Özet: Bu çalışmada İran-Irak Savaşı’ndan Irak’ın işgaline kadar ABD’nin Irak politikasının ardında yatan temel güdüler, ABD’nin genel Ortadoğu politikaları ve bunun yakın tarih içinde geçirdiği evrim ekseninde tartışılmıştır. Irak sorunun tarihçesi bu çerçevede metne dahil edilmiş ve kronolojik bir sıra takip edilmeye çalışılmıştır.
Bölümler:
- İran-Irak Savaşı (1979-1990)
- I. Körfez Savaşı (1991)
- Yaptırımlar Rejimi (1991-2003)
- II. Körfez Savaşı (2003)
- Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (2003)
- Irak’ta güncel durum (2005)
İran-Irak Savaşı:
ABD, Vietnam Savaşı’ndan sonra kendi güvenliği açısından tehdit oluşturduğunu düşündüğü ülkelere doğrudan müdahale etmek yerine bölgesel jandarmalar vasıtasıyla küresel güvenliğini sağlamayı tercih etmekteydi. Bu durum Ortadoğu’da Şah rejimi altında İran’ın önemini arttırmıştı. Ancak İran’da Şah rejiminin İslam devrimi ile devrilmesi hem önemli bir petrol havzasının ABD denetiminden çıkmasına hem de ABD’nin bölgesel jandarmalarından birisini kaybetmesine neden oldu. 1979’dan sonra Irak bu konumu doldurmak için yeni bir aday olarak ön plana çıktı.
Bu nedenle İran-Irak savaşı sırasında Saddam Hüseyin rejimi, ABD ve müttefikleri tarafından İran’ın oluşturduğu tehdite karşı ekonomik, askeri ve diplomatik yönlerden desteklenmiştir. [[dipnot1]]
- Ekonomik destek: Saddam Hüseyin bir yandan dışarıda İran’a diğer yandan da kendi halkına karşı bir savaş yürütmekte idi. Özellikle Kürtler’in yaşadığı bölgelerde tarımsal alanların ve bu alanlarda yaşayan insanların yok edilmesi Irak’ta tarımsal üretimin düşmesine neden olmuştur. Bu nedenle Irak halkının karşı karşıya kaldığı açlık tehlikesi ile ABD’nin sağladığı sübvanse edilmiş gıda desteği sayesinde başa çıkılmıştır.
- Askeri destek: ABD ve müttefikleri Irak’a İran-Irak Savaşı boyunca ikili kullanıma uygun ekipman (kimyasal ve biyolojik silah yapımında kullanılabilir ekipmanlar) ve helikopterler gibi askeri amaçlı ekipmanlar temin etmiştir. [[dipnot2]]
- Diplomatik destek: ABD, 1988 yılında Saddam Hüseyin rejiminin Kürtler’e karşı giriştiği gaz saldırısının bir savaş suçu olarak gündeme gelmesini engellemiş, 1990’da Irak’a giden bir ABD ekibi Saddam’a verilen desteği tekrar dile getirmişlerdir. (Batı basınında Saddam rejiminin zulmünün bir simgesi olarak gösterilen 16 Mart 1988’deki Halepçe katliamı daha az bilinen ve 200,000 Kürd’ün öldürüldüğü Enfal Harekatı kapsamında gerçekleştirilmiştir.)
- Savaşı bitiren hamle: Irak tüm bu desteklere rağmen 1979 devrimi sonrası askeri gücü çok zayıflayan İran gibi bir ülkeyi yenememiştir. ABD bir İran yolcu uçağını düşürerek İran’a bu savaşta Irak’ın arkasında olduğu mesajını vermiş, böylece İran, savaşta üstün olduğu bir dönemde hem Irak’a hem de ABD’ya karşı savaşamayacağını anlamış ve savaşı sona erdirecek adımı atmıştır.
İran-Irak savaşının en önemli sonuçlarının birisi, her iki ülkenin de iflasın eşiğine gelmesi, petrol üretim altyapılarının tamamıyla tahrip olmasıdır. Bu nedenle her iki ülke de savaştan sonra petrol üretimini yabancı sermayeye açmak zorunda kalmıştır. (Irak petrolleri 1972’de İran petrolleri de 1979’da devletleştirilmişti.) Savaştan sonra, Japon petrol şirketleri her iki ülkede de anlaşmalar yapmışlardır. Bu arada İran ve Irak petrollerinin pazar dışı kalması petrol fiyatlarını yükseltmiş ve ABD’li petrol şirketlerinin kârlarını arttırmıştır.
I. Körfez Savaşı:
Irak, 2 Ağustos 1991’te Kuveyt üzerindeki tarihsel hak iddiasına dayanarak bu ülkeyi işgal etmiştir. Saddam Hüseyin, Kuveyt’i çok uzun süren Iran-Irak savaşının yol açtığı zararı karşılayacak olan bir savaş ganimeti ya da tazminatı olarak görmüştür. Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesinde arkasında güçlü bir ABD desteğini hissetmesinin önemli bir rolü olduğunu söyleyebiliriz.
I. Körfez Savaşı sırasında ABD, Irak şehirlerini ve askeri tesislerini ağır bombardımana tabi tutmuştur. Kara harekatı 16 Ocak 1991’de başlamış ve Irak kuvvetleri üç günde Kuveyt’ten çıkartılmış, kısa ve sonuç alıcı bir savaş ile Kuveyt işgalini sona erdirmiştir. ABD, I. Körfez Savaşı için ikincisinden farklı olarak BM Güvenlik Konseyi kararı çıkartmış, geniş tabanlı bir koalisyon toplamayı başarmıştır.
ABD ve müttefiklerinin Saddam rejimine verdikleri destek I. Körfez Savaşı ile sona ermemiştir. ABD ve müttefikleri savaştan hemen sonra Irak’ın kuzeyinde Kürtler’in, güneyinde Şiiler’in başlattığı isyanların Saddam tarafından bastırılmasına seyirci kalarak Saddam’a verdikleri desteği sürdürmüşlerdir. 1991 yılının Mart-Nisan aylarında büyük bir Kürt göçü yaşanmış, ve Saddam’ın katliamından kaçan Kürtler Türkiye ve İran’a sığınmışlardır.
Yaptırımlar Dönemi ve Düşük Yoğunluklu Savaş (1991-2003)
6 Nisan 1991’de Irak, KİS üretimini sona erdirmesi ve BM silah denetim komisyonu UNSCOM’un faaliyetlerine izin vermesi yolundaki BM kararını kabul ettiğini açıklamıştır. Bundan sonra Yaptırımlar Rejimi, BM silah denetçilerinin Irak’taki faaliyetleri ve Irak’ın belli aralıklarla bombalanması ile karakterize edilen bir “düşük yoğunluklu savaş” dönemi başlamıştır.
II. Körfez Savaşı’na kadar olan bu dönemde Irak halkına ciddi bir bedel ödettirilmiştir. ABD ve Britanya Irak’ın güneyinde ve kuzeyinde “uçuşa yasak bölgeler” tesis etmiş ve Irak’taki hedeflere Ocak 1993, Ocak 1996, Haziran 1996 ve Aralık 1998’de periyodik hava saldırıları düzenlemiştir. Bombardımanlar sırasında su arıtma tesisleri, kanalizasyon arıtma tesisleri, elektrik üretim tesisleri, iletişim merkezleri, ulaşım ağları ve köprüler gibi sivil hedefler vurularak Irak’ın sivil altyapısı tamamen çökertilmiştir. Altyapının çökmesi ve ambargo sonucu yetersiz beslenme ve salgın hastalıklar nedeniyle 500,000’e yakın çocuğun öldüğü tahmin edilmektedir. Bunların büyük bir bölümü tifo, difteri ve dizanteri gibi önlenebilir ve tedavi edilebilir hastalıklar sonucu gerçekleşmiştir. Bu nedenle bu saldırılar ABD basınında sıkça dile getirildiği gibi bir “yan hasar” değil planlanmış bir tür biyolojik savaş olarak nitelenebilir. I. Körfez Savaşı sırasında kullanılan seyreltilmiş uranyum başlıklı zırh delici mermilerin yol açtığı radyasyon kirliliği nedeniyle kanser vakalarında ciddi bir artış gözlenmiş, bundan en çok çocuklar etkilenmiş ve kemoterapi ilaçlarını bile kapsayan ambargo nedeniyle kanserden ölümler katlanmıştır. Bir çok yorumcu bunu “düşük yoğunluklu” bir nükleer savaş olarak nitelemektedir. Gıda dağıtımının karneye bağlanması halkı ayakta kalabilmek için bürokrasinin kurduğu dağıtım ağına muhtaç hale getirmiş ve Saddam’ı güçlendirmiştir.
ABD ve Britanya’nın saldırılarının ve ambargonun kapsamı ve hedefi gözönünde bulundurulduğunda yaptırımlar döneminde ABD’nin Irak politikasınının ardında yatan temel güdülerini şu şekilde özetlemek mümkündür:
- Irak petrollerinin uluslararası piyasalara Rus ve Fransız şirketleri aracılığı ile akıtılmasını engellemek ABD’nin birinci önceliğidir. Irak petrolleri I. Körfez Savaşı’ndan sonra ABD şirketlerine kapalıdır. Fransız ve Rus şirketleri Iran petrollerinin yanısıra, Irak petrollerine de erişim olanağına sahiptir. Bu durum Ortadoğu petrollerinin önemli bir kısmının ABD erişimine kapalı olması demektir. Yaptırımlar rejiminin asıl amaçlarından birisi de Saddam rejimi yıkılarak ABD ile dost bir rejim kurulana ve Irak petrollerine ABD şirketlerinin erişimi sağlanana dek Irak petrollerinden kimsenin faydalanmamasını sağlamaya çalışmaktır. [[dipnot3]]
1972’de Irak petrolleri millileştirilmiş ve bu tarihten önce Irak Petrol Şirketi’nin ¾ hissesini ellerinde tutan ABD ve Britanya şirketleri ülke dışına sürülmüştür. 1990’dan 2003’e kadar süren yaptırımlar rejimi boyunca Irak çeşitli ülkelerden petrol şirketleri ile anlaşmalar yapmıştır: 1997 yılında yaptırımlar rejimine uluslararası destek azaldığında Rus Lukoil şirketi Batı Qurna petrol havzasının işletilmesi için kurulan bir şirkette u ortaklık almıştır (diğer % hisse ise Irak Ulusal Petrol Şirketi’ne aittir. Bu havzada da 11 milyar varillik bir rezerv olduğu tahmin edilmektedir, ki bu da toplam ABD rezervlerinin üçte birine karşılık gelmektedir.) Hemen arkasından Çin’in National Petroleum Corporation şirketi Adhab havzasının işletilmesini almıştır. Bunu Total Societe Anonyme de France’ın (yeni adı TotalFinaElf), Nahr Omar petrol havzasını işletmek için yaptığı anlaşma izlemiştir. Bu havza da Batı Qurna havzasına yakın bir rezerv vardır. Sonra Kanada şirketi Ranger Oil Batı Çölü’deki rezervleri keşfetmek ve işletmek için 250 milyon dolarlık bir sözleşme imzalamıştır. Hindistan’ın Oil & Natural Gas Corporation ve Reliance Petroleum şirketleri Tuba havzasını işletmek için bir anlaşmaya imza atmışlardır. [[dipnot4]] - Ellerindeki kaynağın karlarının ABD’ye gitmesine karşı çıkan Ortadoğu halklarının sürekli denetimde tutulmaları gerekir. Bunun için de kendi halklarını baskı altına alacak vahşi rejimlere ve bunlara göz kulak olacak jandarma ülkelere (Türkiye, İsrail, Pakistan) ihtiyaç vardır. Irak’ta demokratik bir rejim kurulması İran ile yakınlaşma ve ABD’nin Ortadoğu politikalarına karşı çıkma potansiyeli bulunan Şii’lerin iktidarda söz sahibi olması demektir. ABD böyle bir gelişme olmasındansa “istikrar” adına Saddam’ın iktidarda kalmasını tercih etmektedir.
- Dünyada petrol üretim yerlerine bakıldığında buraların çok da fazla insanın yaşamadığı yerler olduğu görülür. Böylece karların buralarda faaliyet gösteren Batılı petrol üreticilerine akmasını engellemek yolunda çok az bir baskı vardır. Yaptırımlar politikasının amacı Irak nüfusunu azaltmak, marjinalize etmek, ve bir halk olma fonksiyonunu yitireceği seviyeye düşürmektir. Böylece halk, Irak’ın üretimini aktif hale getirme zamanı geldiğinde daha az ayak bağı olacaktır. [[dipnot5]] Bu politika, rejim çöktükten sonra Irak’ın, bir halkı halk yapan kültürel değerlerinin yağmalanmasına ABD tarafından göz yumulmasına kadar vardırılmıştır.
- Ayrıca Saddam’ın askeri bir tehdit olmaktan çıkartılması ve olası bir ABD saldırısında çok fazla can kaybına yol açmayacak şekilde silahsızlandırılması da gerekmektedir. Bunun için BM’nin silah denetim komisyonu UNSCOM (UN Special Commission) ağırlıklı olarak ABD ve Britanya ajanlarından oluşturulmuş, daha sonra ABD ve Britanya uçakları tarafından bombalanacak hedeflerin saptanmasını sağlamıştır. Irak bu komisyonun üyelerini 16 Aralık 1998’de ülkeden çıkartmıştır. Daha sonra bu komisyonun yerine kurulan UNMOVIC (United Nations Monitoring, Verification and Inspection Commission), bir sene sonra, 16 Aralık 1999’da göreve başlamıştır. Hans Blix’in başkanlığındaki bu komisyon Irak’a saldırının başlamasına kadar görev yapmış ve savaş nedeni sayılabilecek bir delil bulmamamıştır. Irak’ın BM tarafından izin verilenden daha uzun menzilli Samoud 2 füzeleri bu denetimler sırasında imha edilmiştir. Bu, tarihte ABD saldırmadan önce bir ülkenin BM eliyle silahsızlandırıldığı tek örnektir.
II. Körfez Savaşı (2003)
UNMOVIC, Kitle İmha Silahları ile ilgili savaş nedeni sayılabilecek bir bulguya ulaşamamıştır. ABD ve Britanya’nın BM Güvenlik Konseyi’nden savaş kararı çıkartma girişimleri Fransa, Rusya ve Çin’in karşı çıkışları nedeniyle boşa çıkmıştır. II. Körfez Savaşı, ABD’nin dünyayı kendi konumuna ikna etmeye çalıştığı, ikna yöntemleri yetersiz kaldığında ise baskı ve rüşvet mekanizmalarını devreye soktuğu, ancak yine de başaramadığı bir durumdur. I. Körfez savaşında ABD Güvenlik Konseyi’ni kendi pozisyonunu kabul etmeye zorlamıştır. Irak’ın işgalinde ise bir Güvenlik Konseyi kararı çıkartamamış, savaşa bir “gönüllü koalisyon” ile gitmek zorunda kalmıştır. Bu gönüllüler koalisyonunda ise aslında askeri gücün çok büyük bir bölümünü ABD ve Britanya birlikleri oluşturmaktadır. Bunun yanısıra İtalya, İspanya, Polonya gibi halklarının büyük çoğunluğuna rağmen savaşa destek veren hükümetler “gönüllüler koalisyonu” içinde yer almıştır. Savaşa karşı çıkan ülkeler ABD yönetimi tarafından “eski Avrupa” olarak aşağılanmış, demokratik ilkelere karşı çıkıp halkarının çoğunluğunun isteğine rağmen koalisyona katılma kararı alan ülkelerin liderleri ise “vizyon sahibi” oldukları için övülmüştür, ki aslında bu ABD’nin demokratik eğilimlere ne kadar saygı gösterdiğinin de bir göstergesidir. [[dipnot6]]
Savaş daha başlamadan, 15 Şubat 2003’de dünyanın bütün büyük kentlerinde milyonlarca kişinin katıldığı savaş karşıtı gösteriler düzenlenmiştir. Savaş karşıtı gösterilerin en önemli özelliği, tarihte ilk defa daha savaş başlamadan bu kapsama ulaşmış olması ve gerçek anlamda küresel bir boyut kazanmasıdır. Birçok hükümet halklarının büyük çoğunluğunun görüşünü benimseyerek savaşa karşı olmuştur. Tüm bunlara rağmen ABD yine de bir “Gönüllüler Koalisyonu” ile savaşa gideceğini ilan etmiştir. 20 Mart 2003’de savaş başlamıştır.
II.Körfez Savaşı’nın ardında yatan ABD politikaları:
11 Eylül saldırılarından sonra saldırıyı düzenleyenlerin Suudi Arabistan bağlantısı, bu ülkede ABD petrol şirketlerinin güvenli bir şekilde üretim yapmaya devam edip edemeyecekleri ve genel olarak Ortadoğu petrolleri üzerindeki denetimin sürdürülüp sürdürülemeyeceği konusundaki kuşkuları arttırmıştır. Üstelik ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük askeri üssünün (Dahran) bu ülkede olması ve bunun İslami fundemantalistler tarafından “Kutsal Toprakların işgal altında olduğu” yolunda bir propaganda malzemesi olarak kullanılması, ülkesindeki ABD askeri varlığının İslami fundemantalistlerin eline koz verdiğini düşünen Suudi Arabistan’ın ABD’den bu askeri üssü kapatmasını talep etmesi, ABD’yi Ortadoğu’da güvenli üsler için başka arayışlara yöneltmiştir.
Bunun yanısıra ABD’li petrol şirketleri yaptırımlar sonrası dönemde Irak petrolleri üzerinde hiç bir iddiaları olamayacağı için Clinton yönetimi düzeyinde lobi faaliyetlerini başlatmışlar bu faaliyetler Bush’un iktidara gelmesiyle birlikte yoğunlaşmıştır. Kaldı ki, Bush yönetiminde petrol şirketleri ile içli dışlı olmuş pek çok şahsiyet bulunmaktadır. Başkan Bush’un kendisinin Texas’lı petrol şirketleri ile yakın ilişkileri vardır ve kendi petrol şirketinin CEO’sudur. Başkan Yardımcısı Dick Cheney, ülkenin en büyük petrol hizmetleri şirketi olan Halliburton’un eski CEO’dur, Ulusal Güvenlik Danışmanı Condolezza Rice, Chevron Texaco’nun eski yöneticisidir ve adı şirketin tankerlerinden birine verilmiştir. Şubat 2001’de Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in başkanlığında toplanan Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubu Fransız, Rus ve diğer ülke şirketlerinin oluşturduğu tehditi değerlendirmiş ve Irak’ın petrol havzalarını gösteren ve Irak’ta petrol ile ilgili anlaşmalar imzalayan 30 ülkeden toplam 40 şirketin isimlerinin sıralandığı bir belge hazırlamıştır. Bu listede zaten bilinen Fransız, Rus ve Çin şirketlerinin yanısıra Almanya, Hindistan, İtalya, Kanada, Endonezya, Japonya’dan şirketler yeralmaktadır. Mayıs 2001’de yayınlanan belge ABD petrol açığının “ekonomimizi, yaşam standardımızı ve ulusal güvenliğimizi tehdit edeceği” yolunda uyarılarda bulunmaktadır. [[dipnot7]]
ABD’nin yıllık petrol ihtiyacı 2005 yılında günde 22 milyon varildir. Bunun @’ı yerli üretim ile karşılanırken `’ı ithal edilmektedir. 2002’de toplam ithalatın ’si Kanada’dan, .5’i Suudi Arabistan’dan, ’ü Meksika’dan, ’i ise Venezüella’dan sağlamaktadır. Irak ve Kuveyt de dahil edilirse Ortadoğu kaynaklı ithalat .8’e karşılık gelmektedir. Dolayısıyla ABD’nin Ortadoğu petrolleri’ne bağımlılığı önemli bir düzeydedir. Ayrıca Ortadoğu kaynaklı petrollerin üretim maliyeti çok düşük olduğu için kar marjı çok yüksektir. Örneğin Suudi Arabistan petrolünün üretim maliyeti ABD’deki pompa fiyatı içinde %9.4 iken ABD’de üretilen petrol için bu oran 7.7’dir. Suudi Arabistan petrolleri önemli bir kaynaktır. Irak’taki toplam petrol rezervinin ise 113 milyar varil olduğu tahmin edilmektedir, bu Suudi Arabistan’dan sonra dünyadaki ikinci büyük rezervdir. Bu petrolü işletecek şirketlerin önümüzdeki elli yıl boyunca kazancının yıllık 95 milyar dolar, toplam kazancın ise 4-5 trilyon dolar olacağı tahmin edilmektedir. [[dipnot8]] Dünyanın diğer yerlerindeki petrol yatakları ya Texas’da olduğu gibi ciddi bir şekilde tüketilmiştir ya da Kuzey Denizi havzasında olduğu gibi yüksek üretim maliyetleri ile çalışmaktadır. Bu nedenle dünyanın Körfez bölgesindeki petrole olan bağımlılığı artmaktadır. Önümüzdeki yirmi yıl içinde diğer petrol havzaları ciddi boyutta tüketeceği için Irak’ın dünya tüketiminin üçte birini karşılayacağı tahmin edilmektedir. [[dipnot9]]
Bush yönetimi Şubat 2001’de iktidara geldiğinde gündemindeki ilk maddenin Irak olduğu ve 2001’in bahar aylarında Irak savaşına karar verildiği, ancak 11 Eylül saldırılarının Irak’a saldırı tarihinin ertelenmesine neden olduğu daha sonra yönetime yakın kişiler tarafından ifade edilmiştir. Ancak 11 Eylül saldırıları Irak savaşının tarihini geciktirse de ABD’nin dünyaya ve özellikle de Ortadoğu’ya ilişkin olarak formüle ettiği yeni konsept açısından ABD kamuoyu nezdinde çok sağlam bir bahane sağlamıştır.
Bu yeni konsept Eylül 2002 tarihinde yayınlanan ABD Milli Güvenlik Strateji Belgesi’nde ifadesini bulur. Milli Güvenlik Strateji Belgesi Washington’un küresel hakimiyetine karşı yönelen meydan okumaları ortadan kaldırmak üzere kuvvete başvurmaya hakkı olduğunu ilan etmektedir. Bu, ABD’nin dünyayı tehdit kullanarak yöneteceği anlamına gelmektedir. Buradaki konsept Süregiden ya da beklenen bir saldırıya karşı bir tepki olan “Önalıcı Savaş”tan farklıdır. Yeni konsept, yani “Önleyici Savaş” ABD’nin kendisine potansiyel bir tehdit oluşturduğuna inandığı herhangi bir ülkeye saldırma hakkı olduğu anlamına gelir.
Irak işgali yeni konsept için bir deneme tahtası olmuştur. Bu konsept çerçevesinde saldırılacak ülkenin iki kritere uyması gerekmektedir: [[dipnot10]], [[dipnot11]] ,
- Saldırılacak ülkenin kendini savunamayacak kadar güçsüz olması ve kısa bir sürede zaferin garantilenmesi gerekmektedir. Burada Vietnam Savaşı’ndan beri Amerikan kamuoyunun savaş karşıtı bir konuma kaymasının önemli bir etkisi vardır. Uzun sürecek ve ciddi bir maddi kayba ve can kaybına yol açacak bir savaşın kamuoyu tepkisi nedeniyle yürütülemeyeceği bilinmektedir.
- Saldırılacak ülkenin stratejik bir öneme sahip olması gerekmektedir. Irak dünyadaki ikinci büyük petrol rezervlerine sahiptir. Buradaki zenginliğin denetim altına alınması, ABD’ye küresel rakipleri AB ve Japonya karşısında ciddi bir manivela sağlayacaktır.
ABD’nin Irak petrolleri üzerindeki denetim kurması, buradan sağlanacak karların ABD şirketlerine akmasını garanti altına almanın yanısıra AB ve Japonya gibi küresel rakipleri karşısında stratejik üstünlük sağlamak açısından da önemlidir.
Irak yeni Ulusal Güvenlik doktrininin “test tüpüdür”, Irak işgali ile amaçlanan ibret alınacak bir örnek oluşturmaktır. Bush tarafından “Şer Eksenine” dahil edilen diğer ülkelerin, yani İran ve Suriye’nin ve bir ölçüde Güney Kore’nin ders alarak boyun eğmelerinin sağlanması amaçlanmıştır. Bu doktrin Amerikan müdahaleciliği açısından hiç de yeni değildir, ancak burada yeni olan bunun bu kadar açık bir şekilde dile getirilmesi ve dünya kamuoyunun ve ABD’nin geleneksel müttefiklerinin bazılarının ve Amerikan dış politika seçkinlerinin itirazlarına rağmen hayata geçirilmesidir.
Irak işgalinin iç politikaya dair nedenleri de vardır. Bush yönetimi halkın büyük çoğunluğunun benimsemediği iç politikaları (neo-conservative politikalar, sosyal güvenlik harcamalarının kısıtlanması, çevre koruma ve iş güvenliği ile ilgili yasaların gevşetilmesi, silahlanma harcamalarının arttırılması) hayata geçirebilmek için korku faktörünü kullanmaktadır. Bu çerçevede halkın Saddam’ın 11 Eylül saldırıları ile ilişkili olduğu ve KİSleri ile ABD için bir tehlike oluşturduğu yolunda ikili bir propaganda kampanyası başlatılmıştır ve halkın korkuya kapılarak milli birlik teması etrafında birleşmesi amaçlanmıştır.
Ancak savaşın gerçek nedenine, yani petrol kaynakları üzerinde denetim meselesine geri dönecek olursak, savaş başlamadan önce Saddam sonrası Irak’ta petrol üretiminin nasıl dağıtılacağı üzerine hükümetler, petrol şirketleri ve sürgündeki Iraklı liderler arasında ciddi pazarlıklar dönmüştür. ABD, Fransa ve Rusya’yı savaşı desteklemeleri için yanına çekmek üzere Irak petrollerine erişim kartını koz olarak kullanmıştır. Bu arada sürgündeki Iraklı liderler savaş sonrasında tüm yabancı anlaşmaları gözden geçireceklerini ilan etmişlerdir.
İşgalden sonra ABD-Britanya ittifakının Irak’taki uygulamaları petrolün merkezi önemini göstermektedir. İşgalin ilk günlerinde petrol havzaları ve rafineriler ele geçirilmiştir. İşgal kuvvetleri Bağdat’a girdiklerinde Petrol Bakanlığı’nın etrafında bir koruma kuşağı oluşturulmuş, ve petrol havzalarına ilişkin bilgiler ve sismik haritalar korumaya alınmıştır. Diğer kurumların tümü ise korumasız bırakılmış, bakanlıkların, hastanelerin, müzelerin ve kütüphanelerin yağmalanmasına göz yumulmuştur. Başkan Bush ABD petrol sanayiinde üst düzey yöneticilik görevlerinde bulunan Phil Carrol’u Irak’ın petrolünü denetim altına alması için görevlendirmiş ve petrol şirketlerine Irak’ta tüm etkinlikleri için imtiyaz tanınmıştır. ABD ve Britanya’nın BM’ye yaptığı baskı ile Irak’a uygulanan yaptırımlar kaldırılmış, böylece Irak’ın petrol satmasının önündeki engeller ortadan kaldırılmış ve petrol ihracatından gelen gelirler yine işgal yönetimi tarafından yönetilen bir hesapta toplanmıştır. Bu para ise daha sonra Irak’ın “yeniden imarında” önemli ihaleler üstlenen Amerikan ve Britanya inşaat şirketlerine aktarılmıştır.
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP)
II Körfez Savaşı başlamadan önce, hem ABD kamuoyunu hem de dünya kamuoyunu savaşın haklı bir savaş olduğuna ikna etmek için ciddi bir propaganda kampanyası yürütülmüştür. Bu propaganda kampanyasının argümanları hızlı bir şekilde değişikliğe uğrasa da, dozu savaşa yaklaştıkça giderek şiddetlenmiştir.
Saddam Hüseyin’in Usame bin Laden ile işbirliği yaptığı ve KİS’lere sahip olduğu yolundaki argümanların doğru olduğunu kanıtlayan herhangi bir somut delile ulaşılamayınca Irak işgalinin Amerikan kamuoyu nezdindeki bahaneleri de geçerliliğini yitirmiştir.
Bu argümanlar boşa çıkınca üçüncü bir argüman ortaya atılmıştır: Irak’ta demokrasi inşa ederek bu ülkeyi tüm Ortadoğu’ya örnek olacak bir ülke haline getirmek. Bu argüman Irak’la sınırlı kalmamakta, GOP ile birlikte Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan bir coğrafyaya genişletilmektedir. Bunu iki yönlü işlevi olan bir girişim olarak değerlendirmek gerekir:
- GOP herşeyden önce bir retoriktir, yani savaşı ABD ve uluslararası kamuoyu nezdinde haklı göstermek için ortaya atılmış bir söylemdir. Bu argümanın Amerika’nın geleneksel müttefikleri nezdinde de bir çekiciliğinin olacağı ve Müslüman ülkelerde Amerikan karşıtı havayı yumuşatacağı düşünülmüştür.
- Bir retorik olmanın ötesinde politik bir gerçekliğe de tekabül etmektedir. ABD’li planlamacılar, gerçekten de dünyanın belli bir bölgesini kendi kafalarındaki imge doğrultusunda yeniden düzenleyebileceklerini düşünmektedirler. Bu noktada Almanya ve Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrası dönemde yeniden inşası bir model olarak düşünülmektedir.
26 Şubat 2003’de Bush bir neo-con think-tank’i olan American Enterprise Institute’da Ortadoğu’ya demokrasiyi yaymak konusundaki isteğini dile getirdi. Bu argüman Amerikan medyası tarafından alınıp inceltildi. Şubat 2003’de New York Times Magazine’de yazan Ignanieff şöyle diyordu: ABD “bir iyilik imparatorluğudur” ... “light bir imparatorluktur, dünyadaki en muazzam askeri güç ile, serbest pazar, insan hakları ve demokrasi gibi değerleri dayatan küresel bir hegemonyadır.” ... “İmparatorluğu haklı çıkartan nedenler, Irak gibi bir yerde demokrasi ve istikrar yolunda insanların son umudu olmasıdır.” [[dipnot12]]
Edward Said’in dediği gibi, “Tüm imparatorluklar, tıpkı Amerikan İmparatorluğu gibi kendisine ve tüm dünyaya sürekli olarak diğer imparatorluklardan farklı olduğunu, ve görevinin yönettiği yerleri ve halkları doğrudan veya dolaylı olarak yağmalamak ve kontrol etmek değil, ama eğitmek ve özgürleştirmek olduğunu söyler.” [[dipnot13]] ABD’nin Ortadoğu’ya gerçekten demokrasi getirmek isteyip istemediğini tartışmak için ise ABD’nin Ortadoğu stratejisini özetlemek yeterli olacaktır: ABD son otuz yıldır Arap demokrasisine ve Araplar’ın kendi kaderini tayin hakkına karşı olmuştur ve üç ayağı olan bir strateji izlemiştir:
- İsrail’in savunmasını sübvanse etmek ve bu arada oyalama kabilinden bir “barış süreci” söylemini sürdürmek
- Mısır ve Ürdün’de ABD yanlısı yönetimleri desteklemek
- Petrol üreten körfez ülkelerinde iktidardaki kraliyet aileleri ile, Özellikle Suud ailesi ile yakın ilişkiler geliştirmek.
Dolayısıyla ABD’nin Ortadoğu’ya demokrasi götürme söylemi bölge halkları açısından hiçbir inandırıcılığı olmayan, Amerikan karşıtı havayı yumuşatmak için tasarlanmış ikiyüzlü bir söylem olarak değerlendirilmiştir. Bunun yanısıra bölgede demokratik bir işleyiş, ABD ve Batı’ya düşmanlık besleyen güçleri iktidara getirebilir ve ABD’nin, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün gibi ülkelerdeki iktidar yapılarına karşı tavrında önemli bir değişikliğe gitmesini gerektirir. Bu ABD’nin göze alamayacağı riskleri beraberinde getirir.
18 Şubat 2003’de El Hayat gazetesi, protestolardan kaçmak için ABD’nin Georgia Eyaleti açığındaki ıssız bir adada yapılacak olan G-8 zirvesi öncesinde ABD tarafından hazırlık için G-8 liderlerine dağıtılan “G8-Genişletilmiş Ortadoğu” adlı bir raporu yayınladı. [[dipnot14]]Bu rapor “G8 ülkelerinin ortak çıkarlarının, ekstremizm, terörizm, uluslararası suç ve yasadışı göç ile tehdit edildiği” belirtilmektedir.
Geniletilmiş Ortadoğu, Fas’tan Pakistan’a kadar geniş bir coğrafyayı kapsamaktadır ve bu ülkelerin ortak paydası ABD düşmanlığının ve İslami Fundementalizm’in en yoğun olduğu ülkeler olmalarıdır ve G8 ülkelerinin ortak çıkarlarının bu ülkelerden kaynaklandığı düşünülen sorunlarla tehdit edildiği düşünülmektedir. Bu sorunlar ise bölgedeki başarısız devletler, fakirlik ve kaostan kaynaklanmaktadır.
Bu durumla başa çıkmak için alınması önerilen ekonomik önlemlere bakıldığında ABD’nin bölgeye demokrasi götürmekten ne anladığı daha açık olarak görülmektedir. Bölgedeki ülkelerin Doğu Avrupa ülkelerinin geçirdiğine benzer bir ekonomik dönüşüm geçirmeleri, girişimciliğin teşvik edilmesi, özel sektörün güçlendirilmesi, Genişletilmiş Ortadoğu Kalkınma Bankası’nın kurulması, serbest ticaret bölgeleri oluşturulması ve DTÖ’ye katılmaları için bölge ülkelerine baskı yapılması önerilmekteydi.
Dolayısıyla GOP ardında yatan temel güdü bölgede orta sınıfları güçlendirmek ve bölge seçkinleri ile birlikte küresel kapitalizme eklemlenmelerini sağlamak, böylece bölgedeki tarihsel ve kültürel direnişi kırmaktır. Bölgedeki halklar aslında 60’lı yıllardan itibaren Arap milliyetçiliği çerçevesinde daha sonra da ulus devlet yapılarının ve radikal Arap milliyetçiliğinin geniş kitlelerin sorunlarına çözüm üretemeyerek tıkandığı 1980’lerden itibaren de İslami Fundemantalizm çerçevesinde biçimi değişerek evrilen ancak sürekliliği olan bir direniş örgütlemişlerdir. Bu direnişin tabanı büyük ölçüde orta sınıflar olmuştur. Direnişin hedefi temel olarak İsrail ve ABD’nin bölge politikalarıdır. Bu direniş, Amerikan elit düşüncesinde bir tür “Uygarlıklar Çatışması” olarak algılanmaya başlamış, ve bu çatışmanın sona erdirilmesinin ise karşı tarafı ehlileştirerek, köleleştirerek ve kültürünü yok ederek mümkün olduğu düşünülmüştür. Bu yeniden inşa sürecinin adımları ise ABD’li planlamacılar için açıktır: ülkenin altyapısının imha edilmesi, işgal edilmesi, halkın bir halk olma vasıflarını yitirecek derecede düşürülmesi, kültürel değerlerinin yağmalanması ve yok edilmesi, ondan sonra ülkenin yeniden imarı ve ulusun yeniden inşası, ülkenin ekonomisinin dışa (ABD’li şirketlere) açılması, politika sahnesinin ABD’nin öncelikleri doğrultusunda düzenlenmesi, toplumsal, siyasi ve kültürel kurumların bu çerçevede yeniden tanımlanması, bu modelin bölgedeki diğer ülkelere de yayılması, tüm bunların da ABD’nin ülke içinde ve bölgede bir üsler ağı ile kalıcılaşan askeri varlığı ve tehditi altında gerçekleşmesi. Edward Said bu zihniyeti Şarkiyaçılık adlı incelemesinin son baskısına yazdığı önsözde çarpıcı bir şekilde dile getiriyor:
"Şarkiyatçılık daha çok çağdaş tarihin karmakarışık dinamikleriyle ilintili bir kitaptır. İlk sayfası, 1990’da sona eren Lübnan iç savaşının 1975’teki bir tasviriyle başlar, ama şiddet ve kan gölü bugün de devam ediyor. Oslo barış sürecinin başarısızlığına, ikinci İntifada’nın patlak verişine, ve Filistinliler’in yeniden işgal edilen Batı Şeria ve Gazze’deki acılarına tanık olduk. İntihar saldırıları fenomeni ve yarattığı iğrenç hasarlar ortaya çıktı, ancak bunlardan hiçbiri 11 Eylül 2001 saldırıları ve ardından yaşanan Afganistan ve Irak savaşları kadar korkunç ve kıyamet kabilinden değildi. Ben bu yazıyı yazarken Irak’ın Britanya ve Birleşik Devletler tarafından illegal emperyalist işgali ilerlemeye devam ediyor. İşgalin sonrası tahmin edilemeyecek derecede korkunç. Bu, medeniyetler çatışması olduğu varsayılan şeyin bir parçası, bitimsiz, dindirilemez ve çaresiz. Yine de ben öyle olmadığını düşünüyorum."
"Amerika Birleşik Devletleri’nde Orta Doğu, Araplar ve İslam hakkındaki genel kavrayışın bir ölçüde gelişmeye başladığını söyleyebilmek isterdim, ama bu maalesef mümkün değil. Pekçok nedenden dolayı Avrupa’da durumun epeyce daha iyi olduğu görünüyor. ABD’de tavırların sertleşmesi, küçük düşürücü genellemelerin ve dinsel saplantılara dayalı klişelerin güçlenmesi, ve muhalif görüşte olanlara ve “ötekilere” karşı basit kibirli bir bakışla birleşen kaba güç, Irak’ın müze ve kütüphanelerinin yağmalanmasında mükemmel bir ifadesini buldu. Liderlerimiz ve uşak ruhlu entelektüellerinin anlama yetisinden yoksun göründükleri şey şu ki, tarih bir kara tahta gibi silinenemez. Tarihi silip üzerine kendi geleceğimizi kazıyamayız ve kendi yaşam biçimlerimizi takip etsinler diye daha aşağı insanlara dayatamayız. Washington’daki yüksek memurlar orda burda sık sık Orta Doğu haritasını değiştirmekten sözediyorlar, sanki antik toplumlar ve sayısız insan bir yap-boz tahtası misali çalkalanabilirmiş gibi. Ama bu “Şark”ta sık sık yaşandı, Napolyon’un 18. Yüzyıl sonundaki Mısır işgalinin ardından “Şark” denen bu yarı efsanevi kurgu defalarca ve defalarca yeniden inşa edildi. Bu süreçte sayısız geçmişi, başdöndürücü çeşitlilikte halkları, dilleri, deneyimleri ve kültürleri içeren muazzam tarih tortuları, bunların hepsi bir kenara atıldı veya ihmal edildi, parça parça anlamsız nesneler haline gelen hazinelerle birlikte Bağdat’tan alınıp kum gibi saçıldı." [[dipnot15]]
ABD’nin Avrupa’yı, özellikle de Irak savaşına karşı çıkan Almanya ve Fransa’yı bu projeye dahil etmek istemesinin ardında yatan nedenler Eylül 2002 tarihli ABD Milli Güvenlik Strateji Belgesi’nde ifadesini bulan tektaraflılı müdahalecilik politikasından geri adım atması değildir. Almanya ve Fransa’nın savaşa karşı çıkmaları bu ülkelere Arap dünyasındaki demokratik güçler nezdinde bir popülerlik kazandırmıştır ve bu ülkeler ABD planına arka çıkarlarsa kazandıkları politik prestiji yitireceklerdir. Bunun yanısıra ABD NATO’nun ortadoğuda daha fazla rol almasını zorlayarak NATO içinde Irak savaşı ile ortaya çıkan yarılmayı NATO’yu Ortadoğu’da daha fazla rol almaya iterek ortadan kaldırmaya da çalışmaktadır.
GOP aslında uluslararası kurumlar tarafından meşrulaştırılması beklenen ve ABD önderliğinde yürütülmesi planlanan yeni tip emperyalizmin temel yönlerini açığa çıkarmaktadır. Aslında uygulamaya konulabilecek bir proje olmanın ötesinde Amerikan zihniyetini yansıtan bir söylem olarak kavranması gerekir. ABD’nin devletlerin ve halkların kaderini belirleyebileceği yolundaki Şarkiyatçı mentalitesini ele vermektedir. Uygulanması ABD’nin Ortadoğu politikasının temel taşlarının yerinden oynatılması anlamına gelecektir, ki bunun içerdiği risklerin ABD tarafından göze alınamayacağı açıktır. Gerçekten de, GOP gündeme geldikten kısa bir süre sonra ABD, Ortadoğu’daki geleneksel müttefiklerinden gelen tepkiler nedeniyle geri adım atmış, ve girişim unutulmaya terkedilmiştir.
İşgal’in Gidişatı ve Bugünkü Durum
Özellikle Irak’ta direnişin beklenenden güçlü çıkması, ABD’nin Irak ile ilgili olarak öngördüğü, “demokrasi, ekonomi ve ulus inşa etme “ fikrini ve ABD’nin Ortadoğu’yu kafasındaki imge doğrultusunda şekillendirme girişimlerini sekteye uğratmıştır.
30 Ocak 2005 seçimleri ABD’nin istediği doğrultuda sonuçlara yol açmamıştır. Herşeyden önce seçimler Ayetullah Ali El-Sistani ve Irak halkının baskısı sonucu zorla ABD İşgal Yönetimi’ne dayatılmıştır. Katılım oranının X gibi çok düşük bir düzeyde kaldığı seçim sonucunda ABD yanlısı Allawi’nin Irak Listesi oyların ’ünü almış, Kürt İttifakı &’da kalmış, Şii İslami fundemantalist güçlerin ağırlıkta olduğu Birleşik Irak İttifakı (İnglizce adı ile UIA) H’lık oy oranı ile ciddi bir zafer kazanmıştır. Allavi listesi, Kürt üyelerin de desteğini alarak parlamentoda ABD yanlısı bir rejim oluşturabilecek bir sandalye sayısına ulaşamamış, UIA kritik kararlar almak için gereken üçte ikilik çoğunluğa ulaşamasa bile koltukların yarıdan fazlasına sahip olarak yeni Meclis’in temel bloğu haline gelmiştir.
Seçimlerden birinci çıkan Birleşik Irak İttifakı (UIA) seçim propagandasını işgal güçlerinin derhal Irak’tan çekilmesi üzerine kurmuştur. Parlemento dışı muhalefeti oluşturan Müslüman Ulema Sunni Birliği ve Mukteda El-Sadr’ın Mehdi Ordusu da aynı talebi güçlü bir şekilde savunmaktadır. Müslüman Ulema Sunni Birliği’nin Sünniler arasında ciddi bir temsiliyet gücü vardır ve Mukteda El-Sadr’ın Mehdi Ordusu UIA’dan daha radikal bir Şii gruptur. Her iki grubun da silahlı güçleri vardır ve işgale karşı sivilleri hedef almayan meşru bir silahlı mücadele vermektedirler. Bu iki grup işgale karşı bir ittifak içine girmişlerdir. Sadr grubu böylelikle diğer Şii güçlerin tersine radikal Sunni unsurlarla yakınlaşarak bir avantaj elde etmek istemektedir. [[dipnot16]]
ABD’nin Irak’ta denetimi tamamen yitirmesi ve çekilmeye zorlanması ABD’nin emperyal prestiji açısından Vietnam yenilgisinden daha ağır sonuçlara yol açacaktır. Vietnam’da ABD’nin kalıcı bir hakimiyet sağlamakta çok fazla bir çıkarı yoktu, temel amaç Vietnam’ın bağımsız milliyetçi bir çizgi izleyerek Hindiçin’de bir örnek oluşturmasını engellemekti. Bu nedenle Vietnam’ın yıllarca kendisini toparlayamayacak şekilde yerle bir edilmesi ile ABD’nin buradaki amacına ulaştığını söyleyebiliriz. Ancak Petrol nedeniyle Irak’ın stratejik önemi Vietnam’dan çok daha fazladır. Irak’ta kalıcı bir ABD varlığı petrol üzerinde denetim sağlamak ve bölgedeki diğer ülkelere müdahale edebilmeyi mümkün kılacak üsler kurmak için elzemdir. Ancak ABD Irak’ı kendi politikaları doğrultusunda yönetecek bir rejim kurmakta zorlanmaktadır. İşgalin ilk döneminde Irak’ı bir sömürge gibi yönetmeyi denemiştir. Bunun için Paul Bremer bir sömürge valisi olarak atanmış ve kendi adıyla anılan yasaları çıkartıp yürürlüğe koymuştur. Irak’ın ekonomisi tamamen yabancı şirketlere (ABD ve Britanya şirketlerine) açılmıştır. İşgal güçlerinin kibirli, cahilce ve zora dayalı uygulamaları ve işgalden sonra halkın yaşam koşullarındaki hızlı kötüleşme işgale karşı muhalefeti hızla şiddetlendirmiştir.
Muhalefetin dayatması ile yapılan seçimler sonucunda Irak’taki demokratik işleyiş, çoğunlukta bulunan Şiiler’in iktidarını sağlamıştır. ABD’nin Irak’tan çıkması ülkenin İran’la yakınlaşmasını beraberinde getirecektir. Bu durum, Lübnan’daki Şii Hizbullah’tan başlayan, Suriye’deki Alevi rejiminden, Irak’taki Şii rejimden geçen ve İran’daki molla rejiminde biten ABD karşıtı bir “Şii Hilali” oluşturacaktır ki, bu ABD’nin hiç istemediği bir durumdur.
ABD için Irak’tan çekilmenin koşulları şunlardır:
- Irak’ın İslami fundemantalist, ABD karşıtı ve İran yanlısı bir rejimle yönetilmemesi
- Irak’ın ABD’nin Ürdün, Suudi Arabistan, İsrail gibi bölgedeki diğer ABD yanlısı rejimlerle barış içinde olması.
- Irak’ın ekonomisinin ve silahlı kuvvetlerinin ABD’ye bağımlılığının garantiye alınması. [[dipnot17]]
Bu şartların kısa bir vadede gerçekleşmeyeceği seçim sonuçları ile açığa çıktığına göre, ABD iç kamuoyu ve ekonomik gücü elverdiği ölçüde Irak’ta işgal gücü olarak kalmaya devam edecektir.
ABD’nin politik önceliği, Şiilerin çoğunluk avantajını kullanarak Irak’ın ABD’nin istemediği bir doğrultuya yöneltmesini engellemektir. Bu nedenle Irak’taki etnik ve mezhepsel yarılmaları eski bir emperyal politika olan “böl ve yönet” politikası doğrultusunda kışkırtarak ve Araplar ve Kürtler ile Şiiler ve Sünniler arasındaki düşmanlıklar üzerine oynayarak Irak’ı denetler durumda kalmak istemektedir. ABD bunun için ikili bir strateji izlemektedir:
- Irak halkının büyük çoğunluğu ABD’nin, meşru direniş hareketlerini gözden düşürmek ve işgal durumuna bahane olarak kullanılan kaos ortamını teşvik etmek için el-Kaide bağlantılı Zarkavi grubu gibi fanatik terörist grupların terörist eylemlerini tertip etmelerine bilinçli olarak göz yumduğu fikrindeler.
- Şii çoğunlukla çatışma ihtimalini değerlendiren ABD, bu tehdite karşı koymak için eski Baasçılarla ittifak kurma girişimlerinde bulunmaktadır. ABD’nin kuklası Allawi seçimden önce ve sonra ABD ve BAASçı aygıtın belli kesimleri arasında bir ittifakı savunmaktadır ve seçimlerden önce yönetimde iken eski BAASçıları Irak hükümetine ve orduya entegre etmeye başlamıştı.
Bu durumda Irak’ta şu güçler politika sahnesinde yer almaktadır: Kürt İttifakı, Al-Sistani yanlısı Şii Birleşik Irak İttifakı, Allawi-Baas (seküler Şii-Sunni) İttifakı, Sadr- Müslüman Ulema Sunni Birliği (radikal Şii-Sunni) İttifakı, Al-Zarkavi grubu. ABD ise bu gruplar arasına askeri ve politik bir denge oyunu oynayarak Irak’taki tablo istediği yönde gelişene kadar işgali sürdürmek niyetindedir.
Irak’ta yapılan son anayasa referandumu, taslak anayasayı onayladı. Ancak anayasada işgalin sona ermesine ilişkin hiç bir madde olmadığı gibi, anayasanın kendisi bizzat işgal durumunu meşru kılmak ve ABD’nin Irak’taki varlığını meşrulaştırmak ve pekiştirmek için bir incir yaprağı işlevi görüyor. Anayasanın en önemli maddelerinden biri “Petrol ve doğalgazın tüm bölge ve eyaletlerdeki halkın mülkü olduğunu” ve federal hükümetin “mevcut yataklardan” çıkan petrol ve gazın yönetimini üstleneceğini ve gelirin “tüm ülkedeki demografik dağılıma uygun bir şekilde dağıtılacağını” söylemektedir. [[dipnot18]] Ancak bu garanti yalnızca şu anda işletilemekte olan petrol yataklarını kapsamaktadır. Irak’ın keşfedilmiş petrol reservlerinin 2/3’ü (yani keşfedilmiş 80 petrol yatağından 63’ü ve 115 milyar varil petrol rezervinden 75 milyar varili) yabancı şirketlerin sömürüsüne açıktır. Çünkü anayasanın bir sonraki maddesi “yatırımların teşvik edilmesini ve piyasa ilkelerinin en moden tekniklerinin” uygulanmasını buyurmaktadır. Anayasa “Federal otoritelere tanınmış olanlar dışındaki tüm yetkiler bölgesel otoritelere aittir” demektedir. Bu madde de zaten Irak’ın potansiyel petrol zenginliklerinin işletilmesini petrolün bulunduğu bölgesel otoritelere –Kuzey’de Kürtlere, güneyde ise Şiilere- bırakmaktadır, ki bu da Irak’ın ortasında, Bağdat cıvarındaki Sunnilerin, seküler toplulukların daha da güçsüzleşmesine ve etnik ve dini çatışmalara zemin hazırlanmasına neden olur.
Anayasa, ulusal bir yönetim biçimi olarak federalizmi değil, federalizmin açık bir şekilde merkezi hükümete verilmeyen tüm yetkilerin otomatik olarak bölgesel otoritelere devredildiği aşırı bir biçimini öngörmektedir, ki bu durum Irak’ın etnik ve dinsel açıdan bölünmesi için zemin hazırlamaktadır. Bu bölgesel yönetimler “bölgelerinde federal yasaların uygulamasını değiştirme” yetkisine sahiptir, ki bu da bölgesel yönetimlerin dış politika ve savunma dışındaki tüm anayasal garantileri gözardı edebileceği ya da delebileceği anlamına gelir. Bu biçimiyle Irak’ta öngörülen federalizm etnik ve dinsel çatışmaları tam bir iç savaşa dönüştürme tehlikesi içeriyor.
Bush yönetimi, referandumda evet oyu çıkmasını Irak’ta demokrasinin işlemeye başladığı yolundaki bir propaganda için malzeme olarak kullanmıştır. Gene de ABD’de yavaş yavaş Irak’ta işlerin pek de yolunda gitmediği dile getirilmeye başlandı. Bugünlerde ABD’deki birçok gazetede yer alan editör yorumlarında Irak işgalinin muhetemelen “bir hata” olduğu, “Bush doktrinin iflas ettiği”, yönetimin “gerçeklikle yüzleşip” bir “çıkış stratejisi” geliştirmesi gerektiği yolunda yorumlara rastlamak mümkündür. Bu durum Vietnam savaşının sonlarına doğru savaşın maliyetinin ABD ekonomisi üzerine getirdiği yükün sürdürülemez bir boyuta ulaştığını farkeden iş çevrelerinin başlattığı muhalefete benzer bir muhalefetin şekillenmeye başladığını gösteriyor. [[dipnot19]] Bush yönetimi ise ABD’nin önüne koyduğu “görevi tamamlamadan” Irak’tan çekilmesinin teröristlerin elini güçlendireceği ve Irak’ın bir iç savaşa sürüklenmesine neden olacağı gerekçesi ile işgali sona erdirme çağrılarına karşı çıkıyor. Öte yandan savaşa pragmatik gerekçelerle değil, ahlaki olarak temelden yanlış olduğu için karşı çıkan savaş karşıtı muhalefet ise Irak’ta bizzat işgalin kendisinin kaosu ve terörü beslediğini ve işgalin biran önce sona erdirilmesi gerektiğini söylüyor. Bunun yanısıra savaşta yakınlarını kaybedenlerin başlattığı ciddi bir muhalefet de ABD iç politika gündeminde etkili olmaya başladı.
ABD’nin işgali sürdürme yeteneği savaşın maliyetinin yol açtığı bütçe açıklarını, savaşın insani maliyetini ve savaş karşıtı muhalefeti ne kadar kaldırabileceğine bağlıdır. ABD’nin Ortadoğu’yu ya da İslam ülkelerini küresel ekonomiye eklemleme stratejisi olan Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ise Irak’taki kaosun içinde erimiş ve gündemden düşmüş görünmektedir.