İsrail Filistin ihtilafının modern kökenleri nelerdir?
Birinci Dünya Savaşı’nda Britanya tarihsel Filistin’e dair üç farklı vaadde bulunmuştu. Arap liderlere toprakların bağımsız kılınacağına dair güvence verilmişti; Britanya Balfour deklarasyonunda Filistin’de Yahudiler için bir ulusal yurt projesini desteklediğini beyan etmişti; ve müttefikleriyle Osmanlı topraklarının bölünmesi ve Filistin’in Britanya İmparatorluğu’na bağlanması için gizlice anlaşmıştı. Tarihçiler ilgili metin ve haritaların detaylı ve derin tefsirleriyle uğraşsalar da burada esas mesele şudur: Britanya Filistin’i bir başkasına tahsis etmek için ahlaki hiçbir hakka sahip değildir: Filistin kendi yerli halkına aittir.
19. Yüzyıl’ın sonlarında anti-Semitizm Fransa’da hortladı ve özellikle Rusya’da öldürücü bir nitelik kazanmaya başladı. Bazı Yahudiler Yahudiler’in ancak bir Yahudi devletinde güvende olabileceklerine kanaat getirdiler ve Siyonizm’i kurdular. O zamanlar pekçok Yahudi Siyonizm’i reddederek anti-Semitizm sorununun ancak devrimci veya reformcu bir siyaset ile ya da asimilasyon yoluyla çözümlenebileceğini savunuyordu. Pek çok ortodoks Yahudi ve özellikle Filistin’de yaşayan küçük Yahudi cemaatine göreyse, bir Yahudi devleti insanlarca değil ancak Tanrı tarafından kurulabilirdi. Başlangıçta Siyonistler kendi devletleri için başka yerleşim bölgelerini de değerlendiriyorlardı, ama kutsal kitaptaki bağlantılar nedeniyle Filistin üzerinde durmaya başladılar. Fakat temel problem şuydu: siyonist bir slogan Filistin’i “yurtsuz bir halk için halksız bir yurt” olarak adlandırıyordu; buna karşın durum hiç de böyle değildi.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Britanya Milletler Cemiyeti’nden Filistin’i Britanya “mandası” olarak tanıyan bir karar çıkarttı. Yani Filistin Britanya tarafından idare edilen ve bağımsızlık için hazırlanan bir sömürge olacaktı. Arap dünyası üzerindeki hakimiyetini haklı kılabilmek için Britanya, himayeci güç olarak Yahudi ulusal yurdunu destekleyecekti.
Filistin’e gelen Yahudiler kimlerdi?
İlk Siyonist yerleşimciler baskıdan kaçan idealist ve çoklukla sosyalist bireylerdi. Bu anlamda erken Amerikalı sömürgecilere benziyorlardı. Fakat yine Amerikalı sömürgeciler gibi pekçok Siyonist de yerli halka karşı ırkçı tavırlara sahipti ve onların refah ve iyiliğine karşı son derece ilgisizdi. [[dipnot1]]
Bazı Siyonistler Arap-Yahudi dayanışması ve iki milletli bir devlet üzerinde duruyorlardı, fakat çoğunluğu yalnız ve yalnızca bir Yahudi devleti kurmaya kararlıydı. (Yine de, Filistin’e yeterli miktarda Yahudi gelene kadar Filistinliler’le çatışmayı engellemek için “ulusal devlet” yerine “yurt” terimini kullanmaya karar verdiler.)
Filistin’e Yahudi göçü Hitler’in iktidara geldiği 1930’lara kadar oldukça sınırlıydı. A.B.D. ve Avrupa zor durumdaki Yahudiler’e kapılarını kapatarak Filistin’i çok az sayıdaki seçenekten biri haline getirdiler.
Filistin’in yerli halkı kimlerdi?
İsrail yanlısı propaganda çoğu Filistinli’nin Filistin’e 1917’den sonra Yahudi cemaatinin yarattığı ekonomik dinamizmin çekiciliğiyle geldiğini ve bu nedenle de Filistin üzerinde hiçbir hakları olmadığını iddia eder. Bu iddia Joan Peters’in geniş destek gören kitabı From Time Immemorial’da geliştirilmiştir.. Fakat kitabın sahtecilik içerdiği ve iddialarının yanlış olduğu ortaya çıkarılmıştır. [[dipnot2]] Yerli halkın çoğunluğu Müslümandı, bunun yanı sıra bir Hristiyan azınlık ve daha küçük bir Yahudi azınlık vardı. Siyonistler’in Avrupa’dan gelmeleriyle birlikte Müslüman ve Hristiyanlar ayırt edici bir Filistin ulusal kimliği edinmeye başladılar.
Siyonistler Filistin’de nasıl arazi edindiler?
Toprakların bir kısmı yasa dışı yollardan bir kısmı da Avrupa’daki varlıklı Yahudiler tarafından sağlanan fonlarla Arap toprak ağalarından satın alınmak suretiyle edinilmiştir. Fakat yasal satışlar bile ahlaki açıdan tartışmalıydı çünkü bazı topraklar toprak ağasından satın alınıyor, ardından toprağı işleme hakkı ellerinde bulunan yoksul Arap köylüler kapı dışarı ediliyorlardı. Satın alınan topraklar Yahudi Ulusal Fonu’nun mülkü oluyordu ve Araplar’a satılamıyor veya kiralanamıyordu. Tüm bu el değiştirmelere karşın 1947’ye gelindiğinde Yahudiler toprakların % 6’sına sahiptiler.
Siyonizm’e karşı Filistin muhalefeti anti-Semitizmin sonucu muydu?
Arap dünyasında Anti-Semitizm Avrupa’dakine göre çok daha zayıftı. Siyonist göçün başlangıcından önce Filistin’deki farklı dini gruplar arasındaki ilişkiler oldukça uyumluydu. Filistin anti-Semitizm’i vardı fakat hiçbir halk kendi egemen devletini kurmak amacıyla topraklarına yerleşen diğer bir halka karşı olumlu yaklaşmaz. Köylülerin topraklarından atılmaları ve Siyonistler’in Araplar’ı işe almayı sıklıkla reddetmeleri ilişkileri daha da kötüleştirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı Filistin sorununu nasıl etkilemiştir?
İkinci Dünya Savaşı yaklaşırken İngilizler Araplar’ı değil ama Yahudiler’i dışlayabileceklerini – çünkü Onlar Hitler’e yakınlaşamazlardı – kurnazca hesapladılar ve Filistin’e Yahudi göçünü büyük ölçüde sınırlandırdılar. Fakat bu dönem, tam da Avrupa Yahudileri için bir sığınak ihtiyacının doruğa tırmandığı dönemdi. A.B.D. ve diğer devletler çile çeken mültecilere kapılarını kapatınca pek çok Yahudi Filistin’e kaçak gitmek durumunda kaldı.
Savaş bitip de Holokast felaketi gözler önüne serilince, Siyonizm dünya Yahudileri nezdinde ilk defa çoğunluğa seslenen bir fikir haline geldi. Pekçok Amerikalı Hristiyan da yaşananlar karşısında kendi suçlarını Yahudiler’in A.B.D.’ye girişine izin vermeden affettirebilmek için Siyonizm’i desteklediler. Savaş yıllarında kurtarma çalışmalarını, Yahudi devleti kurulması hedefleri karşısında talileştiren Amerikalı Siyonistler de [[dipnot3]] Holokastın bir Yahudi devletine olan ihtiyacı her zamankinden çok daha güçlü bir şekilde ortaya koyduğunu iddia ettiler: Eğer 1939’da bir İsrail mevcut olsaydı milyonlarca Yahudi kurtarılabilirdi. Aslında, Filistin az kalsın Nazilerin idaresine geçecekti, demek ki Yahudiler A.B.D.’de, Yahudi bir Filistin’de olacağından çok daha fazla güvende olacaklardı.
Savaş yıllarında Filistin’deki pekçok Yahudi Britanya ordusuna katıldı. Savaş sona erdiğinde Filistin’deki Yahudi cemaati iyi silahlanmış ve örgütlenmişti ve savaşmaya kararlıydı. Filistinliler feodal yöneticilerin yönetimindeydi ve silahları yoktu. Kudüs Müftüsü 1936-39’da bir Arap ayaklanmasını desteklediği gerekçesiyle Britanya tarafından sürgün edilmiş ve savaş yıllarında Berlin’e giderek Nazi propagandasına katılmıştı. Siyonist görüş açısından bu ekstremist müftüyü Filistin lideri olarak kabul etmek bir artıydı. Filistin’deki Yahudi cemaatinin lideri ve İsrail’in ilk başbakanı Ben Gurion 1938’de şu tavsiyede bulunuyordu: “Müftü’ye güvenin.” [[dipnot4]]
1947’de tarafların pozisyonu nasıldı?
Hem Filistinliler hem de Siyonistler bağımsız bir devlet kurabilmek için İngilizler’in gitmesini istiyorlardı. Siyonistler, özellikle Menahim Begin’in liderliğini yaptığı bir sağ kanat hizip Britanya’ya karşı bir terör kampanyası başlattı. Savaş sonrasında bitkin düşen Londra bu meseleden el etek çekeceğini ve sorumluluğu Birleşmiş Milletler’e devredeceğini açıkladı (bu arada Britanya’nın bölgede kalmak için çeşitli gizli planları vardı).
Siyonistler Yahudi halkının, modern tarihin en büyük felaketlerinden birini yaşamış oldukları için, hala Avrupa toplama kamplarında çürüyen tüm Yahudi mültecileri bir araya getirebilecekleri kendilerine ait bir devleti hak ettiklerini ifade ettiler. Siyonistler’in nihai isteği göç üzerinde tam kontrol sahibi egemen bir devletti. Filistinliler ise Avrupa Yahudileri’nin maruz kaldığı felaketin sebebinin kendileri olmadığını söylediler. Eğer Yahudiler bir devleti hak etmişlerse bu neden Almanya’nın bir parçası üzerinde kurulmasın? Zaten Filistinliler Avrupa’daki herhangi bir ülkeden daha fazla Yahudi mülteci barındırmaktaydı. Neden Avrupa’nın tüm günahlarının kefaretini onlar ödeyecekti? Bağımsız bir Filistin içindeki Yahudi azınlığa tüm sivil hakları (ulusal hakları değil) vermeyi kabul ediyorlardı fakat bu azınlığa göçü kontrol etme ve Filistin’i devralacak çoğunluğu tesis edecek şekilde dindaşlarını getirme hakkını vermek istemiyorlardı.
Siyonistler içinde küçük bir sol kanat azınlık her iki halkın bir arada yaşayabilecekleri, her birinin ulusal haklarının tanınacağı iki uluslu bir devlet önerdi. Bu görüş Yahudi ve Filistinliler arasında pek az destek gördü.
Birleşmiş Milletler ne yaptı ve neden?
Kasım 1947’de BM Genel Kurulu Filistin’in ikiye bölünerek ekonomik birlik oluşturacak iki bağımsız devlete, bir Yahudi ve bir Arap devletine bölünmesi için oy kullandı. Kudüs uluslararası bölge olacaktı.
1947’de BM bugün olduğundan çok daha az üyeye sahipti. Pek çok üçüncü dünya ülkesi hala sömürgeydi ve üye değillerdi. Bölünme önergesi sırf Sovyetler Birliği desteklediği için ve pek çok küçük ülke ağır baskı altında bulunduğu için kabul edildi. Örneğin A.B.D. kongre üyeleri Filipinler’e bölünme için oy kullanmamaları durumunda ekonomik yardım alamayacaklarını söylediler. Moskova bölünmeyi bölgede İngiliz etkisini kırmanın bir yolu olarak görüyordu. İsrail baskın feodal monarşilere göre daha az batı yanlısı olarak değerlendiriliyordu.
Filistinliler 1947’de kendilerine ait bir devlet hakkına sahip değil miydiler? Bu imkanı İsraille savaşmak suretiyle yok eden kendileri değil mi?
1947’de Yahudiler Filistin nüfusunun üçte birini oluşturuyorlardı ve toprakların % 6’sına sahiplerdi. Buna rağmen bölünme planı Yahudi devletine toprakların % 55’ini veriyordu. Arap devletinin nüfusu çok büyük oranda Arap olacaktı, Yahudi devleti ise neredeyse Yahudiler kadar Arap nüfusa da sahip olacaktı. Eğer Yahudileri bir Arap devletinde 1/3 azınlık olmaya zorlamak adil değilse, Arapları bir Yahudi devletinde % 50 azınlık olmaya zorlamak hiç adil değildi.
Filistinliler bölünmeyi reddettiler. Siyonistler kabul ettiler ama Siyonist liderlerin çok daha yayılmacı gizli hedefleri vardı. 1938’de, daha evvelki bölünme önerileri sırasında Ben Gurion “devletin kurulmasının ardından sıkı bir güç oluşturduğumuzda bölünmeyi lağvedip tüm Filistin’e yayılacağız” demişti. [[dipnot5]]
Müftü Filistinliler’i bölünmeye karşı savaşa çağırdı fakat aslında pek az Filistinli bu çağrıya kulak verdi. Ben Gurion, Filistinliler’in “ezici çoğunluğu bizimle savaşmak istemiyor” diyerek sır veriyordu. Bir Siyonist Arap işleri uzmanının raporuna göre “çoğunluk bölünmeyi sonuçlanmış bir kader olarak görüyor”du. Britanya’ya karşı 1936-39 Arap ayaklanmasının ardında halk desteği vardı fakat Müftü ve takipçileri ile Siyonist askeri kuvvetler arasındaki 1947-48 savaşı böylesi bir halk desteğine sahip değildi. [[dipnot6]]
Fakat Filistinliler bölünme planına karşı savaşmak için tümüyle birleşmiş olsalardı dahi, bu onlara yarım yüzyıldan fazla bir süreden beri kendi kaderini tayin hakkı tanınmamasını haklı gösterecek ahlakı bir gerekçe olamaz. Bu hak o veya bu anlaşmanın bir fonksiyonu değildir fakat her insanın sahip olduğu temel bir haktır. (İsrailliler, hükümetleri sayısız BM ateşkes önergesini ihlal ettiği için kendi kaderlerini tayin hakkını yitirmemektedirler.)
İsrail 1948’de savunma nitelikli bir bağımsızlık savaşı sonucunda daha geniş sınırlar elde etmedi mi?
Arap orduları sınırı 15 Mayıs 1948’de, İsrail bağımsızlığını ilan ettikten sonra geçtiler. Fakat bu bağımsızlık bölünme önergesinde belirtilen tarihten üçbuçuk ay önce ilan edildi. A.B.D. İsrail’in bağımsızlık beyanatını ertelemesi şartıyla üç aylık bir ateşkes önerdi. Arap devletleri bunu kabul ederken İsrail reddetti, çünkü Ürdün Kralı Abdullah ile gizli bir anlaşma yapmışlardı ve buna göre Abdullah’ın Arap Lejyon’u Filistin devletine tahsis edilmiş Filistin topraklarını işgal edecek ve Yahudi devletine bulaşmayacaktı. (Ürdün Britanya’nın yakın müttefiki olduğundan bu plan Londra’ya da bölgedeki konumunu koruma imkanı tanıyordu.) Diğer Arap devletleri de İsrail’i mağlup etmek için olduğu kadar Abdullah’ın tasarılarını engellemek amacıyla da ellerinden geldiğince fazla toprağı işgale yöneldiler. [[dipnot7]]
Çatışmaların önemli bölümü Filistin’e ait olması gereken topraklarda veya uluslararasılaştırılan Kudüs’te cereyan etti. Yani İsrail temelde kendi yaşamı için değil sınırlarını Filistinliler aleyhine genişletmek için savaşıyordu. Arap ordularının koordine olamadıkları ve farklı amaçlar için çarpıştıkları gerçeği bir kenara bırakılsa dahi İsrailliler savaş boyunca hem nicel hem de nitel askeri üstünlüğe sahiptiler. [[dipnot8]]
1949’da ateşkes anlaşmaları imzalandığında Filistin devleti yok oldu, toprakları İsrail ve Ürdün tarafından devralındı, Mısır Gazze Şeridi’ni kontrol altına aldı. Uluslararasılaştırılması gereken Kudüs İsrail ve Ürdün arasında bölünmüştü. İsrail artık Filistin’in % 78’ini elinde bulunduruyordu. Yaklaşık 700 000 kadar Filistinli mülteci olmuştu.
Filistinliler 1948’de neden mülteci oldular?
İsrail hükümetinin iddiasına göre Filistinliler gönüllü olarak ayrılmışlardır, ordularına yol açmak isteyen Arap liderleri radyodan verdikleri talimatlarda böyle buyurmuşlardır. Fakat bölgeden yapılan radyo yayınları Britanya ve Amerikan hükümetleri tarafından denetleniyordu ve terketmeyi emreden genel talimatlara dair hiçbir bulguya rastlanmamıştır. Aksine, Arap liderlerin Filistinliler’e kalmaları ve topraklar üzerinde hak iddia etmeleri için defalarca çağrı yaptıkları görülmektedir. [[dipnot9]] İnsanlar savaş sırasında pek çok nedenle kaçarlar, burada da durum bundan farklı değildir. Bazıları savaş bölgeleri tehlikeli olduğu için kaçmışlardır. Bazıları Siyonist gaddarlıklar nedeniyle – en dramatik olanı Nisan 1948’de Deir Yassin’de 254 savunmasız sivilin katledilmesidir – terk etmişlerdir. Bazıları ise Ramle ve Lydda kasabalarında yaşandığı şekilde silah zoruyla, bir an önce terk etsinler diye arkalarından kurşun sıkılarak ve kimileri öldürülerek gönderilmişlerdir. [[dipnot10]]
Pek çok Filistinli’nin zor kullanılarak gönderildiğine dair hiçbir ciddi şüphe kalmamıştır artık. Kaç kişinin gönderildiğine, kaçının paniğe kapıldığına veya sadece güvenlik arayışıyla terk ettiğine ilişkin rakamlar hala tartışılmaktadır, fakat hepsinin etnik temizlik kurbanı olduğunu söylememize izin veren şudur: İsrail görevlileri onlara hala geri dönme hakkı tanımamaktadır. (Kosova’da her bir etnik Arnavut’un, ister silah zoruyla gönderilmiş, ister paniğe kapılmış isterse NATO bombardımanını kolaylaştırmak için ayrılmış olsun dönüş hakkı vardır.) İsrail’de Arap köyleri yerle bir edilmiş, narenciye ağaçlarına, topraklara ve mülklere el konmuş ve bunların sahipleri ve yerli halka dönüş hakkı verilmemiştir. Aslında istimlak edilen yalnızca “namevcut” Filistinliler’in mülkleri değildir. Savaş sırasında İsrail içerisinde bir yerden diğer bir yere hareket eden her Filistinli “yeni namevcut” diye adlandırılmış ve mülkleri istimlak edilmiştir.
İsrail tarafına geçen Filistin topraklarında yaşayan 860 000 Arap’tan geriye yalnızca 133 000’i kalmıştır. 470 000 kadarı Batı Şeria (Ürdün tarafından kontrol edilen) veya Gazze Şeridi’ndeki (Mısır tarafından yönetilen) mülteci kamplarına taşınmışlardır. Geri kalanlar Lübnan, Suriye ve diğer ülkelere dağılmışlardır.
İsrail Filistinliler’i neden kapı dışarı etmiştir?
Kısmen potansiyel bir beşinci kolu [[dipnot11]] bertaraf etmek için. Kısmen mülklerine el koymak için. Kısmen Yahudi göçmenlere daha fazla alan yaratmak için. Fakat esas olarak Yahudi olmayan büyük bir azınlık içeren bir Yahudi devleti fikri Yahudi liderler için son derece elverişsiz olduğu için. Aslında İsrail, Filistinliler için düşünülen toprakların bir kısmını aldığı için İsrail sınırları içerisinde yaşayan bir Arap çoğunluk mevcut olmuştur. Filistinlileri sınır dışı etmek sadece 1948 savaşında ortaya çıkmış bir düşünce de değildir. Ben Gurion 1937’de bunu oğluna yazmıştır: “Arapları sınırdışı edeceğiz ve yerlerini alacağız ... elimizdeki kuvveti kullanarak.” [[dipnot12]]
Uluslararası toplum Filistinli mülteciler sorununa nasıl yaklaşmıştır?
Aralık 1948’de BM Genel Kurulu 194 sayılı önergeyi kabul ederek “evlerine dönmek ve komşularıyla barış içerisinde yaşamak isteyen mültecilerin bunu yapmalarına izin verilmelidir” ve “dönmek istemeyenlerin mülkleri için tazminat ödenmelidir” dedi. Sonraki senelerde de aynı önerge defalarca büyük bir çoğunluk tarafından onaylandı. İsrail bu önergenin şartlarını yerine getirmemekte ısrar etti.
Arap ülkeleri mültecileri yeniden yerleştirmek için adım attılar mı?
Filistinliler sadece Ürdün’de vatandaşlık için uygun görüldüler. Lübnan hükümeti Filistinliler’e vatandaşlık verilmesinin ülkenin hassas Hristiyan-Müslüman dengesini bozacağından korktu; Mısır’da ekilebilir arazinin az olması hükümeti Filistinliler’i Gazze Şeridi’ne hapsetmeye zorladı. Fakat şuna da dikkat edilmelidir: Filistinliler, eğer vatandaşlık hakkı evlerinin ve mülklerinin kaybına sessiz kalmak ve dönüş haklarından vazgeçmek anlamına gelecekse mülteci kamplarından ayrılmakta gönülsüzdüler.
Arap devletlerinin Filistinliler’e yardım etmemiş olmasının İsrail’in mültecilerin hak taleplerini dikkate almamasını haklılaştırdığı zaman zaman ima edilir. Fakat eğer siz birine zarar vermişseniz, kurbanın yakınlarının yardımsever olup olmadıklarına bakılmaksızın bu zararı gidermeye çalışmanız gerekir.
Arap topraklarından İsrail’e gelip Filistinliler’i yerlerinden eden Yahudilerle bir nüfus mübadelesi yapılmamış mıdır?
Bu iddia Arap hükümetlerin yanlışları için Filistinli bireyleri suçlamaktadır. Yahudiler Arap ülkelerini çeşitli koşullar altında terk etmişlerdir: bazıları zorla atılmışlardır, bazıları gönüllü gelmişlerdir, bazıları Siyonist görevlilerce örgütlenmişlerdir. Irak’ta Yahudiler zarar görebileceklerinden korkmuşlardır, bu korkunun gelişmesinde herhalde Siyonist ajanların gizli bombalı eylemlerinin de payı vardır. [[dipnot13]] Fakat durum ne olursa olsun Filistinliler’in, Yahudiler’in Arap dünyasında nasıl muamele gördüklerine bağlı olarak cezalandırılmalarının (veya haklarından mahrum bırakılmalarının) hiçbir ahlaki dayanağı yoktur. Eğer İtalya Amerikan vatandaşlarına kötü muamale yapacak olursa bu A.B.D.’nin İtalyan Amerikalılar’a zarar vermesini veya onları sınırdışı etmesini haklılaştırmaz.
İsrail’de kalan Filistinliler nasıl muamele gördüler?
Arapların çoğu İsrail’in sınır bölgelerinde yaşadı ve 1966’ya kadar bu alanlar askeri güvenlik bölgeleriydi, yani Filistinliler yirmi yıl boyunca olağanüstü hal koşulları altında yaşadılar. 1966’dan sonra da İsrail’in Arap yurttaşları sert ayrımcılığın kurbanı oldular: ülke topraklarının büyük bölümü Yahudi Ulusal Fonu’nun mülkiyeti altındadır ve bu toprakların Yahudi olmayanlara satılması veya kiralanması yasaktır; İsrail’de Filistinliler için tahsis edilen okullar Human Rights Watch’ın sözleriyle “ayrı ve eşitsiz”dir; ve hükümet harcamaları Arap köylerini azgelişmiş bırakacak şekilde kanalize edilmektedir. Binlerce İsrailli Arap “tanınmayan” olarak tanımlanmış köylerde yaşamakta ve buralara elektrik veya diğer hükümet hizmetleri ulaştırılmamaktadır. [[dipnot14]]
1948’in ardından Arap devletleri İsrail’i sürekli olarak yok etmeye çalışmadılar mı?
İsrail’in 1948-49 savaşındaki zaferinden sonra barış için çok sayıda fırsat vardı. Tüm tarafların suçu vardı fakat İsrail’in uzlaşmaz tavrı en büyük engeldi. 1951’de bir BM barış planı Mısır, Suriye, Lübnan ve Ürdün tarafından kabul edildi, fakat İsrail tarafından reddedildi. Nasır, Mısır’da iktidara geldiğinde İsrail’e görüşme önerilerinde bulundu fakat her seferinde geri çevrildi. Nasır, Süveyş Kanalı üzerinde Britanya hakimiyetini sona erdirmek için müzakereler yaparken İsrail istihbaratı Britanya’nın çekilmesini engellemek amacıyla Mısır’da batı hedeflerine karşı gizli bombalama kampanyası başlattı. Komplo açığa çıkarıldı, Mısır komplocuların bazılarını idam etti, ve İsrail buna Gazze’ye büyük bir askeri saldırı düzenleyerek yanıt verdi. [[dipnot15]] 1956’da İsrail Mısır’ı işgal eden Britanya ve Fransaya’ya katıldı ve A.B.D. ve Birleşmiş Milletler tarafından kınandı.
İşgal Edilmiş Topraklar nasıl işgal edildi?
Haziran 1967’de İsrail savaş açarak tüm Filistin’i (Doğu Kudüs’ü de içerecek şekilde Batı Şeria’yı Ürdün’den, Gazze Şeridi’ni Mısır’dan), Mısır’dan Sina’yı ve Suriye’den Golan Tepeleri’ni aldı. Kimi kentlerde, kasaba ve köylerde kimi mülteci kamplarında yaşayan çok sayıda Filistinli İsrail kontrolüne girdi. (2001’de İşgal Edilmiş Topraklar’daki Filistinliler’in yarısı mülteci kamplarında yaşıyordu. [[dipnot16]] İsrail işgali Filistin’den çevre ülkelere yeni bir mülteci dalgası yarattı.)
İsrail’in destekçileri, İsrail’in ilk kurşunu atmış olmasına karşın aslında bunun bir önleyici savaş olduğunu, çünkü o sıralar Arap ordularının İsrail sınırında hareket halinde bulunduğunu ve tehtidkar bir retorik kullandıklarını iddia etmektedirler. Bu aslında insanın kanını dondurucu bir retorikti ve dünyada pek çok insan İsrail’in güvenliği için endişe duymaktaydı. Fakat askeri durumdan haberdar olanlar – Tel Aviv ve Pentagon’dakiler – ilk saldıran Araplar dahi olsa İsrail’in her savaştan muzaffer çıkacağını çok iyi biliyorlardı. Nasır bir çıkış arıyordu ve yardımcısını görüşmeler için Washinton’a göndermeyi kabul etmişti. İsrail kısmen görüşmeleri reddettiği kısmen de Nasır’ın itibarını kurtaracak hiçbir ödüne yanaşmak istemediği için tam da bu sırada saldırdı. Bu (ve diğer) İsrail savaşlarının ateşli destekçisi Menahem Begin bir saldırı başlatmanın gerekliliği hakkında son derece kararlıydı: Haziran 1967’de “İsrail’in bir seçeneği var” dedi. Mısır Ordusu’nun manevraları Nasır’ın saldırmaya hazırlandığına işaret etmiyordu. “Kendimize karşı dürüst olmalıyız. Ona saldırmaya biz karar verdik.” [[dipnot17]]
Ne var ki 1967 savaşı İsrail açısından tümüyle bir savunma savaşı bile olsa bu, Filistinliler üzerinde süregiden hakimiyeti haklılaştıramaz. Bir halk komşu bir ülkenin hükümeti savaşa gittiği için kendi kaderini tayin hakkını kaybetmez. Evet, Mısır ve Ürdün’ü cezalandır ve Gazze ve Batı Şeria’yı onlara geri verme (onarın bu topraklar üzerinde hakları olduğu söylenemez, zira BM’nin 1947 bölünme planıyla yeni doğan Filistin’i bölmek için İsraille bir olmuşlardı). Fakat Filistin halkını cezalandırmanın, onları yabancı askeri işgale boyun eğdirmenin hiçbir ahlaki temeli yoktur.
İsrail işgal edilen Doğu Kudüs’ü derhal kendi sınırlarına katarak Kudüs’ün birleşik ve ebedi başkenti olduğunu ilan etti. Ardından İşgal Edilmiş Topraklar’da yerleşim yerleri inşa etmeye başladı. Bu eylemiyle işgalci bir gücün kendi nüfusunu işgal edilmiş bölgelere yerleştirmesini yasaklayan Cenevre Sözleşmesi’ni ihlal etmiş oldu. Batı Şeria ve Gazze boyunca stratejik bölgelere inşa edilen bu yerleşim yerleri işgali geri dönülmez kılacak “gerçekler yaratmayı” hedefliyordu.
Uluslararası toplum İsrail işgaline nasıl tepki gösterdi?
Kasım 1967’de BM Güvenlik Konseyi oybirliğiyle önerge 242’yi kabul etti. Önerge “savaş yoluyla toprak elde etmenin kabul edilemez” olduğunu vurguluyor ve “İsrail silahlı güçlerini son ihtilaf sırasında işgal ettikleri topraklardan çekilmeye” çağırıyordu. Aynı zamanda bölgedeki tüm ülkeleri savaş halini terk etmeye ve her bir ülkenin “güvenli ve tanınmış sınırlar içerisinde barış içerisinde” yaşama hakkına saygı göstermeye davet ediyordu.
İsrail, önerge 242 son ihtilafta işgal edilmiş “belirli topraklardan” değil, “topraklardan” çekilme çağrısı yaptığı için bunun bir kısmını “güvenli” sınırlara sahip olabilmek için muhafaza edebileceğini iddia etti. Önergenin resmi Fransızca ve Rusça metinleri kati maddeleri içermektedir, fakat A.B.D. Arap delegelere her fırsatta kendisinin İsrail’den “neredeyse tüm bir çekilme” beklediğini belirtmiştir ve Britanya, Fransa ve Sovyetler Birliğinin görüşü de bu doğrultudadır. [[dipnot18]]
Filistinliler önergeye itiraz etmişlerdir çünkü kendilerinden yalnızca “mülteci sorununa acil çözüm” bağlamında söz edilmiş, kendi kaderlerini tayin hakkı teslim edilmemiştir. 1970’lerin ortalarından itibaren ise uluslararası görüş birliği - bu, İsrail ve A.B.D. tarafından reddedilmiştir - Batı Şeria ve Gazze’de belki küçük sınır düzenlemeleriyle tesis edilecek bir Filistin devletini destekleyecek şekilde genişletilmiştir.
İsrail işgaline A.B.D. nasıl tepki vermiştir?
1967 savaşından önce A.B.D. değil, Fransa İsrail’in en büyük silah tedarikçisiydi. Fakat bu tarihten sonra A.B.D. yetkilileri İsrail’in Ortadoğu’da son derece değerli bir müttefik olacağını tespit ettiler ve Washington İsrail’in en büyük askeri ve diplomatik destekçisi oldu.
Peki, A.B.D’nin Ortadoğu petrolleri üzerindeki çıkarları göz önüne alındığında Washington neden İsrail’i desteklesindi? Bu, ihtilafın İsraille muhafazakâr batı yanlısı Arap rejimlerinin karşısında radikal Arap milliyetçiliği arasında değil, İsrail ve Araplar arasında olduğunu varsayar. Mısır ve Suriye Arap milliyetçiliğinin şampiyonu olmuşlar, Sovyetler Birliği tarafından silahlandırılarak bölgede A.B.D çıkarlarını tehdit etmişlerdir. (Örneğin, 1967 savaşının şafağında, Mısır ve Suudi Arabistan Yemen’deki bir sivil savaşta karşıt grupları destekliyorlardı. İsraille Ürdün 1948’de Filistin milliyetçiliğine karşı bir komplo kurmuşlardı ve 1970’de İsrail, Filistinliler ve Suriye’ye karşı bir savaşta Ürdün’ün yanında yer almaya hazırdı.)
Kısa bir süre sonra A.B.D. önerge 242’nin genel kabul gören yorumundan çekildi, İsrail’in askeri üstünlüğü dikkate alındığında İsrail’in şartları dışında hiçbir müzakerenin gerekli olmadığına kanaat getirdi. Örneğin Dışişleri Bakanı Rogers makul bir barış planı ortaya attığında Başkan Nixon İsrail’e özel bir mesaj göndererek A.B.D.’nin bu öneri için bastırmayacağını bildirdi. [[dipnot19]] Nasır’ın selefi Enver Sedat Moskova ile bağların kesilmesini de içeren bir barış planı önerdiğinde Washington yeterince yaltaklanmadığına karar verdi ve bunu kaale almadı. Fakat Mısır ve Suriye kaybettikleri topraklarını yeniden kazanmak gibi sınırlı bir amaçla İsrail’e karşı başarısız bir savaşa giriştiklerinde ve Arap petrol devletleri sınırlı bir ambargo çağrısı yaptığında Washington pozisyonunu yeniden değerlendirdi. Bu gelişme 1979 İsrail – Mısır Camp David Anlaşmasına yol verdi. Buna göre İsrail Sina’yı barış ve diplomatik ilişkiler karşılığında Mısır’a geri verdi. Ardından Mısır bölgede A.B.D. politikalarının bir dayanağı olarak İsrail’e katıldı ve birlikte dünyada en büyük A.B.D. yardımını alan iki ülke haline geldiler.
İşgalin ilk yirmi yılında Filistinliler’e adalet sağlamak için nasıl bir ilerleme kaydedildi?
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) 1964 yılında kuruldu ama 1969’da Yasser Arafat lider olana kadar Arap devletleri tarafından kontrol edildi. FKÖ farklı taktik ve stratejileri tavsiye eden çeşitli hiziplerden kuruluydu (bazıları uçak kaçırma eylemleri düzenledi). Başlangıçta FKÖ İsrail’in varolma hakkına sahip olmadığını ve Filistin’de yalnızca Filistinliler’in ulusal haklara sahip olduğunu savundu. Bu resmi İsrail görüşünün – hem sağ kanat Likud Partisi hem de İşçi Partisi görüşünün - simetriğiydi. Buna göre İşgal Edilmiş Topraklar’ın herhangi bir köşesinde bir Filistin devletinin kabul edilmesi şöyle dursun, terörizmi lanetlese ve İsrail’i tanısa bile FKÖ’nün tanınması hiçbir şart altında mümkün olamazdı.
1976’da ise FKÖ iki devletli bir çözüm öneren uluslararası fikir birliğini kabul etme noktasına geldi. Ocak 1976’da bu fikir birliğini içeren bir önerge FKÖ, Mısır, Suriye, Ürdün ve Sovyetler Birliği’nin desteğiyle Güvenlik Konseyi’ne getirildi. Washington bu önergeyi veto etti. [[dipnot20]]
1979 Camp David anlaşması Mısır İsrail sınırında barışı tesis etti fakat Filistinliler’in durumunu daha da kötüleştirdi. Güney sınırındaki problemi çözen İsrail, 1982’de Lübnan’ı işgal etmekte (FKÖ burada üslenmişti) ve İşgal Edilmiş Topraklar’daki kontrolünü şiddetlendirmekte artık serbestti.
İlk intifada neydi?
İsrail’in demir yumruğunun, günlük aşağılamaların ve sayıları günden güne artmakta olan Yahudi yerleşimlerinin yarattığı öfke ve nefret artıyordu. 1987 Aralık ayında Gazze’deki Filistinliler bir ayaklanma başlattılar, bu İntifada idi ve hızla Batı Şeria’ya da sıçradı. İntifada yerel olarak örgütlenmişti ve Filistin halkının kitlesel desteğini kazanmıştı. Ateşli silahlar ve bıçaklar yasaklanmıştı ve ana politik talep İsraille birlikte varolacak bağımsız bir Filistin devletiydi. [[dipnot21]]
İsrail müthiş bir gaddarlıkla karşılık verdi, yüzlerce Filistinli öldürüldü. İşçi Partisi Savunma Bakanı İshak Rabin İsrail askerlerine Filistinli göstericilerin kemiklerini kırmalarını emretti. Tunus’ta bulunan ve silah kullanımını reddeden FKÖ lideri Halil el Vezir, Rabin’in onayıyla öldürüldü. İsrail, birlikte varolacak bağımsız bir Filistin devletini savunan Filistin liderlerinin öldürülmesi için özel bir gayret gösteriyordu. [[dipnot22]]1989’a gelindiğinde ayaklanmanın ilk disiplini zayıflamaya başlamış, Filistinliler yer yer bireysel şiddet uygulamaya yönelmişlerdi. Önceleri İsrail tarafından FKÖ’yü dengelemek üzere desteklenen Hamas örgütü de güçleniyor [[dipnot23]] ve Filistin’de bir İslam devleti kurulması için silahlı saldırı çağrısı yapıyordu.
Oslo Anlaşması neydi?
Arafat Irak’ın Kuveyt’i işgalinin ardından Saddam Hüseyin ile fülört ederek itibarını çok ciddi bir şekilde zayıflatmıştı. (Irak lideri oportünist bir tavırla Kuveyt’ten çekilmesini İsrail’in İşgal Edilmiş Topraklar’dan çekilmesine bağlamıştı). İsrail Arafat’ın zayıflığını bir fırsat olarak gördü. Hamas çok fazla güç kazanmadan önce Arafat ile zayıf anında uğraşmak daha iyiydi. İsrail yerleşim yerlerini elinde tutup kaynaklar üzerindeki hakimiyetini korurken Arafat da yaramaz Filistinliler’in icabına bakacaktı.
Oslo anlaşması “Karşılıklıklı Tanıma Mektupları” ve İlkeler Beyan’ından oluşuyordu. Arafat mektubunda İsrail’in varolma hakkını tanıyor, çeşitli BM önergelerini kabul ediyor ve terörizm ve silahlı mücadeleyi kınıyordu. İsrail Başbakanı Rabin de mektubunda Filistin halkının temsilci olarak FKÖ’yü tanıyor ve onunla müzakerelere başlamayı kabul ediyordu fakat İsrail’in Filistinlilerin devlet hakkını tanıdığına dair herhangi bir işaret yoktu.
İlkeler Beyanı 13 Eylül 1993’de Beyaz Saray’ın bahçesinde imzalandı. Buna göre İsrail Gazze ve Batı Şeria’nın Jeriko (Eriha) kentindeki askerlerini geri çekmeyi kabul etti. Bu bölgelere Gazze’deki İsrail yerleşimleri dışında kendi kendini yönetme statüsü verilecekti. Bir Filistin Yönetimi (FY) kurulacak ve bu yönetim İsrail kuvvetlerinin çekildiği iç bölgelerde asayişi sağlamakla yükümlü bir polis gücüne sahip olacaktı. Kritik ve çetin meselelerin tamamı “kalıcı statü” müzakerelerinde çözümlenmek üzere ileri bir tarihe bırakıldı: Kudüs, mülteciler, yerleşimler ve sınırlar. Bu müzakereler anlaşmanın üçüncü yılında başlayacaktı.
1995 Eylül’ünde geçici bir anlaşma – Oslo II – imzalandı. Bu İşgal Edilmiş Topraklar’ı üç zona ayırıyordu: A, B ve C bölgeleri. (Dördüncü bir bölgeden ise hiç söz edilmiyordu: İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs). A bölgesinde Filistin Yönetimi sivil idare ve güvenlikten sorumluydu fakat egemen değildi. B bölgesinde sivil idare FY’nin güvenlik İsrail’in kontrolündeydi. C bölgesiyse tümüyle İsrail kontrolü altındaydı (bu yerleşimleri, yol şebekesini, ve Batı Şeria’nın verimli toprak ve su kaynaklarının büyük kısmını içeriyordu). Mart 2000’de Batı Şeria’nın ’si A olarak tahsis edilmişti – burada Filistinliler’in çoğunluğu yaşamaktaydı - $ B, Y ise C olarak tanımlanmıştı. Bir milyondan fazla Filistinli’nin yaşadığı Gazze Şeridi’nde 6500 İsrailli yerleşimci toprakların C olarak tanımlanmış ’lik bölümünde yaşıyordu. Yani Filistinliler’e Gazze Şeridi’ndeki yüksek nüfus yoğunluğu bölgelerinde ve Batı Şeria’nın ayrışık parçaları üzerinde (227 tane ayrı ve birbirine bitişmeyen yerleşim alanı vardı) [[dipnot24]]egemenlik değil sınırlı bir özerklik tanınıyordu. Yani Filistin Yönetimi’nin temel görevi yoksul ve öfkeli Filistin halkı üzerinde asayiş sağlamaktı.
İsrail Oslo Anlaşması’na nasıl yaklaştı?
Oslo Filistin halkında ne tür umutlar yaratırsa yaratsın, çoğu İsrailli yetkili bunun nereye varacağına dair son derece sınırlı bir ufka sahipti. Ekim 1995 tarihli bir konuşmasında Rabin 1967 öncesi sınırlara dönülmesinin sözkonusu olamayacağını, Kudüs’ün bir bütün olarak tümüyle İsrail egemenliği altında kalacağını ve çoğu yerleşim yerinin İsrail tarafından kontrol edileceğini bildirdi. Rabin Filistinliler için “devletten daha az birşeyler” düşündüğünü belirtti. [[dipnot25]] Rabin yönetimi altında yerleşim yerleri genişledi ve büyük bir yol inşaa programı başlatıldı. Yerleşim yerleri birleştirilerek Batı Şeria parçalara ayrılıyordu. (Filistinliler’in istimlak edilen arazileri üzerinde A.B.D. parasıyla yapılan bu by-pass yolları yalnızca İsrailliler içindi.)
1995’te Rabin sağcı bir İsrailli tarafından öldürüldü ve yerine başbakan olarak Şimon Peres geçti. Fakat Peres, danışmanı Yossi Beilin’in ifadesine göre Rabin’den çok daha kısıtlı bir fikre sahipti. Gelecekteki herhangi bir Filistin devletinin yalnızca Gazze üzerinde kurulmasını istiyordu.[[dipnot26]] Ilımlı sol İsrail partisi Meretz’in lideri Yossi Sarid, Peres’in Batı Şeria hakkındaki planlarının Ariel Şaron’unkinden “pek az” farklı olduğunu söylüyordu. [[dipnot27]] By-pass yolları ve yerleşim yerleri daha da büyüdü.
Mayıs 1996’da Oslo’ya karşı olduğunu açık olarak beyan eden Likud lideri Benjamin Netanyahu başbakan seçildi. Netanyahu İsrail’in İşgal Edilmiş Topraklar üzerindeki İsrail birliklerinin çekilmesi için verdiği sözden döndü, yerleşim yerleri ve yolların inşaasına devam etti, Filistinliler’in kuşatılmış yaşama bölgelerini mühürledi ve Oslo’nun gerektirdiği nihai statü görüşmelerine başlamayı reddetti. [[dipnot28]]
1999’da İşçi Partisi’nden Ehud Barak başbakan seçildi. Barak katı fikirliydi fakat eğer bir Filistinli olarak doğmuş olsaydı muhtemelen bir terörist örgüte katılmış olacağını da itiraf ediyordu [[dipnot29]] – yani, niyeti pek açık değildi. Fakat başbakanlığının birinci yılındaki icraatı öncekilerden farklı değildi: yerleşim yerleri Netanyahu dönemine göre daha hızlı büyüdü, üzerinde anlaşılan askeri geri çekilmeler yerine getirilmedi, toprak istimlakı ve ekonomik ablukalar devam etti. Önerdiği 2001 bütçesi İşgal Edilmiş Topraklar’daki yerleşim yerleri için yapılan sübvansiyonları artırıyordu. [[dipnot30]]
Oslo Anlaşması’nın etkileri nelerdi?
Oslo’nun ardından (1993) Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail yerleşimlerinin sayısı 110 000’den 195 000’e çıktı. İç edilen Doğu Kudüs’te Yahudi nüfusu 22 000’den 170 000’e yükseldi. [[dipnot31]] Otuz yeni yerleşim yeri kurulmuş ve yerleşimciler için 18 000’den fazla konut üretilmişti. [[dipnot32]]1994-2000 yılları arasında İsrail 14 000 hektar Arap toprağını yol ve yerleşim yerleri için kamulaştırdı. [[dipnot33]]Yoksulluk öyle arttı ki, 2000 yılının ortasında Filistinliler’in beşte birinden fazlası günlük 2.1 Dolar tüketim seviyesinin altında yaşamaktaydı. [[dipnot34]]CIA rakamlarına göre 2000 sonunda işsizlik @’a ulaştı. [[dipnot35]] İsrail’in abluka stratejisi Filistinliler’in Gazze’den Batı Şeria’ya, Doğu Kudüs’e veya herhangi bir Filistin yerleşiminden bir diğerine hareket etme özgürlüklerini Oslo öncesine göre daha fazla kısıtlıyordu. [[dipnot36]]
Bu dönemde A.B.D. politikası nasıldı?
A.B.D. otuz yıldan uzun bir süreden beri İsrail’in en büyük uluslararası destekçisiydi. İsrail 1976’dan beri her yıl A.B.D.’den en büyük dış yardım alıcısıydı, 2. Dünya Savaşı’ndan beri toplamda birinciydi. Bu hesaplar her türlü özel mali ve askeri yardımı içermemektedir, örneğin A.B.D.’de yürütülen araştırma ve geliştirme için alınan askeri yardım buna dahil değildir. İsrail ekonomisi kendine yeterli değildir ve dış yardıma bağımlıdır. Oslo yıllarında, A.B.D. İsrail’e senelik 3 milyar Dolar’dan fazla yardımda bulundu, ve 2000 mali yılında 4 milyar Dolar verdi ki bu, 1979’dan beri sağlanan en yüksek yardımdı. Bu yardım içinde karşılıksız askeri destek Oslo’dan beri senelik 1.8 milyar Dolar’dı, 2000 mali yılında ise 3 milyar Dolar’ın üzerindeydi, tüm önceki dönemlerle karşılaştırıldığında üçte iki daha fazla. [[dipnot37]]
Diplomatik açıdan A.B.D. senelerdir savunduğu pozisyonlardan çekildi. 1949’dan beri A.B.D. BM Genel Meclis’inin ezici çoğunluğuyla birlikte mültecilerin dönüş hakkı için oy kullanıyordu. 1994’de Clinton, mülteci sorunu kalıcı statü müzakerelerinin konusu olacağı için artık A.B.D.’nin bu önergeyi desteklemeyeceğini beyan etti. Aynı şekilde, önceleri A.B.D. dünyanın tüm geri kalanıyla (ve sağduyu ile) birlikte Doğu Kudüs’ü işgal edilmiş toprak olarak kabul ederken artık Kudüs’ün statüsünün de kalıcı statü müzakerelerinde belirleneceğini beyan ediyordu. 1995 ve 1997’de BM Güvenlik Konseyi üç kez İsrail’in Doğu Kudüs’te istimlak ettiği topraklar ve yerleşim yerleri için kritik önem taşıyan bir önerge taslağını gündeme aldı; Washington üçünü de veto etti. [[dipnot38]]
Camp David’de ne oldu?
Oslo Anlaşması’nın öngördüğü İsrail ve Filistin arasındaki nihai statü müzakereleri en sonunda Temmuz 2000’de A.B.D.’de Camp David’de, Amerikalı aracılarla birlikte gerçekleştirildi. Standard görüşe göre Barak Arafat’a muazzam cömert bir teklifte bulundu, fakat Arafat reddetti ve bunun yerine şiddeti tercih etti.
Müzakerelerde yer alan bir Amerikalı Robet Maley bu görüşe karşı çıkmaktadır. [[dipnot39]] Barak teklif etti ama hiçbir zaman yazılı ve ayrıntılı bir şekilde değil. Malley şöyle söylemektedir: “Aslında ortada bir İsrail teklifi falan yoktu – Filistinliler’e Batı Şeria’nın % 1’i kadar bir İsrail toprağı verilecek (belirlenmemiş ama İsrail tarafından karar verilecek bir toprak parçası), karşılığında ise Batı Şeria’nın % 9’u, bu toprakları ayrı bölgelere parçalayan yerleşim yerlerini, otoyolları ve askeri üsleri içeren topraklar alınacaktı. Böylelikle anlamlı bağımsız bir Filistin devleti hiçbir zaman varolamayacak, bunun yerine bir dizi Bantustan[[dipnot40]] teşkil edilecek, bu arada en kaliteli topraklar ve yeraltı suları da İsrail’in elinde kalacaktı. İsrail buna ilave olarak, Batı Şeria’nın bir % 10’unu daha “geçici” olarak elde tutacaktı. (Barak İsrail’in önceden taahhüt ettiği çekilmeleri yerine getirmediği için Filistinliler’in İsrail’in “geçici” işgaline şüpheyle yaklaşmaları şaşırtıcı değildir.) “İsrail tekliflerinin Filistin özlemlerinin tamamını değilse bile büyük bir kısmını yerine getirdiği” Malley’e göre bir mittir, ve “Filistinliler’in hiçbir taviz vermediği” de aynı şekilde bir mittir. [[dipnot41]] İsrailli bazı yorumcular da benzer bir değerlendirme yapmışlardır. Örneğin önemli yorumculardan Ze’ev Schiff “Filistinliler’in, yaşayabilir bir devlet kurma umutlarının gözlerinin önünde eriyişine katlanmaları çok güçtü. Dayanılmaz bir kaç seçenekle karşı karşıyaydılar: işgalin genişlemesini kabullenmek...veya parçalı Bantustanlar kurmak, veya bir ayaklanma başlatmak.” [[dipnot42]]
İkinci intifadaya ne sebeb oldu?
28 Eylül 2000’de, o zamanlar bir parlamento üyesi olan Ariel Şaron binlerce kişilik bir güvenlik kuvvetiyle birlikte, Barak’ın da onayını alarak, El Aksa camiine provokatif bir ziyarette bulundu. Ertesi gün Barak bölgeye tekrar büyük bir polis gücü ve askeri kuvvet gönderdi ve Filistinliler beklendiği şekilde taş atarak karşılık vermeye başladıklarında ağır silahlı polis gücü ateş açarak karşılık verdi, dört kişiyi öldürdü ve yüzlercesini yaraladı. Böylece ikinci intifada başladı.
Altında yatan neden İşgal Edilmiş Topraklar’da yaşayan, Oslo sürecinde herşeyin kötüye gittiğini gören, umutları tükenen ve 33 senelik işgalin ardından sabrı taşma noktasına gelen Filistin halkının muazzam öfkesi ve düş kırıklığıydı.
Ariel Şaron kimdir?
Şaron 1953’te Ürdün’ün Kibya köyünde yetmiş kadar sivili katleden İsrail kuvvetlerinin komutanıydı. İsrail 1982’de Lübnan’ı işgal edip 17 000 sivilin ölümüne sebeb olduğunda savunma bakanıydı. 1982 Eylül’ünde İsrail’e bağlı Lübnan kuvvetleri Sabra ve Şatila mülteci kamplarında yüzlerce silahsız Filistinli’yi katletti, İsrailli bir komisyon Sharon’u bu suçtan dolaylı olarak sorumlu buldu. Çeşitli İsrail kabinelerinde İmar Bakanı olan Şaron, İşgal Edilmiş Topraklar’da yerleşimleri şiddetle destekledi. Ocak 2001’de başbakan oldu.
İsrail ikinci İntifada’ya nasıl karşılık verdi?
İsrail güvenlik kuvvetleri Filistin gösterilerine öldürücü bir güç kullanımıyla karşılık verdi, bir BM incelemesine göre bu gösterilerde İsrail Savunma Kuvvetleri “tek bir kayıp dahi vermemiş olmalarına karşın.” [[dipnot43]]
Bazı Filistinliler silahlanmaya başladılar ve ölümler tırmandı, iki tarafta da kayıplar vardı fakat kurbanların büyük çoğunluğu Filistinliydi. Kasım 2001’de bir haftalık bir ateşkes yaşandı. Ardından Şaron Hamas lideri Mahmut Ebu Hanud’un öldürülmesini emretti, bu herkesin tahmin ettiği şekilde terörist bombalama eylemlerine neden oldu, daha sonra Şaron bu eylemleri Filistin Yönetimi’ne karşı yaptığı saldırıları haklı göstermek için kullandı. [[dipnot44]]
Uluslararası Af Örgütü Mart 2002 itibariyle 1000’den fazla Filistinli’nin öldüğünü açıkladı. “İsrail güvenlik birimleri 200’ü çocuk olmak üzere Filistinliler’i sivil yerleşim bölgelerini havadan ve karadan bombalayarak, özellikle kontrol noktaları ve sınırlarda gelişigüzel veya hedef gözeterek ateş açarak, yargısız infazlarla ve gösteriler esnasında kanuna aykırı bir şekilde öldürdüler.” [[dipnot45]]
Filistin intihar saldırıları sivilleri hedef alıyordu. Uluslararası Af Örgütü’nün yorumu: “Bu eylemler dehşet vericidir. Fakat hiçbir surette İsrail yöneticilerinin Filistinliler’e karşı son 18 aydır her gün, her saat ve hatta her dakika süregiden insan hakları ihlallerini ve Cenevre Sözleşmesi’nin delinmesini haklı gösteremez. İsrail kuvvetleri hiçbir hayati tehlike ortada yokken dahi sürekli insan öldürmüştür.” Tıbbi personele saldırılmış ve Kızılhaç’ınkiler dahil ambulanslara “israrla ateş açılmıştır.” [[dipnot46]] Yaralı insanların tedavi görmelerine izin verilmemiştir. İsrail hedef gözeten cinayetler işlemiştir (hedefler kimi zaman terörizmle bağlantılıdır kimi zaman değildir, [[dipnot47]] fakat tüm bu yargısız infazlar insan hakları grupları tarafından kınanmıştır).
İsrail hükümeti Arafat’ı terörstlerin üzerine daha sert gitmemekle eleştirirken diğer taraftan belki de Arafat’ın bu amaçla kullanabileceği güvenlik kuvvetlerine saldırdı, ardından da Arafat’ı Ramallah’daki karargaha hapsettiler.
İsrail kamuoyu keskin bir kutuplaşma yaşadı. Yüzlerce vicdani redcinin Batı Şeria ve Gazze’de askeri görev almayı reddettiği bir dönemde kamuoyu yoklamaları İsrailliler’in % 46’sının İşgal Edilmiş Topraklar’daki tüm Filistinliler’in sürülmesini desteklediklerini gösteriyordu. [[dipnot48]]
A.B.D. politikası neydi?
Son birbuçuk yıldır süregiden İsrail mezalimi A.B.D.’nin askeri, ekonomik ve diplomatik desteğiyle mümkün olmuştur.
İsrail saldırılarında kullanılan silahların çok büyük bir kısmı ya A.B.D’de üretilmiştir (F-16’lar, saldırı helikopterleri, roketler, el bombaları, Caterpillar buldozerler, misket bombaları (airburst shells), M-40 topları) ya da A.B.D. Savunma Bakanlığı araştırma geliştirme fonu yardımıyla İsrail’de (Merkava tankları).
26 Mart 2001’de BM Güvenlik Konseyi, insan hakları ihlallerini önlemek için İşgal Edilmiş Topraklar’da uluslarası bir gücün varlığını öneren bir önergeyi gündemine aldı. A.B.D. önergeyi veto etti. İsrail A.B.D.’nin olaya diplomatik olarak karışmasını istemediği için Washington Kasım 2001’e kadar, İntifada’nın ardından bir sene geçmiş olmasına karşın bölgeye özel bir temsilci göndermedi. İntifada sırasında Bush Şaron ile dört kez görüştü, Arafat ile hiç görüşmedi. Şubat 2002’de Başkan Yardımcısı Cheney İsrail’in Arafat’ı “asabileceğini” beyan etti. [[dipnot49]]
Mevcut krizi yaratan nedir?
Arap Birliği, İsrail’in 1967 öncesi sınırlara tümüyle çekilmesi şartıyla İsrail’in tanınmasını içeren Suudi barış önerisini desteklemek üzere toplandığı sırada Hamas bir intihar saldırısı düzenledi. Arap Birliği önerisinin önemli bir destek göreceğinden korkan Şaron müthiş bir güçle karşılık verdi, Arafat’ın karargahını yıkarak onu birkaç oda içine hapsetti. Ardından Batı Şeria’daki önemli Filistin kentlerine saldırılar düzenlendi. Çok sayıda Filistinli can kaybı var ve İsrail gazetecileri bölgeye sokmadığı için boyutları tam olarak bilinemiyor.
Bir çıkış yolu var mı?
Uluslararası görüş birliği doğrultusunda bir çözüm – İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklardan geri çekilmesi, Batı Şeria ve Gazze’de başkenti Doğu Kudüs olan gerçekten bağımsız ve yaşayabilir bir Filistin devletinin kurulması – hala mümkün. Bu plan sadece A.B.D. ve İsrail’in desteğini bekliyor.
Araplar’ın zaten 22 tane devleti yok mu? Neden bir tane daha istiyorlar?
Tüm Araplar aynı değil. Başka Arapların kendi kaderini tayin hakkına sahip olmaları Filistinliler’in temel haklarını elinden alamaz. Ürdün’de yaşayan pekçok Filistinli’nin orada önemli güç ve haklara sahip olmaları İsrail işgali altında yaşayan veya evlerinden atılıp şu an mülteci kamplarında yaşamakta olan milyonlarca Filistinli’nin haklarından mahrum bırakılmaları gerektiği anlamına gelmez – tıpkı, A.B.D.’de pekçok Yahudi yaşamasının ve bunların önemli güç ve etkilere sahip olmalarının İsrailli Yahudiler’in paketlenip Atlantik üzerinden geri gönderilmelerini haklılaştırmayacağı gibi.
Teröristlere devlet verilebilir mi?
Eğer terörizme başvuran bağımsızlık hareketlerinin devlet kurma hakları yoksa, mevcut pek çok devletin gayrimeşru olması gerekirdi. Bunlardan biri de en azından İsraildir, bağımsızlık mücadelesi sivillere karşı çok sayıda terörist saldırı içermiştir.
Bağımsız bir Filistin devleti İsrail güvenliğini tehtid etmez mi?
İşgalciler işgallerini hemen her zaman güvenlik gerekçesiyle haklılaştırırlar. İsrail Sina’yı Mısır’a geri vermemesini, Lübnan’dan çekilmemesini seneler boyunca bu gerekçeyle savundu. Bunların her ikisi de gerçekleşti ve İsrail’in güvenliği zayıflamadı ama gelişti. Evet, Oslo’nun öngördüğü şekilde Filistinliler’e parçalı toprakların iade edilmesi İsrail güvenliğini arttırmıyor olabilir. Fakat Oslo’nun mimarlarından Şimon Peres’in ifade ettiği ve Şaron’un halihazırdaki Dışişleri Bakanı’nın da kabul ettiği şekilde Oslo en başından beri hatalıydı. “Bugün görüyoruz ki özerklik Filistinliler’i daha kötü bir duruma sürüklemektedir.” Peres, eğer Filistinliler henüz en başında bir devlete sahip olmuş olsalardı ikinci intifada önlenebilirdi demektedir. “Üçbuçuk milyon Filistinli’yi kuşatma içinde, gelirsiz, umutsuz, yoksul, yoğun nüfus baskısı altında, açlıkla burun buruna tutamayız.” [[dipnot50]] İsrail bölgedeki tek nükleer güçtür. Ortadoğu’daki en büyük askeri güçtür. Güvenliğini sağlamak için burnunun dibindeki toprakları işgal etmesi tabii ki gerekli değildir. İsrail halkının barış ve güvenliğini, İşgal Edilmiş Topraklar’dan çekilmekten başka hiçbir şey daha iyi garanti edemez.
Filistinliler’in dönüş hakkı talebi İsrail’i yok etmek için bir manevra değil mi?
Evlerinden sürülen insanlara dönüş hakkı tanınması hiçbir şekilde aşırı bir talep olarak kabul edilemez. Bu elbette, uzun yıllardır evlerinde yaşayan insanların kapı dışarı edilmesi anlamına gelemez ve dikkatle ele alınması gerekir. Hem Filistinli yetkililer hem de Arap Birliği dönüş hakkı meselesinin İsrail içinde bir demografik sorun yaratmadan ele alınması gerektiği fikrini açıkça beyan etmişlerdir. [[dipnot51]] Tabii ki resmi bir Yahudi devletinin bazı temel demokratik nedenlerle sorunlu olduğu iddia edilebilir. (Neden Brooklyn’de doğmuş bir Yahudi’nin İsrail’e “dönüş” hakkı varken Hayfa’da doğmuş bir Filistinli’nin olmasın?) Ne var ki ne Arap Birliği ne de Arafat bu konuyu hiçbir vesileyle gündeme getirmemişlerdir. [[dipnot52]] Filistinliler kendi devletlerini İsrail’i tümüyle yok etmenin ilk adımı olarak görmüyorlar mı?
Hamas ve diğer birkaç küçük Filistinli grup sadece işgale değil fakat İsrail’in varlığına da karşı çıkıyorlar. Fakat Hamas ve diğerlerinin tavrı büyük kesimi seküler bir cemaat olan ve iki devletli bir çözümü desteklemiş bulunan Filistinliler arasında tümüyle ayrıksı bir azınlık görüşü. Şurası açık ki, Filistin Yönetimi’nin Filistinliler’e daha iyi bir yaşam sağlamakta başarısız olması nedeniyle Hamas gücünü arttırmaktadır. Gerçek bir Filistin devletinin varolması halinde Hamas’ın intihar eylemleri için gönüllü kazanmakta çok daha fazla zorlanacağı varsayılabilir. Fakat şunu teslim etmeliyiz ki, karşılıklı terör ne kadar uzun sürerse, uzun vadeli bir barışı temin etmek de o derece güçleşecektir.
İki devletli bir çözüm adil mi?
Suudi önerisi çerçevesinde iki devletli bir çözümün ardında büyük bir uluslararası destek var. Bu çözümün ideal olduğu hiçbir şekilde iddia edilemez. Filistin iki devlete bölünmek için fazlasıyla ufak bir toprak parçası; doğal bir ekonomik birim oluşturuyor. Filistinliler’e ayrımcılık uygulayan bir İsrail devleti ve büyük bir ihtimalle Yahudiler’e karşı o derece ayrımcı olacak bir Filistin devleti adil bir sonuçtan köklü bir şekilde uzaklaşacaktır. İhtiyaç duyulan şey, 1948 öncesi önerilen iki uluslu devlete benzer bir çizgide, her iki ulusal cemaate de önemli özerklik tanıyan tek bir seküler devletin kurulmasıdır. Fakat bu sonuç pek yakın görünmemektedir. İki devletli bir çözüm az da olsa bir adalet tesis ederek Yahudi ve Filistinliler’in daha adil bir geleceğe barış içerisinde uzanmalarına izin verecek geçici bir önlem olabilir.
Yazar Hakkında
Stephen R. Shalom William Paterson Üniversitesi’nde siyaset bilim dersleri vermektedir ve Imperial Alibis’in (South End Press) yazarıdır.