietnam başkanlık seçimlerinde katılımın ulaştığı bu düzeye şaşırdılar ve duygulandılar” diye başlayan bu makaleden alıntılar yaptılar.

Bu benzetme tümüyle yanlış ve yanıltıcıdır. Her iki durum arasındaki muazzam farklılığı anlamak için NYT arşivini araştıranlar, örneğin Hedrick Smith tarafından 12 Ağustos 1967 tarihinde –seçimlerden ve Groose’un makalesinden üç hafta önce- yazılmış “Senatörler Vietnam Seçim ‘Hilelerinden’ Şikayet Ettiler” başlıklı makalesine bakabilirler.

Bu makale şöyle başlar: “Her iki (ABD yönetimindeki) partiden bir düzine senatör Güney Vietnam Başkanlık seçimlerinin işbaşındaki askeri cunta tarafından bir ‘sahtekarlık’, ‘maskaralık’ ve ‘açıkça saçma bir oyuna’ dönüştürüldüğünü iddia ettiler”

Ve bu senatörler haklıydı! Şimdi erişilebilen CIA dokümanlarından, ABD kuklası Thieu ve Ky’e Washington tarafından dayatılan 1967 Vietnam seçimlerine hile karıştırıldığını ve bu seçimlerin Vietnam halkının çoğunun nefret ettiği kukla diktatörlük rejimine bir meşruiyet cilası atmak için düzenlendiğini tartışılmaz bir şekilde ispatlamak mümkün.

Washington’a Iraklı kitlelerin dayattığı ve ABD baş kuklasının mağlup edildiği ve ABD’nin bölgedeki en kötü düşmanının en iyi dostlarının aday listelerinin kazandığı Irak seçimiyle bir analoji kurmak temel mantığa aykırıdır. Vietnam direnişi ve Irak’ta seçimleri doğrudan seçmenlere yönelik emsali görülmemiş terörist kampanyalarla engellemeye çalışan güçler arasındaki muazzam farktan bahsetmeye gerek var mı?

Gilber Achcar her ikisi de Monthly Review Press, New York tarafından yayınlanan The Clash of Barbarisms [[dipnot3]] ve Eastern Couldron [[dipnot4]]  kitaplarının yazarıdır. David Finkel’e değerli düzenlemeleri için teşekkür ederiz.