1. Bölüm, "Fiili Durumlar" Yaratmak
İsrail’in Filistinlilere davranışı kitaplardaki bütün yasa ve ahlaki standartları ihlal ettiği için Batı açısından her zaman ahlaki bir sorun teşkil etmiştir. 1948-1949’da yaklaşık 750.000 kadar Filistinli evlerinden atılmıştı ve o zamandan beri yüzbinlercesi zorla yerinden edildi, evleri yıkıldı veya Yahudi İsrailliler (İsrailli Araplar değil) tarafından ele geçirildi. 13 Kasım 2000 tarihli bir BM Özel Raporu’na göre, Eylül 1993’te Oslo Anlaşması’nın imzalanmasını takiben gelişeceği varsayılan “barış süreci” altında, “geçen yedi yılda... İsrail’in Filistinlilerin topraklarına el koyma ve Yahudi yerleşimciler için geçiş yolları inşa etme faaliyetleri, ‘Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin toprak bütünlüğüne’ her iki tarafın da saygı duymasını gerektiren Güvenlik Konseyi 242 no’lu kararını ve Oslo anlaşmalarının şartlarını ihlal ederek dramatik bir biçimde artmıştır. 1993’ten bu yana Batı Şeria ve Gazze’deki yerleşimci nüfusu ikiye katlanarak 200.000’e, Doğu Kudüs’te de 170.000’e çıkmıştır.” Rapor ayrıca, Filistinlilerin evlerinin yakılıp yıkıldığını, suyun İsrail şehir ve yerleşim bölgelerine yönlendirildiğini, Filistinlilerin toplumsal ve ekonomik hayatına zarar veren kapatma politikasını ve gerek İsrail içinde gerekse işgal edilmiş topraklarda “onların [Filistinliler’in] toplumsal ve kültürel haklarının yaygın bir şekilde ihlal edildiğini” dile getirmekte ve bunların tümünü kınamaktadır. Rapor ayrıca İsrail’in Filistinlilere karşı aşırı güç kullanmasını ve “çoğu silahsız göstericilerden oluşan” yüzlerce İntifada eylemcisini öldürmesini sorgulamaktadır.
Yerleşimler İsrail dışındaki topraklarda inşa edilmişlerdi, bu topraklar teknik olarak İsrail tarafından “işgal edilmişti” ve “savaşan işgalci güç”ün mülklere el koymasını ve yerleşmesini kesinlikle yasaklayan uluslararası yasalara tabiydi (Filistinliler 1949 Dördüncü Cenevre Konvansiyonu altında “korunan kişiler”dir; el koyma ve yerleşimler de dahil, bu Konvansiyon’un ihlalleri “savaş suçları”dır). Uluslararası yasaların bu şekilde sistematik ihlali birkaç on yıldır devam etmektedir, tıpkı örneğin 1993’ten beri Oslo anlaşmasının 31 (7) Maddesi’nin yüzsüzce ihlal edilmesi suretiyle yeni bir “fiili durum”un yaratılması gibi; ancak ABD bu yasa ve anlaşma ihlallerine karşı çıkmadığı için ve aslında yoğun ekonomik ve askeri yardım sağlayarak ve İsrail yanlısı olmayan her türlü BM eylemini veto ederek (ABD, İsrail’in etnik temizliğine ve yasa ihlallerine serbesti tanımak amacıyla veto hakkını tahminen 60 kez kullanmıştır) desteklediği için uluslararası yasalar işlememektedir.
Kosova meselesi ile olan tezat dramatik ve aydınlatıcıdır. Bu meselede de uluslararası yasalar işlemiyordu, ama bunun tek nedeni Kosovalı Arnavutları koruma amacı taşıdığı iddia edilen müdahalenin BM Beratı gibi güzel bazı yasalara bağlılık nedeniyle sınırlandırılacak olmasıydı. Yugoslavya’nın zaten kabul etmiş olduğu uluslararası gözlemciler yetersizdi – Nato güçlerinin tam bir askeri işgali gerekli görülüyordu. Ancak İsrail-Filistin meselesinde İsrail doğal olarak, Filistinlileri korumak üzere konuşlandırılmış bir BM Gücü şöyle dursun yabancı gözlemcileri bile istemediğinden, Birleşik Devletler İsrail’in kararına riayet etmekte (tıpkı Doğu Timor’da Endonezya’yanın kararına riayet ettiği gibi) ve etnik temizlikçinin onayı olmaksızın tek bir gözlemcinin varlığını dahi desteklemeyi reddetmektedir. Şunu da belirtmeliyiz ki Nato’nun Kosova’yı zorla işgali Yugoslav topraklarında gerçekleşmişti. ABD İsrail’e (ve 25 yıldır da Endonezya’ya) yasadışı işgal edilmiş topraklarla ilgili bir meselede, ezici BM çoğunluğunun yerli halka karşı yıllardır uygulanan ciddi kötü muameleleri kınadığı çeşitli faaliyetlerle ilgili olarak boyun eğmektedir. Yeni Dünya Düzeni’ne ve “etik dış politikaya” hoş geldiniz!
Irkçı Devlet, Vahşi İşgal, ve Büyük Çaplı Etnik Temizlik
Filistinlilerin kovulması konusundaki Yahudi taraftarı ırkçı ayrımcılık acımasız, utanç verici ve Nazi’lerin davranışlarını anımsatır niteliktedir (bu karşılaştırma İsrail basınında sıklıkla yapılmaktadır fakat ABD ana akım medyasında değil). İşgal edilen topraklarda “üstün insan” (ubermenschen) için “yaşam bölgesi” (lebensraum) sağlamak amacıyla yerel halkın evlerinden atılması bir Nazi uygulamasıydı, ve Uluslararası Af Orgütü (Amnesty International - AI) İsrail’in ev yıkımları politikası üzerine bir tartışmada şunu belirtir: “bir ailenin, eşyaları sokağa atılıp evleri buldozerle yıkılmadan önce özel eşyalarını alabilmesi için sadece 15 dakikasının olduğu” bir sistemde “Filistinliler sadece Filistinli olmaları nedeniyle hedef alınmaktadır” (AI, Israel: Home Demolitions, 8 Aralık 1999). İsrailli yazar Israel Shamir, Rus İsrailli yayını RI’de Aralık 2000’de şöyle yazmaktadır: İsrailliler, “Herşeyin Üzerinde (Uber Alles) olan Seçilmiş Halk’a ait olduklarını düşünürler. Yahudi olmayanların tam olarak insan olmadıkları ve dolayısıyla da istenildiğinde öldürülebilecekleri ve herşeylerine el konabileceği inancını bir doktrin olarak benimsemişlerdir”. ABD’li Yahudi gözlemci Eduardo Cohen de şunu söyler: “İsrail’de seyahat ederken Araplara yönelik olarak” onların “‘uygar insanların’ sahip olduğu düşünce ve akli yetenekleri paylaşmadığı” inancına dayanan “derin, yaygın ve ırkçı bir hor görme tavrıyla karşılaştım” (OR, 18 Ekim 2000).
II. Dünya Savaşı sırasında Hitler tarafından Nihai Çözüm konusunda karara varılmadan önce – ki 1940’ta Himmler hala “bir halkın fiziksel imhası şeklindeki Bolşevik yöntemi Alman-olmayan ve imkansız” olarak değerlendiriyordu – Nazi resmi dairelerinde işgal altındaki topraklardaki yabancı halklarla Alman çıkarlarına en iyi hizmet edecek şekilde nasıl başa çıkılacağı konusunda aktif bir tartışma vardı. Kısmen, bu bir yerleşim yeri ihtiyacı sorunuydu – 1940’ta Hitler “Yahudi sorununun gerçekte bir yer sorunu olduğunu” ileri sürmüştü ve Yahudiler ve diğerleri Viyana’dan ve başka yerlerden Almanlara barınak sağlamak için sürülmüştü. 1940’ta zorla göçertme ve yeniden yerleştirmenin istenilir olup olmadığı ve ırksal olarak asimile edilmeye değer olan bazılarının – ama sadece (Christopher Browning'in bu tartışma konusunda yaptığı özetten alıntılarsak) “Almanya’daki göçmen işgücü için bir yedek güç oluşturabilecek kadar” fazladan bir nüfusun - Almanya’ya getirilip getirilmemesi konusunda daha yoğun bir tartışma vardı.
İsrail’de benzeri tartışmalar bir tarafta zora dayanan “nakilleri” ve “Arapların bu topraklardan kitlesel olarak sınırdışı edilmelerini” savunan “taviz vermeyenler” (Netanyahu) ile diğer tarafta Arapların mal ve mülklerine yavaş ama sürekli bir şekilde el konularak yoksullaştırılmaları ve “gönüllü” kaçışa zorlanmaları şeklindeki geleneksel yöntemleri savunan “ılımlılar” arasında gerçekleşmiştir. Ilımlılar aynı zamanda yoksullaştırılmış yabancı nüfusun İsrail’deki göçmen işçgücü için bir yedek güç olma potansiyelinin de farkındadırlar.
Ayrıca, İsrail’in 2. İntifada sırasında Filistinlilere yönelik davranışlarını Çarlık Rusyası’ndaki Yahudi karşıtı soykırımla karşılaştıran Israel Shamir ikincisinin ilkinin yanında hafif kaldığını düşünür: Çarlık Rusyası’ndaki soykırımda ölüm ve yaralanmalar çok daha az sayıdaydı ve soykırımdan sonra “failleri bütün yazar ve aydınlar tarafından kınanmıştı”. Oysa Yahudi devletinde birkaç düzine insan Tel Aviv’de gösteri amacıyla toplandığında İbranice Yazarlar Birliği, Musevi olmayanlara yönelik soykırımı desteklemişti”. Shamir sözlerinin devamında, birçok Rus-İsrailli Yahudi’nin soykırım konusundaki görüşlerine atıfta bulunarak İsrail ırkçılığının Alman Nazilerinkinden “daha dar kapsamlı ve daha az zehirli olmadığını” söyler ve ayrıca şunu ekler: “İsrail devleti, yasal ölüm mangalarına sahip, suikast politikasını benimseyen, ortaçağdakilere benzer kapsamda işgence uygulayan dünyadaki tek ülkedir. Ancak kaygılanmayın sevgili Yahudi okurlar, işkence ve suikastler sadece Yahudi olmayanlar için."
İsrail’deki yayınlarda sürekli olarak ordunun Yahudileri öldürmediği, sadece Yahudi olmayanları öldürdüğü dile getirilir. Phyllis Bennis’in anlattığına göre, 1982’de Lübnan’daki savaşa karşı çıkan bir Yahudi protestocu İsrail güçleri tarafından öldürüldüğünde o kadar büyük bir yaygara kopmuştu ki bu kişinin adı --Emil Grunzweig-- bugün dahi hatırlanmaktadır. Oysa İsrailliler tarafından bir Filistinli öldürüldüğünde bu olay güç bela haber olur ve sadece ölü sayısı verilir – “adlarını, anne-babalarının ve çocuklarının kim olduğunu, ne iş yaparak geçindiklerini asla duymayız” (Max Elbaum, Bennis ile röportaj, "For Jews Only: Racism Inside Israel," ColorLines, 15 Aralık 2000). Uluslararası Af Örgütü tarafından belirtildiği gibi “İsrail güvenlik güçleri, gerek kendi hayatlarının gerekse başkalarının hayatlarının hiçbir yakın tehlike altında olmadığı koşullarda defalarca –yasadışı öldürmelerle sonuçlanan- aşırı öldürücü güç kullanımına başvurmuştur.” Ancak Af Örgütü ayrıca, “ateşli silah kullanımına başvurulmaksızın kontrol altına alınan” Temmuz-Ağustos 1999 olaylarına atıfta bulunarak, İsraillilerin kalabalıkları öldürücü-olmayan yöntemlerle kontrol etmekte uzman olduklarını da belirtir. Ancak şunu ekler: burada kargaşa çıkaranlar Aşırı-Ortodoks Yahudilerdi, yani yerleşimci şiddetine karşı müdahalelerde de görüldüğü şekilde öldürücü güç kullanımı söz konusu bile olamaz, bu sadece Yahudi olmayanlara uygulanır.
İsrailli muhalif Uri Avnery, İsrail ordusu tarafından bir Yahudi yerleşimi sınırındaki zeytinliklerinden ürün toplamalarına izin verilmeyen Filistinli köylülerin birkaç ay önce yardım için kendisini ve grubunu çağırdıklarını anlatmaktadır. Bu zetinliklerde bir süre önce 14 yaşında bir erkek çoçuğu babasıyla başbaşayken vurulmuştur ve Avnery’nin oradaki varlığı köylülere ateş edilmesini engelleyecektir. ("Olives, Stones and Bullets," Ha'aretz, 18 Kasım 2000). “Belli ki ordunun önünde hiçbir engel kalmadan rahatça ateş edebilmesi için” pek çok yaşlı zeytin ağacı kesilmiş ve antik teraslar yıkılmıştı. Ancak Avnery ve grubu görevini yerine getirdi ve onların birer Yahudi olarak varlığı zeytinlerin bir kısmının ateş edilme tehdidi olmaksızın toplanabilmesine olanak sağladı. Avnery, yerleşimcilerin yoğun askeri koruma altında tabii ki hareket ve istedikleri şekilde seyahat etme özgürlüğüne sahip olduklarını belirtmektedir.
Tanınmış İsrailli gazeteci Amira Hass, yükselmekte olan ırkçı zulmü yakın zamanda detaylı olarak tarif etmişti: “her işgal rejiminin karakteristik özelliğidir...‘barış süreci’ üzerine ince konuşmalar ile gerçeklik arasındaki uzaklık nedeniyle Oslo yılları sırasında yoğunlaşmıştır.” ("The Mirror Does Not Lie," Ha'aretz, 1 Kasım 2000). “İsraillilerin yüzüne son bir ayna tutma ve onlara ‘kendinize iyice bir bakın ve ne kadar ırkçı olduğunuzu görün’ deme girişimi” olan yeni intifada bir halk ayaklanmasıdır. Hass, İsrail’in El Halil’i işgali üzerine yoğunlaşır ve şöyle yazar: “Ne kadar doğaldır ki eski El Halil’de 500 Yahudinin hayatını ve refahını korumak için 40.000 kişi bir aydan fazla süreyle yerel olarak sokağa çıkma yasağına maruz kalacaktır... Ne kadar doğaldır ki Yahudi komşularının çocukları... İsrailli askerlerin boylu bayunca konuşlandığı sokaklarda neşeyle oynamakta özgürken... binlerce Filistinli çocuğun gittiği 34 okul bir aydan fazla süreyle kapalı kalacaktır... El Halil’de sonu gelmeksizin devam eden sokağa çıkma yasağı ve yasağın İsraillilerin gözünde doğal bir olay şeklinde kabul edilişi, hem genel olarak İsrail’in Filistin topraklarını işgalinin bütün hikayesini hem de açık askeri üstünlüğün gölgesi altında gelişmiş olan İsrail düşünce tarzının özünü resmetmektedir." Hass aynı zamanda, yerleşimcilerin seyahat özgürlüğüne karşılık Filistinlilere getirilen kısıtlamaları; Filistinli köylülerden istimlak edilen topraklar üzerinde yerleşimcilerin kullanması için inşa edilen çok güzel anayolları; Yahudi yerleşimciler derhal yardım ve sübvansiyonlar alırken Filistinlilerin kendi gelişmelerinin önüne işgalci güç tarafından getirilen sınırlamaları; Yahudi komşuları “su kaynakları açısından hiçbir sorun ve kısıtlama yaşamazken ... Filistinlilerin evlerindeki musluklardan günler ve haftalar boyunca bir damla akmayacak” şekilde uygulanan su ayrımcılığını da tartışmaktadır.
Ben Gurion Üniversitesi’nde Antropoloji Profesörü ve Ev Yıkmalarına Karşı İsrail Komitesi’nin başkanı olan Jeff Halper, Batı Şeria ve Gazze’deki su kaynakları üzerinde sıkı bir kontrol kurmuş olan İsrail ve yerleşimcilerin bugün Filistinlilere verdikleri suyun 6.7 katını kendilerine ayırdıklarını belirtir (kendileri için yılda 870 milyon metreküp, Filistinliler için yılda 130 milyon metreküp). Halper ayrıca, Oslo “barış süreci” altında İsrail’in “‘güvenlik’ ve inşaat alanı için” Filistinlilere ait 80.000 zeytin ve meyve ağacını söküğünü ve tarım arazilerini tahrib ettiğini belirtir (sadece son ayaklanmanın başlamasından bu yana 10.000 ağaç sökülmüştür). İsrail, yerleşimcilerin hizmetine sunulmak üzere Batı Şeria’yı küçük adacıklara bölen ve Filistin halkının ve mallarının serbestçe hareket etmesini engelleyen yaklaşık 500 kilometre uzunluğunda anayol ve çevre yolu inşa etmiştir. İsrail, askeri kontrol ve üstün gücünü kullanarak Filistinlileri ablukaya almış, seyahatlerin engellenmesi yaygın yoksulluk ve açlığa sebep olmuştur. (Daha fazla detay için bkz. Halper, "The 'Peace Process' As Seen From the Ground," 12 Şubat 2001.) İşgal edilen topraklardaki Filistinlilerin kişi başına Gayrı Safi Yıllık Hasıla’sı Oslo “barış süreci” altında hızla, kesinlikle yüzde 25’ten daha fazla, azalmıştır.
Yaşam Bölgesi (Lebensraum) için Yakıp Yıkmalar
1967’den bu yana, 1.200’ü 1993 Oslo anlaşmasından sonra olmak üzere, 8.500 Filistin evi yakılıp yıkılmıştır (2.000’i çocuk, 5.000 kişi evsiz kalmıştır). İsrail, Filistinlilerin evlerini küçücük bir provokasyonu bahane ederek yakıp yıkar –“güvenlik”; ev halkından bir çocuk İsrailli bir askere taş atmıştır- ama aslında bu “seçilmiş halk”a yer açmayı hedefleyen sistematik bir programın parçasıdır. Aralık 1994’te, İsrail’in ve İsrail silahlı kuvvetlerinin haham başı Haham Shlomo Goren, Musa’nın yasalarına atıfta bulunarak ve “İsrail topraklarına yerleşme emrinin bütün emirlerin toplamından daha büyük olduğunu” vurgulayarak silahlı kuvvetleri Yahudi yerleşimcileri Batı Şeira’dan çıkarmayı gerektiren emirlere uymaması yönünde uyarmıştı. (Los Angeles Times, 3 Ocak 1994). Bu, Filistin “toprağını rehinden kurtarma” fikri üzerinde yoğunlaşan Siyonist ideoloyiyle tutarlıdır, ki bu ideolojiye göre bu topraklara Yahudiler sahip olmalıdır; Yahudi olmayanların sahip oldukları topraklar “rehinden kurtarılmamış” topraklardır. İsrailli insan hakları aktivisti ve araştırmacı Israel Shahak’ın iddiasına göre “İsrail Toprağı”ndaki Yahudi olmayanların sayısını en aza indirmeyi amaçlayan bu ideoloji İsrail’de Yahudi okullarına giden çocuklara aşılanmaktadır (Jewish History, Jewish Religion [Pluto, 1994], pp. 7-8). “Ulusun ve ırkın saflığı ilkesi temel alınarak inşa edilen bir devlet ancak varlığını kendi ırkına armağan eden bir Yahudi tarafından onurlandırılır ve saygı görür”. 1934 yılında yayımlanan ve Almanya’da Adolf Hitler’in zaferini ve liberalizmin yenilgisini kutlayan Wir Juden (Biz Yahudiler) adlı Siyonist bir kitapta haham Dr. Joachim Prinz böyle söylemektedir. Prinz daha sonra Dünya Siyonist Örgütü’nde merkezi bir kişilik haline gelmiştir ve Shahak, Prinz’in destek gören bu idelojisinin İsrail’de hala gücünü koruduğunu göstermektedir.
Filistinlilerin taş atması ev yıkımına neden olabilir. Öte yandan, Baruch Goldstein 29 Filistinliyi katlederse onun evi yıkılmaz. Aslında Goldstein’in evinin yanında onun anısına bir heykel dikilmişti –bu ev 1999’da bir mahkeme kararıyla ordu tarafından yıkılmıştır- ve bu şahıs İsrail’de pekçok insan tarafından saygı görmektedir. 1994’te onun için düzenlenen anma töreninde Haham Yaacov Perin “Bir milyon Arap bir Yahudinin tırnağı bile olamaz” demişti. Amira Hass’ın ileri sürdüğü gibi bu Nazivari zihniyet, askeri üstünlüğün, alt tabakaya karşı kötü muamelenin ve onların sessiz kalmayacakları korkusunun bugün İsrail’deki Yahudi nüfusun çoğunluğunu karakterize eden şiddetlenen bir ırkçılığı yaratan askeri işgal altında gelişti. David Hoffman, İsraillilerin 1996’da artan baskılar karşısındaki tavrından bahsederken şöyle der: “Çok az İsrailli Filistinlilere karşı tekrar eski yöntemlere başvurulmasına karşı çıkmıştı; gerçekte çoğu tepkinin fazlasıyla yumuşak olduğundan yakınmıştı” (WP, 15 Mart 1996). Phyllis Bennis ise bu konuda şöyle der: “İsrailli Yahudilerin çoğunluğu, Filistinlilerin öldürülmesini ve Filistin halkının kollektif bir şekilde cezalandırılmasını haklı bir devlet politikası olarak kabul etmeye hazırdır."
İsrail içinde toprakların yüzde 90’dan fazlasına sahip olan Yahudi devleti ve Yahudi Ulusal Fonu, bu toprakları on yıllardır Yahudiler için rezerve etmiştir. Galilee’de Katzir’de bulunan ve Yahudiler için rezerve edilmiş olan bir evi satın almak isteyen İsrailli bir Arap ailesi lehine verilen yakın zamanlı bir Yüksek Mahkeme kararı bu geleneğin tartışmaya açılmasına yol açmıştır, ancak bu kararın pratikteki etkisinin kapsamı henüz görülememiştir. Her ne olursa olsun, büyük Arap azınlık (yüzde 18) yasal olarak ikinci sınıf vatandaştır. Toprak kullanımının ötesinde, kamu ve özel alanda istihdam, kredi edinme ve Yahudilere ait daha pekçok ayrıcalığı içeren tüm “ulusal haklardan” yoksundur. Ateşli silahlara hedef olma korkusu olmadan protesto gösterilerine istedikleri şekilde katılabilen Yahudi vatandaşların aksine, Arap vatandaşlar böyle bir eylemde bulunurlarsa öldürülebilirler - ki II. İntifada’da 14 Arap öldürülmüştü.
Uzak ülkelerde yaşayan Yahudiler İsrail’e gelebilir ve Araplara tanınmayan haklardan hemen yararlanabilirler. Tabii İsrail’deki evlerinden sürülmüş olan Filistinlilerin geri dönme veya tazminat hakları yoktur. Yerli Bedevilerin sürülerini otlatmalarının yasak olduğu Negev’de devlet, Yahudi çiftçilerin toprağa el koymalarına, üzerine inşaat yapmalarına ve gerçekleşen bu gasp olayının toprağın “Yahudileştirilmesi” süreci altında geçmişe dönük olarak tanınmasına izin vermiştir (Orit Shohat, Ha'aretz, 27 Mart 1998). Bu, İtalya veya Fransa’daki Yahudilere uygulanacak olsa haklı olarak çok büyük bir yaygara koparacak olan bir dizi politika ve yapısal ırkçılıktır.
İşkence, Tecavüz ve İntifadalar
İsrail, Filistinlilere karşı on yıllardır sistematik bir şekilde işkence uygulamıştır. New York Times 1993’te, İsrail’in işkence kurbanlarının ayda 400-500’ü bulduğunu yazmakta, ancak İsrail’in “sorgulama” uygulamalarının faydalarını “değerlendirdiğini” belirtmektedir (Joel Greenberg, "Israel Rethinks Interrogation of Arabs," 14 Ağustos 1993). Yine, eğer bu işkenceler herhangi bir ülkede sistematik olarak Yahudilere uygulansaydı kopacak yaygara kulakları şağır ederdi, fakat her yerde barbarlık olarak ayıplanan bir İsrail uygulaması burada önemsizleştirilmiş ve Birleşik Devletler veya uluslararası topluluk tarafında hiçbir karşıt politika doğurmamıştır. Bu, “işkence ve kötü muamele içeren yöntemleri yasal olarak uygulayan dünyadaki tek devlet” (AI, "The Israeli government should implement the High Court decision making torture illegal," 6 Eylül 1999) olarak uzun tarihine rağmen İsrail’in daha da güçlenmesinin, kitlesel uluslararası yardım almasının ve örnek bir demokrasi olarak sürekli övgüler almasının yolunu açmıştır.
Benzer şekilde, İsrail diğer ülkeleri serbestçe istila edebilir, istediğinde bunları bombalayabilir ve buralardaki sivil halkı hiçbir şekilde cezalandırılmaksızın serbestçe öldürebilir. İsrail’in binlerce sivili öldürerek ve kasten büyük mülteci nüfusları yaratarak gerçekleştirdiği Lübnan istilaları, Birleşik Devletler ve müttefikleri tarafında hiçbir anlamlı tepkiye yol açmamıştır ve ana akım medya bu fiili tecavüzleri İsrail’in konumu ve sözümona “güvenlik” ihtiyaçları karşısında büyük bir anlayışla yazmıştır. İsrail için kitlesel katliamlar da hoş görülebilirdir; tıpkı Ariel Sharon, 1982’de 2.000’den fazla Filistinli kadın, çocuk ve erkeğin soğukkanlılıkla öldürüldüğü Sabra-Shatila kampına Hıristiyan Müfrezesi’nin girmesini kabul ettiğinde olduğu gibi. Şubat 1999’da Racak’ta sırplar tarafından 40 Kosovalı Arnavut’un topluca katledildiği iddiası -- Forensic Science International [116: 171-185, 2001]’de oldukça gecikmeli olarak yayımlanan adli tıp otopsi analizlerinde gösterildiği üzere belki de hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir katliam -- karşısında resmi yetkililerin ve medyanın öfkesini hatırlayalım, ya da Nato’nun Yugoslavya bombardımanından önceki yıl tüm Kosova’daki cinayet sayısının 2.000 olarak kabul edildiğini hatırlayalım. Oysa tamamı sivil 2.000 kurbanın verildiği İsrail vakasında uluslararası tepki çok ılımlıydı ve İsrail’in öldürme gücüne hiçbir ceza veya sınırlama getirmemişti. İsrail Güney Lübnan’da, istila sonrası sınırda “demir yumruk” politikalarını uygulayacak bir vekil ordu kurmak ve bulundurmakta da serbestti. Bu tür bir düzenleme Libya tarafından yapılsaydı uluslararası terörizmi desteklediği için kınanırdı, ancak bir kez daha, terörist bir ordunun himayesi ve “demir yumruk”un sayısız cinayetleri Birleşik Devletler veya müttefikleri tarafından kınanmamıştır ve onay gören bu uluslararası terörizm, teröristin takdirine bağlı olarak daha da sürebilir.
İsrail işgali, her ikisi de işgal edilmiş topraklardaki kötü muamelenin ciddi boyutlara varmasından kaynaklanan iki “İntifada” yarattı. Yaklaşık beş yıl süren birincisinde binden fazla Filistinli öldürülmüş ve binlercesi de yaralanmıştı. İsrail’in kötü muameleleri uluslararası yasaları ve BM kararlarını ihlal eder nitelikte olmasına karşın Batı bu sürece müdahale etmedi; ABD’nin etnik temizlikçiye ekonomik ve askeri yardımı azalmadı ve dolayısıyla İsrail hiçbir belirgin sınır olmaksızın öldürmekte ve baskı uygulamakta serbestti. Aynı durum Eylül 2000’de başlayan ikinci intifada için de geçerlidir. İsrail bu zamana kadar yaklaşık 400 Filistinliyi öldürmüş, binlercesini yaralamış ve Filistinlilerin çalışmalarını, ekinlerini hasat etmelerini ve sağlık hizmetlerinden yararlanmalarını engellemek suretiyle işgal edilmiş topraklardaki askeri baskıları gerçek bir halka karşı savaş boyutuna taşımıştır. Ancak yine Birleşik Devletler sınırsız bir şekilde İsrail’i desteklemektedir ve uluslararası topluluk kurbanlar için genel olarak anlamlı hiçbir şey yapmamaktadır.
Yaser Arafat, sert askeri saldırı altındaki Filistinleri korumak için BM müdahalesi talep etmiş ve Af Örgütü uluslararası gözlemci çağrısında bulunmuştur. Ancak İsrail buna karşı çıkmaktadır ve Birleşik Devletler İsrail’i desteklemektedir, dolayısıyla görünürde hiçbir yardım yok. Daha önce de belirtildiği gibi, burada Kosova meselesi ile olan tezat, ve Endonezya’nın 1999’da ve daha önce Doğu Timor’daki etnik temizlik haklarına ABD’nin (ve Britanya’nın) gösterdiği riayet ile olan tutarlılık oldukça aydınlatıcıdır. Yine daha önce söylediğimiz gibi İsrail ve Endonezya’nın etnik temizliği yasadışı işgal edilmiş topraklarda gerçekleşmişti, oysa Yugoslavya’nınkisi kendi sınırları dahilinde ve Yugoslavya’nın uluslararası gözlemcileri zaten kabul ettiği topraklarda gerçekleşmişti.
Ancak, İsrail ve Endonezya ABD’nin ödüllendirilmiş uydu devletleri olduğu için ve Yugoslavya böyle olmadığı için bütün bunların hiçbir anlamı yoktur. Dolayısıyla, ilk iki vakada “etik dış politika” ve uluslararası topluluğun savunmasız halkları etnik temizliğe karşı korumaktaki yeni taahhütü askıya alınmıştır. Daniel Jonah Goldhagen, Sırplar dışında sadece Almanların ülkelerini etnik temizliğe ve soykırıma yöneltebilecek kültürel niteliklere sahip olduğunu iddia etmişti. Fakat İsrail’in Filistinli Yahudi olmayanlara kötü davranmalarına neden olan kültürel eğilimleri hakkında söyleyeceği hiçbir şey yoktur; Eduardo Cohen, Israeli Shamir ve Israel Shahak, ve ayrıca Netanyahu ve Haham Shlomo Goren ve Haham Yaacov Perrin’in sözleri, buraların zengin Goldhagen toprakları olması gerektiğini ileri sürer. İsrail’in gerçek ve uzun süreli etnik temizliği hakkında Susan Sontag, David Rieff, Geoffrey Robertson, Bernard Kouchner, Vaclav Havel, Michael Ignatieff ve diğerlerinden hiçbir ses çıkmamıştır. Bu resmi olarak onaylanan etnik temizliktir, Filistinliler (John Pilger’in deyimiyle) “halk değildir” (unpeople) veya “değersiz kurbanlardır” ve İsrail’in çoktandır devam eden vahşi operasyonları Filistinliler aleyhine engel tanımaksızın devam edecektir.
Yaklaşmakta olan Kıyım
İsrail bir etnik temizlikçi olarak serbest hareket edebildi, kısmen çünkü Holocaust mağduru olarak Yahudilere nazik davranılmış ve eski kurban olarak onlara özel güvenlik hakları tanınmıştı. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, Almanlar gibi Yahudiler veya Yahudilerin önemli bir kesimi de savaşılan topraklar üzerinde üstün haklara sahip seçilmiş bir halk olduklarını iddia etmektedirler. Buna bu hakların zorla uygulanışına verilen ABD desteğini ekleyin; kendi kendisini besleyen, giderek şiddetlenen kötü muameleye yol açan tehlikeli bir alaşım ortaya çıkıyor. Bir terörist ve savaş suçlusu olan, yıllardır “nakil” ve güç kullanımına dayalı politikaları savunan ve bugün İsrail devletinin başında iktidara gelişi sıcak karşılanan Ariel Sharon görevdeyken; bu teröristin arkasında Başkan Bush’un daha da sağlama aldığı “kaya gibi” ABD desteği varken, ılımlı Barak yönetimi altındaki salt gaddarca etnik temizlik ve daha “ılımlı” kıyım politikasından “sıkı savaşçı” Sharon yönetiminde daha kitlesel toplu kıyım ve savaş durumuna geçmekten kormak için geçerli bütün nedenler mevcut.