İçindekiler

•             Giriş

•             Toprak ve Halk

•             Siyonizm

•             Filistin’de Britanya Mandası

•             Birleşmiş Milletler Bölme Planı

•             Filistinli Arap Mülteciler

•             Filistinliler

•             İsrail’in Filistinli Arap Vatandaşları

•             Haziran 1967 Savaşı

•             İşgal Edilmiş Topraklar

•             Kudüs

•             Filistin Kurtuluş Örgütü

•             BM Güvenlik Konseyi Kararı 242

•             Ekim 1973 Savaşı

•             Camp David I

•             Intifada

•             Madrid Konferansı

•             Oslo Anlaşmaları

•             Camp David II

•             Sonbahar 2000 Ayaklanması

 Giriş

Filistinli Araplarla İsrail arasındaki çatışma 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan modern bir fenomendir. Bu iki grup farklı dinleri içermelerine rağmen (Filistinliler Müslüman, Hıristiyan ve Dürzi kesimleri içerir), çatışmanın nedeni dinsel farklılıklar değildir. Temelde bir toprak savaşıdır. Her iki grubun da hak iddiasında bulunduğu topraklar 1948’e kadar uluslararası planda Filistin olarak biliniyordu. Ancak 1948-49 savaşının ardından bu topraklar üç parçaya bölünmüştü: İsrail Devleti, Batı Şeria (Ürdün Nehri'nin Batı Yakası) ve Gazze Şeridi.

Burası çok küçük bir alandır: yaklaşık 10,000 mil kare (yaklaşık 16.000 km kare –ç.n.), veya Marylan eyaleti kadar. Eğer gruplardan biri tüm bölge üzerinde tek bir politik kontrol kurarsa hak iddialarının uzlaşması mümkün değildir. Filistinliler, Avrupalıların Yahudilere karşı işledikleri suçların telafisi için topraklarından feragat etmeleri gerektiğine inanmıyorlar.

Bu topraklar üzerindeki Yahudi hak iddiaları, burasının (Roma İmparatorluğu tarafından yıkılan) İsrail Yahudi krallığının tarihsel toprakları olması dolayısıyla Hz. İbrahim ve torunları için Kitab-ı Mukaddes’te belirtilen vaade ve Avrupa Anti-Semitizminden kaçan Yahudilerin bir barınak bulma ihtiyaçlarına dayanmaktadır. Filistinli Arapların iddiaları ise bu topraklarda yüzyıllardır kesintisiz bir şekilde yaşıyor olmaları ve demografik çoğunluğu temsil etmeleri olgusuna dayanmaktadır. Kitab-ı Mukaddes dönemine ait bir krallığın bugün geçerli olabilecek bir iddia için temel oluşturabileceğini reddederler. Eğer Araplar Kitab-ı Mukaddes’teki görüşe itibar etselerdi onlara göre İbrahim’in oğlu İsmail Arapların atası olduğu için Tanrının bu toprakları İbrahim’in çocuklarına vaadi Arapları da kapsamaktadır. Araplar, Avrupalıların Yahudilere karşı işledikleri suçların telafisi için topraklarından feragat etmeleri gerektiğine inanmıyorlar.

Toprak ve Halk

19. yüzyılda, daha önce Avrupa’da başlayan bir eğilimi takiben dünyanın değişik yerlerindeki halklar kendilerini ulus olarak tanımlamaya ve ulusal haklar, dahası kendi devletlerinde öz-yönetim (kendi kaderini tayin – self-determination – ve egemenlik) hakkı talep etmeye başladılar. Gerek Yahudiler gerekse Filistinliler bir ulusal bilinçlilik geliştirmeye başladılar ve ulusal hedefler için harekete geçtiler. Yahudiler dünyaya yayılmış (diasporada) olduklarından, ulusal hareketleri, Siyonizm, Yahudilerin göç ve yerleşim süreci sonucunda biraraya gelebilecekleri bir yerin belirlenmesini gerektirdi. Yahudi kökenli bir bölge olması itibarıyla Filistin bu açıdan mantıklı ve en iyi yer olarak görünüyordu. 1882’de Filistin’e ilk Avrupalı Yahudi göç dalgasıyla birlikte Siyonist hareket başladı.

Bu sırada Filistin toprakları Osmanlı İmparatorluğu’nun parçasıydı. Ancak bu bölge tek bir politik birimi teşkil etmiyordu. Kuzeydeki Akka ve Nablus, Beyrut vilayetinin parçasıydı. Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudilerin dini merkezi olmaları itibarıyla Kudüs ve Beyt'ül lahim şehirlerinin uluslararası önemlerinden dolayı Kudüs, doğrudan Osmanlı başkenti İstanbul’un otoritesi altındaydı. Osmanlı kayıtlarına göre, 1878’de Kudüs, Nablus ve Akka’da 462.465 yerleşik tebaa yaşıyordu: 403.795 Müslüman (Dürziler dahil), 43.659 Hıristiyan ve 15.011 Yahudi. Ayrıca burada Osmanlı tebaasından sayılmayan muhtemelen 10.000 yabancı uyruklu Yahudi (ülkeye en son göç edenler) ve birkaç bin Müslüman Arap göçebe (bedevi) yaşıyordu. Arapların (Müslümanlar ve Hıristiyanlar) büyük çoğunluğu sayıları birkaç yüz kadar olan köylerde yaşıyordu. Yafa ve Nablus en büyük ve ekonomik açıdan en önemli Arap şehirleriydi.

20. yüzyılın başlarına kadar, Filistin’de yaşayan Yahudilerin çoğu dini açıdan önemli sayılan dört şehirde yoğunlaşmışlardı: Kudüs, El Halil, Safad ve Tiberias. Çoğunda geleneksel, ortodoks dinsel uygulamalar hakimdi. Birçoğu zamanını dinsel metinleri inceleyerek geçiriyordu ve yaşayabilmek için dünya Yahudiliğinin (diasporadaki Yahudilerin –ç.n.) yardımına bağımlıydılar. Toprakla bağları ulusal olmaktan ziyade dinseldi ve Avrupa’da başlayıp göçmenler tarafından Filistin’e getirilen Siyonist harekete katılmamışlardı – veya bu hareketi desteklemiyorlardı. Avrupa’dan göç eden Yahudilerin çoğu daha laik bir yaşam tarzı sürüyordu ve kendilerini bir Yahudi ulusu yaratma ve modern, bağımsız bir Yahudi devleti inşa etme amaçlarına adamışlardı. I. Dünya Savaşı başladığı sırada (1914), Filistin’deki Yahudilerin nüfusu 33.000 kadarı yeni yerleşimci olmak üzere yaklaşık 60.000’e çıkmıştı. 1914’te Arap nüfusu ise 683.000 idi.

Siyonizm

Siyonizm, veya Yahudi milliyetçiliği, modern bir politik harekettir. Temel inançları, tüm Yahudilerin bir ulusu (sadece dini veya etnik bir cemaat değil) oluşturduğu ve Anti-Semitizme karşı tek çözümün mümkün olduğunca çok sayıda Yahudi'nin Filistin/İsrail’de yoğunlaşması ve burada bir Yahudi devletinin kurulması olduğu yönündedir. 1897’de Theodor Herzl tarafından kurulan Dünya Siyonist Örgütü (The World Zionist Organization) Siyonizmin amacının “Yahudi halkı için kamu hukuku güvencesi altında bir ulusal yurdun kurulması” olduğunu ilan etti.

İsrail’de bir gösteri.

Siyonizm Yahudi dinsel bağlarını Kudüs ve İsrail Ülkesi’ne (Eretz Israel) çekti. Ancak Siyonizmin politikası milliyetçi ideolojiden ve Avrupalıların dünyanın diğer kısımlarına yönelik hak iddialarını içeren sömürgeci düşüncelerden etkilenmişti.

Rus İmparatorluğu’nda 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki Yahudi karşıtı öldürücü (katliam olarak bilinen) şiddet eylemlerinin  bir sonucu olarak Siyonizm Yahudiler arasında yandaş kazandı ve Batı’dan destek gördü. II. Dünya Savaşı sırasındaki Avrupalı Yahudilere yönelik Nazi jenosidi altı milyondan fazla Yahudi'nin ölümüne yol açtı ve bu felaket bir Yahudi devletinin yaratılmasına yönelik uluslararası desteği daha da artırdı.

Siyonizmin birkaç değişik biçimi vardır. 1920’lerden 1930’lara kadar baskın olan biçim, sosyalizm ile milliyetçiliği ilişkilendirmek isteyen İşçi Siyonizmi idi. 1920’lerin başlarında İşçi Siyonizmi Filistin’de kibbutz hareketini (kibbutz, genelde tarımsal ekonomiye dayalı bir kolektif komündür), Yahudi işçi sendikasını ve kooperatif hareketini, temel Siyonist milis güçlerini (Haganah ve Palmach) ve nihayetinde 1968’de İsrail İşçi Partisi altında birleşen politik partileri kurdu.

David Ben-Gurion, İsrail’in kuruluş ilanını okurken, 14 Mayıs 1948, Tel Aviv. Fotoğraf Theodor Herzl’indir. İşçi Siyonizmi’nin lideri, sonradan İsrail’in ilk başbakanı olacak olan David Ben-Gurion idi.

Siyonizmin ikinci bir biçimi, Vladimir Jabotinsky liderliğindeki Revizyonist hareket idi. Yahudilerin toprak istek ve iddialarını Filistin’in ötesinde Ürdün Nehri’nin doğusundaki bölgeleri de içerecek şekilde revize etmek istedikleri için “Revizyonist” ünvanını kazandılar. 1920 ve 1930’larda, (daha muğlak olan “ulusal yurt” formülünden ziyade) Filistin’de bir Yahudi devleti kurma amaçlarını açık bir şekilde ilan ederek İşçi Siyonizmi’nden ayrıldılar. Böyle bir devlet kurmak için silahlı gücün gerekli olduğuna inanıyorlardı. Betar gençlik hareketi ve ETZEL’i (Ulusal Askeri Örgüt) de içeren devlet-öncesi örgütlenmeleri, İsrail’in bağımsızlığından sonra Herut (Özgürlük) Partisi olan hareketin çekirdeğini oluşturdu. Bu parti daha sonra, 1970’lerden bu yana en büyük sağ kanat İsrail partisi olan Likud Partisi’nin merkezi bileşeni haline geldi.

20. yüzyılın başında birçok Yahudi’nin Siyonist olmasına rağmen, Almanya’da Adolf Hitler’in yükselişine ve dünya Yahudiliğinin yok edilmesi için “Nihai Çözüm”ün yürürlüğe sokulmasına kadar Yahudilerin çoğu Siyonist değildi. Çoğu Ortodoks Yahudi anti-Siyonist idi. Yahudileri sadece Tanrı’nın Vaat Edilen Ülke’de birleştireceğine inanıyorlardı ve Siyonizmi Tanrı’nın iradesinin ihlali olarak değerlendiriyorlardı. Amerika Birleşik Devletleri de dahil dünyanın diğer kısımlarındaki bazı Yahudiler, Yahudilerin (bir dini gruptan ziyade) ayrı bir ulusal grup olarak algılanması durumunda, yaşadıkları ülkelerdeki konum ve yurttaşlık haklarının riske gireceği kaygısıyla Siyonizm'e karşı çıktı. Ancak Holocaust’un (Nazilerin uyguladığı Musevi katliamı –ç.n.) yarattığı dehşet Yahudilerin Siyonizme olan karşıtlığını veya antipatisini azalttı ve II. Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın değişik bölgelerindeki çoğu Yahudi Siyonist hareketi desteklemeye ve bağımsız bir Yahudi devletinin yaratılması talebinde bulunmaya başladı.

İsrail’in 1967 savaşındaki zaferi Siyonizmin dana dinsel bir biçim edinmesine yol açtı.

Ortodoks Yahudiler birkaç on yıl daha bir Yahudi devletinin yaratılmasına karşı çıksalar da, cemaati güçlendirmenin ve korumanın bir aracı olarak Filistin’e kitlesel Yahudi yerleşimini desteklediler. 1967 Arap-İsrail savaşının ardından da, daha önce Siyonizm'e direnen çoğu Ordodoks Yahudi, İsrail’in savaştaki karşıkonulmaz zaferinin Tanrı’nın desteğinin ve Mesih çağına dair vaadinin yerine gelmesinin bir işareti olduğu yönündeki inancı benimsediler. 1967’de ele geçirilen ve işgal edilen bölgeler, özellikle de Batı Şeria, dindar Yahudiler için önemliydi, çünkü buraları kutsal kitaptaki İsrail Ülkesi’nin merkeziydi. Dolayısıyla, İsrail’in 1967’deki zaferi Siyonizmin daha dini bir versiyonunun gelişmesine yol açtı. Ortodoks Yahudileri temsil eden bazı politik partiler, dini milliyetçiliği bağrına bastı ve Batı Şeria ve Gazze’de İsrail’in kalıcı kontrolünü ve kapsamlı Yahudi yerleşimini desteklemek üzere yeni parti ve hareketler kuruldu.

İsrail politik yelpazesinin aşırı sağını oluşturan dini-milliyetçi parti ve gruplar, toprak ve Arap-İsrail çatışması konularında sert bir çizgiyi korudular. Sonra da Likud Partisi ile birleştiler. İşçi Partisi de Batı Şeria ve Gazze’ye Yahudi yerleşimini savunuyordu, ama temel bir farkla: İşçi Partisi buraları anlaşmazlığı sona erdirmenin bir aracı olarak Filistinlilere verilebilecek bir toprak tavizi olarak görüyordu. Likud ve onu oluşturan diğer unsurlar ise herhangi bir bölgesel çekilmeye karşıydı. 1977’de Likud, bağımsızlıktan beri İsrail’i yöneten İşçi Partisi’ni koltuğundan ederek ulusal seçimleri kazandı. O zamandan beri Likud ve İşçi Partisi değişimli olarak ve hiçbirinin belirgin bir seçim zaferi kazanamadığı zamanlarda da koalisyonlar kurarak ülkeyi yönetti.

Yahudi İsraillilerin küçük bir azınlığı, 1980’lerde Meretz olarak bilinen bir politik koalisyon oluşturan sol kanat Siyonist partilere mensuptur. Meretz genelde İşçi Partisi liderliğindeki hükümetlere katılır. Solcu Siyonistler kendilerini tamamıyla İsrail’in bir Yahudi devleti olarak korunmasına adamışlardır, ancak toprak konusunda İşçi Partisi’nden daha fazla pazarlık ve tavize açıktırlar ve Filistinlilerin kendi devletlerini kurma isteklerine görece daha büyük bir sempati duyarlar. Aşırı sol Yahudi İsraillilerin küçük bir azınlığı kendilerini Siyonist olmayan veya anti-Siyonist olarak tanımlar. Bir kısmı, İsrail/Filistin’i burada yaşayan herkesin eşit haklarla vatandaşı olduğu tek bir ülke olarak görmek ister, Diğerleri ise Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin tümünde bir Filistin devletinin yaratılmasını savunur.

 Filistin’de Britanya Mandası 

20. yüzyılın ilk yıllarında Filistin, birbirine rakip bölgesel hak iddiaları ve politik çıkarlar için bir sorun noktası olmaya başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu zayıflıyordu ve Avrupalı güçler Filistin de dahil Doğu Akdeniz’deki bölgelere pençelerini uzatmaya başlamıştı. 1915-16 yıllarında, ki I. Dünya Savaşı başlamıştı, Mısır’daki Britanya Yüksek Vekili Sir Henry McMohan, Haşimi ailesinin kurucusu ve Osmanlı’nın Mekke ve Medine yöneticisi Hüseyin İbn’Ali ile gizlice temasa geçti. McMohan, Hüseyin’i savaşta Britanya ve Fransa’ya karşı Almanya ile birleşen Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir Arap isyanına önderlik etmeye ikna etti. McMohan, Arapların savaşta Britanya’yı desteklemesi durumunda, Britanya hükümetinin, Filistin de dahil Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap bölgelerinde Haşimi yönetiminde bağımsız bir Arap devletinin kurulmasını destekleyeceği konusunda söz verdi. T. E. Lawrence (“Arabistanlı Lawrence”) ve Hüseyin’in oğlu Faysal önderliğindeki Arap isyanı Osmanlıları yenmeyi başardı ve Britanya I. Dünya Savaşı sırasında bu bölgenin çoğu kısmında kontrolü ele geçirdi.

Britanya savaş sırasında, Hüseyin-McMohan anlaşmasıyla çelişen başka sözler de verdi.

Ancak Britanya savaş sırasında, Hüseyin-McMohan anlaşmasıyla çelişen başka sözler de verdi. 1917’de, Britanya Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour, hükümetinin “Filistin'de bir Yahudi ulusal yurdu” kurulmasını desteklediğini belirten bir bildirge (Balfour Bildirgesi) yayımladı. Gizli bir anlaşma olarak verilen üçüncü söz ise, birbirleri arasından sıkışmış olan Britanya ve Fransa’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap bölgelerinin parçalara ayrılmasını ve bu bölgelerin kontrolünün ikiye bölünmesini içeren bir anlaşmaydı.

Savaştan sonra, Britanya ve Fransa, egemen güçler olarak yer aldıkları yeni Milletler Cemiyeti’ni (şimdiki Birleşmiş Milletler’in ilk biçimi) kendilerine eski Osmanlı toprakları üzerinde sözde-sömürgeci bir otorite vermeye ikna etti. Buralardaki Britanya ve Fransa rejimleri manda yönetimleri olarak biliniyordu. Fransa, Lübnan’ı (önemsiz) Hıristiyan nüfusa sahip ayrı bir devlet olarak bölerek Suriye üzerinde manda yönetimi elde etti. Britanya, bugün İsrail’i oluşturan Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Ürdün üzerinde manda yönetimi elde etti.

1921’de Britanya bu bölgeyi ikiye böldü: Ürdün Nehri’nin doğusu, Faysal’ın kardeşi Abdullah tarafından yönetilecek olan Trans-Ürdün emirliği oldu; Ürdün Nehri’nin batısı da Filistin Mandası oldu. Böylece modern tarihte ilk kez Filistin birleşik bir politik varlık haline geldi.

Araplar, bağımsız bir Arap devletinin kurulması sözünü yerine getirmediği için Britanya’ya karşı öfke içindeydi.

Bölgenin tamamında Araplar, bağımsız bir Arap devletinin kurulması sözünü yerine getirmediği için Britanya’ya karşı öfke içindeydi ve Britanya ve Fransa kontrolünü kendi kaderlerini tayin hakkının ihlali olarak görerek bu kontrole karşı çıktı. Britanya’nın bir Yahudi ulusal yurdunun yaratılması yönündeki sözünden dolayı Filistin’de durum biraz daha karışıktı. Avrupalı Yahudilerin gittikçe artan göç akını, Filistin’de toprak satın almaları ve yerleşimleri Filistinli Arap köylüler, gazeteciler ve politik kişilikler arasında giderek artan bir direnişe yol açtı. Filistinliler bunun, neticede Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulmasına yol açacağından korkuyorlardı. Filistinli Araplar öz-yönetim isteklerini engelleyeceği nedeniyle Britanya Mandası’na karşı çıktılar ve ülkedeki konumlarını tehdit edeceği nedeniyle kitlesel Yahudi göçüne karşı çıktılar.

1920 ve 1921’de, Araplar ile Yahudiler arasındaki her iki taraftan da neredeyse eşit sayıda insanın öldüğü çatışmalar sona erdi. 1920’lerde, Yahudi Ulusal Fonu yerlerini terk etmekte olan Arap toprak sahiplerinden geniş araziler satın aldıklarında bu bölgelerde yaşayan Arap vatandaşları zorla yerlerinden edilmişlerdi. Bu yer değiştirmeler Yahudi yerleşimcilerle Arap köylü kiracılar arasındaki gerilimin artmasına ve şiddet içeren karşılaşmalara neden oldu.

1928’de, Kudüs’teki Müslüman ve Yahudiler komünal dinsel haklarını Ağlama Duvarı’na (Müslüman geleneğinde el-Burak) haykırmaya başladılar. İkinci Yahudi Tapınağı’nın yegane kalıntısı olan Ağlama Duvarı, Yahudi halkı için en kutsal bölgelerden biridir. Ancak Ağlama Duvarı Harem-i Şerif’e (İngilizcesi “Temple Mount”- ç.n.) bitişik olduğundan Müslümanlar için de kutsaldır. Tepenin üzerinde el-Aksa Camii ve Muhammed’in kanatlı bir atın sırtında gökyüzüne çıktığı noktayı işaret ettiğine inanılan Kubbet-üs Sahra’da (Kudüs'te bulunan altın kubbeli cami. Haz. Ömer Camii de denir. İngilizcesi “Dome of the Rock” –ç.n.) bulunmaktadır.

15 Ağustos 1929’da Betar gençlik hareketinin (Revizyonist Siyonistlerin devlet öncesi örgütü – daha fazla bilgi için burayı tıklayın) üyeleri, bir gösteri düzenlediler ve Ağlama Duvarı’na bir Siyonist bayrağı diktiler. Harem-i Şerif’in tehlikede olduğu korkusuna kapılan Araplar buna ülke genelinde Yahudilere saldırarak karşılık verdi. Çatışmalar sırasında El Halil kentinde altmış dört Yahudi öldürülmüştü. Kalan üyeleri Kudüs’e giden El Halil Yahudi cemaatinin buradaki varlığı sona ermişti. Bir hafta süren kitlesel şiddet sırasında 133 Yahudi ve 115 Arap öldürülmüş ve birçoğu da yaralanmıştı.

1933’te Hitler’in iktidara gelişle sonuçlanan yükselişinden sonra Filistin’e Avrupalı Yahudi göçü dramatik ölçülerde arttı ve bu da yeni toprak satınalmalarına ve yeni Yahudi yerleşimlerine yol açtı. Britanya kontrolü ve Siyonist yerleşimine karşı Filistin direnişi 1936-39 Arap direnişiyle doruk noktasına çıktı. Britanya, Siyonist milislerin yardımı ve komşu Arap rejimlerin suç ortaklığı sonucunda isyanı bastırdı. Arap isyanının ezilmesinden sonra Britanya, bu giderek gerilimi yükselen ortamda düzeni korumak amacıyla yönetim politikalarını gözden geçirme yoluna gitti. Bu çerçevede gelecekteki Yahudi göçünü ve toprak satınalmalarını sınırlayan bir rapor yayımladı. Siyonistler bunu Balfour Bildirgesi’ne ihanet olarak ve yokolmakla karşı karşıya olan Avrupalı Yahudilerin korkunç durumu dikkate alındığında fevkalade kötü bir eylem olarak değerlendirdiler. 1939 Raporu Britanya-Siyonist ilişkilerinin sonuna işaret ediyordu. Aynı zamanda, Arap isyanının yenilmesi ve Filistin politik liderliğinin sürgüne gönderilmesi, Filistinli Arapların Filistin’in geleceğinin kararlaştırıldığı bu hayati on yıl boyunca politik olarak örgütlenememiş olduğu anlamına geliyordu.

Birleşmiş Milletler Taksim Planı

2. Dünya Savaşı’nın ardından, Araplar ile Yahudiler arasında  -Filistin’in kaderi üzerine- ve Siyonist milisler ile İngiliz ordusu arasında artan düşmanlıklar Britanya’yı, Filistin üzerindeki manda yönetimini bırakmaya zorladı. İngiltere, yeni kurulan Birleşmiş Milletler’in Filistin’in geleceğini belirlemesini talep etti. Fakat İngiliz hükümetinin umudu, BM’nin işe yarar bir çözüme varamayacağı ve Filistin’i kendilerine bir BM emaneti olarak bırakacağıydı. BM’nin atadığı, çeşitli ülkelerden kişilerden oluşan bir temsilciler komitesi durumu incelemek üzere Filistin’e gitti. Komitenin üyeleri politik bir çözümün alacağı şekil üzerinde anlaşamasalar da, ülkenin, hem Yahudilerin hem de Filistinli Arapların ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılaması için, ikiye bölünmesi konusunda genel bir anlaşmaya vardılar. 1946’nın sonunda, manda altındaki Filistin’de 1.269.000 Arap ve 608.000 Yahudi ikamet ediyordu. Yahudiler Filistin’deki tüm toprakların % 6-8’lik bir kısmını parayla satın almışlardı. Bu da tüm ekilebilir alanın % 20’sine tekabül ediyordu.

29 Kasım 1947’de, BM Genel Kurulu Filistin’i, biri Arap diğeri de Yahudi olmak üzere iki parçaya bölme konusunu oylamaya sundu. BM bölme planı ülkeyi öyle bir biçimde böldü ki, her devlet kendi halkının büyük bir çoğunluğuna sahip olacaktı, fakat bazı Yahudi yerleşimleri önerilen Filistin devleti sınırı içine düşecek ve birçok Filistinli önerilen Yahudi devletinin bir parçası olacaklardı. Yahudi devletine tahsis edilen topraklar, Filistin ülkesinden biraz daha büyük olacaktı (sırasıyla Filistin’in % 56’sı ve % 43’ü) çünkü birçok Yahudi'nin buraya göç edeceği düşünülüyordu. BM bölme planına göre, Kudüs ve Beyt'ül lahim bölgeleri uluslararası bölgeler olacaktı.

Siyonist yönetim kamu önünde BM bölme planını kabul etti, her ne kadar Yahudi devleti için ayrılan sınırları bir şekilde genişletmeyi umut etse de. Filistinli Araplar ve bölgedeki Arap devletleri BM planını reddettiler ve Genel Kurul oylamasına uluslararası bir ihanet gözüyle baktılar. Bazıları BM planının Yahudilere çok fazla toprak ayırdığını iddia etti. Çoğu Arap, önerilen Yahudi devletine bir göçmen kolonisi gözüyle bakıyordu. Ve sadece Britanya -Arap çoğunluğun isteklerine aykırı olarak- Filistin’de, Yahudilere geniş kapsamlı yerleşim izni verdikleri için Yahudi devleti konusunun uluslararası gündeme geldiğini düşünüyordu.

Çoğu Arap, önerilen Yahudi devletine bir göçmen kolonisi gözüyle bakıyordu.

Arap ve Yahudi Filistin sakinleri arasında, BM bölme planının benimsenmesinden günler sonra savaş başladı. Arap askeri güçleri yeterli derecede organize edilmemiş, eğitilmemiş ve silahlandırılmamışlardı. Öte yandan Siyonist askeri güçleri, sayı olarak az da olsalar, iyi organize olmuş, iyi eğitilmiş ve silahlandırılmışlardı. 1948 baharına kadar Siyonist güçler, BM planında Yahudi devletine ayrılan bölgenin çoğunda kontrolü sağlamışlardı.

15 Mayıs 1948’de İngilizler Filistin’i boşalttı ve Siyonist liderler İsrail devletini ilan ettiler. Bunun üzerine komşu Arap devletleri (Mısır, Suriye, Ürdün ve Irak), Filistinlileri Siyonistlerden kurtarmak istediklerini iddia ederek İsrail’i işgal ettiler. Aslında Arap yöneticilerin Filistin için bölgesel planları vardı ve bir Siyonist devleti kadar, Filistin Arap devletinin de ortaya çıkmasını istemiyorlardı. Mayıs ve Haziran 1948’de, çarpışmaların en şiddetli olduğu dönemde, Arap-İsrail savaşının sonucu belirsizdi. Ama Çekoslovakya’dan gelen silah kargosu İsrail’e ulaştıktan sonra, İsrail askeri güçleri üstünlük kurdu ve BM bölme planının Yahudi devleti için belirlediği sınırların ötesinde yerleri ele geçirdi.

1949’da İsrail ve Arap devletleri arasındaki savaş, ateşkes anlaşmalarının imzalanmasıyla sona erdi. Bir zamanlar Filistin olarak bilinen ülke, şimdi her biri ayrı bir politik kontrol altındaki üç bölüme ayrılmıştı. İsrail devleti bölgenin % 77’sini kaplıyordu. Doğu Kudüs ve merkezi Filistin vadisini (Batı Şeria) Ürdün işgal etmişti. Mısır Gazze şehrinin etrafındaki düzlük sahilin (Gazze Şeridi) kontrolünü ele geçirmişti. BM bölme planı ile tasavvur edilen Filistin Arap devleti asla kurulmadı.

 Filistinli Arap Mülteciler

1947-1949 yılları arasında Filistin/İsrail’deki savaşın bir sonucu olarak 700.000 Filistinli Arap mülteci haline geldi. Mültecilerin tam sayısı, ve göçlerinin sorumluluğunun kime ait olduğu hakkındaki sorular sert bir şekilde tartışıldı. Birçok Filistinli, çoğunun, ülkenin Yahudi olmayan sakinlerinden temizlenmesini öngören Siyonist plan doğrultusunda sürüldüğünü iddia etti. İsrail’in resmi tutumu, mültecilerin Arap politik ve askeri liderlerinin emirleri ile kaçtıklarını iddia etmek oldu. Bir İsrail istihbarat dokümanı, mültecilerin en az % 75’inin; Siyonist ya da İsrail askeri eylemleri, Arapları korkutup kaçırma amaçlı psikolojik kampanyalar ve direkt olarak kovulma sonucu ülkeyi terkettiklerini gösteriyor. Sadece yaklaşık % 5’lik bir kısım Arap yetkililerin emirleri üzerine ayrılmış. 1948-49 askeri operasyonları sırasında ya da sonrasında, büyük çaplı Arap kaçışına yol açan; toplu olarak kovulmaları, katliamları ve zulümleri gösteren iyi bir şekilde dokümante edilmiş olaylar mevcut. İyi bilinen toplu olarak kovulma örneklerinden biri Lydda ve Ramle kasabalarında oturan 50.000 Arap’a yapılandır. En iyi bilinen vahşet olayı Kudüs yakınlarında bir kasaba olan Deir Yasin’de olmuştur. Burada İsrailliler tarafından soğukkanlılıkla öldürülen Arapların sayısı 125 ilâ 250 olarak tahmin edilmektedir.

Filistin mülteci kampı Filistin mülteci kampı.

Filistinliler

Bugün bu terim, tarihsel kökenleri İngilizlerin manda sınırları olarak tanımlanan Filistin bölgesine kadar uzanan Arapları (Hıristiyan, Müslüman ve Dürzi) ifade etmektedir. Bu bölgede günümüzde 3 milyon Filistinli yaşamaktadır. Bölge; İsrail, Batı Şeria ve Gazze arasında bölünmüş durumdadır, fakat İsrail bunlardan son ikisini 1967’de ele geçirmiştir. Günümüzde 700.000’den fazla Filistinli, İsrail vatandaşıdır ve ülkenin 1949 ateşkesinde belirlenen sınırları içinde yaşamaktadırlar. 1.2 milyon kadarı Batı Şeria’da (Doğu Kudüs’te yaşayan 200.000 kişi dahil olmak üzere) ve 1 milyon kadarı da Gazze Şeridi’nde yaşamaktadır. Filistin halkının geri kalanı, belki de 3 milyon kişi kadar, anayurtları olduğunu iddia ettikleri ülkenin dışında, diasporada yaşamaktadır.

En büyük Filistinli diaspora topluluğu, yaklaşık 1.3 milyon nüfusu ile, Ürdün’de bulunmaktadır.

 Bir mülteci kampında kızlarBir mülteci kampında okuldaki kızlar.


 Çoğu 1949 yılında kurulan mülteci kamplarında yaşarken, diğerleri de şehir ve kasabalarda yaşamaktadırlar. Lübnan ve Suriye’de de çoğu hala göçmen kamplarında yaşayan büyük bir Filistinli nüfusu mevcuttur. Birçok Filistinli çalışmak için Suudi Arabistan ya da körfezdeki diğer Arap ülkelerine taşınmışlar, bazıları ise Ortadoğu’nun ya da dünyanın diğer kesimlerine yerleşmişlerdir. Ürdün, orada yaşayan Filistinlilere vatandaşlık hakkı tanıyan tek Arap ülkesidir. Arap devletlerindeki Filistinliler, genelde o devletlerin vatandaşlarının yararlandıkları haklardan yararlanamazlar. Lübnan’daki mültecilerin durumu ise özellikle iç karartıcıdır, şöyle ki; birçok Lübnanlı, ülkelerini mahveden 1975-1991 Sivil Savaşı’ndan Filistinlileri sorumlu tutmaktadır ve ülkelerindeki barışı sürdürebilmek için Filistinlilerin Lübnan’dan başka bir yere yerleştirilmelerini talep etmektedir. Lübnan’daki Hıristiyan nüfus, çoğu Müslüman olan Filistinlileri ülkelerinden temizlemek için özellikle çok isteklidir. Bunun sebebi, Filistinlilerin, ülkedeki dini gruplar arasındaki hassas dengeyi tehdit edeceklerine yönelik olan korkularıdır.

 Her ne kadar, birçok Filistinli hala mülteci kamplarında ve gecekondu mahallelerinde yaşıyorlarsa da, diğerleri ekonomik açıdan başarılı olmuşlardır. Filistinliler şu anda Arap devletleri arasında en yüksek kişi başına düşen üniversite mezunu oranına sahiptir. Bu diaspora tecrübesi, Filistin halkının tüm kesimlerinin yüksek düzeyde politize edilmesine katkıda bulunmuştur.

 

 İsrail’in Filistinli Arap Vatandaşları

 1948’de, İsrail devletine dönüşen alanda sadece 150.000 Filistinli Arap kalmıştı. Bu kişilere İsrail vatandaşlığı ve oy hakkı verildi. Fakat birçok açıdan ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüler (ve hala öyle görülüyorlar), çünkü İsrail kendisini Yahudilerin devleti olarak tanımlıyor ve Filistinliler Yahudi değiller. 1966’ya kadar çoğu, hareketlerini ve diğer haklarını (konuşma, örgüt kurma vs.) kısıtlayan askeri bir yönetime tabiydiler. Arapların, 1965’e kadar, İsrail ticaret birliği federasyonuna (Histadrut) tam üye olması yasaktı. Topraklarının yaklaşık % 40’lık bir kısmına devlet tarafından el konulmuştu ve bu yerler öncelikli olarak (ya da sadece) Yahudilerin yararlandığı geliştirme projeleri için kullanılıyordu. Tüm İsrail hükümetleri Arap nüfusa karşı ayrımcılık yapıyordu. Bu, Arap kısmına; eğitim, sağlık, bayındırlık hizmetleri, belediye ve ekonomik kalkınma için çok daha az kaynak tahsisini içeriyordu.

 İsrail’in Filistinli Arap vatandaşları, Filistinli ya da Arap milli duygularının ifade edilmesini –resmen- bozgunculuk olarak gören bir devlette, kültürel ve politik kimliklerini korumak için çetin bir mücadele verdiler.

İsrail’in Filistinli Arap vatandaşları, Filistinli ya da Arap milli duygularının ifade edilmesini –resmen- bozgunculuk olarak gören bir devlette, kültürel ve politik kimliklerini korumak için çetin bir mücadele verdiler. 1967’ye kadar Arap dünyasından izole edildiler ve kendilerine diğer Araplar tarafından, İsrail’de yaşadıkları için, sık sık hain gözüyle bakıldı. 1967’den beri, birçoğu kendi Filistinli kimliğinin çok daha fazla farkına vardı. Bu kimliğin önemli bir ifadesi 30 Mart 1976’daki genel grevin örgütlenmesidir. Bu gün, Arap topraklarına sürekli el konulmasının protesto edilmesi amacıyla “Toprak Günü” ilan edildi. İsrail güvenlik kuvvetleri o gün altı Arap vatandaşını öldürdü. Şimdi tüm Filistinliler o günü ulusal bir gün olarak anıyorlar.

Aynı zamanda birçok Filistinli Arap İsrail vatandaşı olarak sahip oldukları politik statüyü ve İsrail toplumuyla olan ilişkilerinin, onları diğer Filistinlilerden farklı kıldığını anlamaya başladı. Her ne kadar çoğu, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir Filistin devletinin kurulmasını savunuyorsa da, çok küçük bir kısmı, böyle bir devlet var olursa oraya yerleşmeyi düşünecektir.

 Haziran 1967 Savaşı

1949’dan sonra, İsrail ve Arap devletleri arasında bir ateşkes olmasına rağmen, çatışma devam etti ve bölge başka bir savaş olasılığı yüzünden tehdit altında kalmayı sürdürdü. Bu tehdit, ülkeler ordularını güçlendirdikçe ve güçlerini (ve halklarını) gelecekteki muhtemel bir “son savaş”a hazırladıkça oluşan silahlanma yarışı sonucu daha da arttı. 1956’da, İsrail, Mısır’a saldırmak üzere İngiltere ve Fransa’yla ittifak kurdu. Bu saldırının görünürdeki sebebi, Mısır’ın, Süveyş Kanalı’nı devletleştirme adımını geri almasını sağlamak (sonra da Fransa ve Britanya kontrolüne vermek) idi. İsrail güçlerinin Gazze ve Sina Yarımadası’nı ele geçirmesine karşın, ABD ve Sovyetler Birliği liderliğindeki BM baskısı sonucu, ateşkeste belirlenmiş olan sınırlara geri dönmek zorunda kaldı. ABD ve Sovyetler Birliği, Ortadoğu’daki çatışmaların daha da büyümesini önlemek için, beklenmeyen bir işbirliği yapmışlardı. Fakat 1960’ların başında, ABD ve Sovyetler Birliği birbirleriyle küresel düzeyde güç ve nüfuz için yarıştıkça, bölge Soğuk Savaş rekabeti için sıcak bir nokta oluşturmaya başlıyordu.

1967 baharında, Sovyetler Birliği Suriye’ye, İsrail güçlerinin Suriye’ye yapılacak bir saldırı için kuzey İsrail’de kümelenmekte oldukları şeklinde yanıltıcı bir bilgi verdi. İsrail’in böyle bir seferberliği yoktu. Fakat bir yıldır Suriye ve İsrail arasındaki çarpışmalar şiddetlenmekteydi ve İsrailli liderler kamuoyu önünde; eğer Suriye kendi bölgesinden İsrail’e yapılan Filistin komando saldırılarını önlemezse, Suriye rejimini düşürmek gerekeceğini belirtmişlerdi.

Suriye’nin yardım isteğine yanıt olarak, Mayıs 1967’de Mısır askerleri, İsrail sınırındaki Sina Yarımadası’na girdiler. Birkaç gün sonra Mısır başkanı Cemal Abdül Nasır, İsrail ve Mısır arasında yer alan BM gözlemci güçlerinin, yerlerini boşaltmalarını istedi. Mısırlılar daha sonra Sina Yarımadası’nın güney ucunda bulunan Şarm el-Şeyh’i ele geçirdiler ve Akabe Körfezi’nde bulunan İsrail’in Eilat limanını abluka altına aldıklarını açıkladılar. Eilat’a Mısır karasuları üzerinden ulaşılabileceğini iddia ettiler. Bu gelişmeler, İsrail halkını korkuttu ve şoke etti; bunun kendileri için bir yokedilme tehlikesi olduğuna inanıyorlardı.

Askeri ve diplomatik kriz devam ederken, 5 Haziran 1967 günü İsrail, önceden belirlenmiş bir şekilde, Mısır ve Suriye’ye saldırdı ve o sırada yerde bulunan hava kuvvetlerini birkaç saat içinde yok etti. Ürdün savaşa geç katıldı ve İsrail hemen ona da saldırdı. Mısır, Suriye ve Ürdün orduları kesin bir şekilde yenildi ve İsrail, Ürdün’den Batı Şeria’yı ve Gazze Şeridi’ni, Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den de Golan Tepeleri’ni aldı.

Sadece 6 gün süren 1967 Savaşı, İsrail’in bölgedeki egemen askeri güç olduğunu ortaya koydu. İsrail’in zaferinin çabukluğu ve kesinliği, Arap rejimlerine olan güveni azalttı. Tersine,  1967’den sonra, Filistin ulusal hareketi, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ – daha fazla bilgi burayı için tıklayınız) ’nü oluşturan politik ve askeri gruplar şeklinde ana hareket olarak ortaya çıktı.

İşgal Altındaki Topraklar

Batı Şeria’daki İsrail işgal askerleri.Batı Şeria’daki İsrail işgal askerleri.

Yeni Yahudi İsrail Devleti’ni Manda altındaki Filistin’in diğer kısımlarından ayıran 1949 ateşkesi sonucunda Batı Şeria ve Gazze Şeridi iki ayrı coğrafi bölge haline geldi. Batı Şeria, Doğu Kudüs dahil olmak üzere, Ürdün tarafından yönetiliyordu. Ürdün bölgeyi 1950 yılında elegeçirmiş ve bölgedeki Filistinlilere vatandaşlık vermişti. Bu dönem boyunca Gazze Şeridi Mısır askeri yönetimi altındaydı. 1967 savaşında İsrail, Sina Yarımadası (Mısır’dan), Golan Tepesi (Suriye’den) ile birlikte bu bölgeyi de ele geçirdi ve işgal etti.

İsrail, işgal edilen Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistin vatandaşlarını yönetmek için bölgede bir askeri yönetim kurdu. Bu düzenleme altında Filistinlilerin, çoğu temel politik hakları ve vatandaşlık hakları reddedildi. Bunların arasında ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve politik örgütler kurma özgürlüğü yer alıyordu. Filistin milliyetçiliği İsrail güvenliği için bir tehdit olarak görülüyor ve suç sayılıyordu, öyle ki Filistin’in ulusal renklerini göstermek bile cezalandırılabilecek bir eylemdi. Filistinlilerin hayatları tüm yönleriyle kontrol altındaydı ve İsrail askeri yönetimi tarafından genelde ciddi bir şekilde kısıtlanmıştı. Örneğin İsrail, Filistin mutfağının temel bir parçası olan yabani kekiğin (za’tar) toplanmasını yasaklamıştı.

Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail politikaları ve uygulamaları, sokağa çıkma yasağı, ev yıkımları, ve yol okul ya da kamu kurumlarının kapatılması gibi kolektif cezaların yaygın olarak kullanılmasını içeriyordu. Yüzlerce Filistinli politik eylemci Ürdün ya da Lübnan’a sürülmüş, binlerce hektar Filistin toprağına el konuldu ve yüz binlerce ağaç kökünden sökülmüştü. 1967’den beri 300.000’den fazla Filistinli yargılanmadan hapse atılmış ve yarım milyondan fazlası da İsrail askeri mahkemelerinde yargılanmıştı. Filistinli tutuklulara yapılan işkence –en azından 1971’en beri- yaygın bir uygulamaydı ve düzinelerce insan –zor kullanma ya da ihmal sonucu- gözaltında öldü. İsrailli resmi yetkililer terörizmin önüne geçmek için sert önlemlerin ve yüksek hapis oranının gerekli olduğunu iddia ettiler. İsrail’e göre Filistin terörizmi, işgale karşı olan tüm muhalefet biçimlerini (şiddet içermeyenler dahil) içeriyordu.

 

Batı Şeria’daki bir vadinin tepesindeki Yahudi yerleşim alanı.Batı Şeria’daki bir vadinin tepesindeki Yahudi yerleşim alanı.

İsrail, Batı Şeria ve Gazze’ye yüzlerce yerleşim yeri inşa etti ve yüz binlerce Yahudi yurttaşının bubölgelere yerleşmelerine izin verdi; bu durumun uluslararası yasaların ihlali anlamına gelmesine rağmen. İsrail, 4. Cenevre Konvansiyonu’nun ve yabancı toprakların askeri işgaliyle ilgili diğer uluslararası kanunların ihlalini, Batı Şeria ve Gazze’nin daha önce hiçbir devletin egemenliğinde olmadıkları için teknik olarak “işgal” altında olamayacaklarını söyleyerek haklı çıkarmaya çalıştı. Böylelikle, bu yoruma göre İsrail yabancı bir “işgalci” değil, durumu daha belirlenmemiş olan bir bölgenin yasal “yönetici” siydi. Uluslararası camia, İsrail’in Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nin işgal altında olmadığına dair olan resmi duruşunu reddetti ve uluslararası yasaların bu bölgelerde uygulanması gerektiğini savundu. Fakat uluslararası kanunların uygulanması ya da İsrail’in 1967’den beri yaptığı sayısız ihlalden dolayı sorumlu tutulması için çok az çaba gösterildi.

 

 Kudüs

 

Kudüs’te vakit geçiren Filistinli erkekler.Kudüs’te vakit geçiren Filistinli erkekler.

BM’nin bölme planı, Kudüs’ün Yahudi ve Filistin Arap devletlerinden bağımsız, uluslararası bir bölge olmasını öngörüyordu. 1948 Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail Kudüs’ün batı kısmını, Ürdün de önemli Yahudi, Müslüman ve Hıristiyan kutsal bölgelerinin içinde olduğu eski duvarla çevrili şehri içeren doğu kısmının kontrolünü ele geçirmişti. 1949 ateşkes hattı şehri ikiye böldü. Haziran 1967’de İsrail, Doğu Kudüs’ü Ürdün’den aldı ve hemen topraklarına kattı. 1981’de de bu bölgenin topraklarına katılmasını tekrar onayladı.

 İsrail Kudüs’e “ebedi başkent” gözüyle bakmaktadır. Araplar Doğu Kudüs’ün işgal altındaki Batı Şeria’nın bir parçası olduğunu düşünmekte ve Filistin’in başkenti olmasını istemektedirler.

 

 Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)

Arap Birliği 1964’te FKÖ’yü, Filistin milliyetçiliğini kontrol etme çabasının bir parçası olarak kurdu. Görünen amacı ise bu davayı desteklemekti. 1967’deki Arap yenilgisi, daha genç ve daha militan Filistinlilerin FKÖ yönetimini devralmasına ve FKÖ’nün Arap rejimlerinden biraz daha bağımsız hale gelmesine olanak tanıdı.

 

FKÖ lideri Yasser Arafat Filistinli çocuklara sesleniyor.FKÖ lideri Yasser Arafat Filistinli çocuklara sesleniyor.

FKÖ, değişik ideolojik yönelimleri olan, farklı politik ve silahlı gruplardan oluşuyordu.

Yaser Arafat, en büyük grup olan El-Fetih’ın lideriydi ve 1968’den beri de FKÖ’nün başkanıydı. Diğer büyük gruplar şunlardı: Filistin'in Kurtuluşu için Halk Cephesi (FKHC), Filistinin Kurtuluşu için Demokratik Cephe (FKDC), ve işgal altındaki bölgelerde ise, Filistin Halk Partisi (FHP, eski Komünist Parti). Fraksiyonel farklılıklarına rağmen, Filistinlilerin çoğunluğu FKÖ’yü temsilcileri olarak görüyorlardı.

1960’larda FKÖ’nün çalışmalarının merkez üssü Ürdün’deydi. 1970-71’de Ürdün ordusuyla anlaşmazlığa düşülmesi, FKÖ liderliğini ülke dışına, Lübnan’a yerleşmeye zorladı. 1975’te Lübnan iç savaşı başladığında, FKÖ bu çatışmada bir taraf haline geldi. Lübnan’ın 1982’de İsrail tarafından işgal edilmesinden sonra, FKÖ liderliği ülkeden sürüldü, tekrar taşınmak zorunda kaldı, bu sefer Tunus’a.

 Eğitimdeki Filistinli kadınlar. Eğitimdeki Filistinli kadınlar.

1993’e kadar İsrail, Filistin ulusal haklarını kabul etmedi ya da mücadelede Filistin’i bağımsız bir taraf olarak tanımadı. İsrail, FKÖ ile müzakereyi reddetti, neden olarak ta FKÖ’nün terörist bir örgütten başka bir şey olmadığını öne sürdü. Sadece Ürdün ya da diğer Arap devletleri ile anlaşma masasına oturacağı konusunda ısrar etti. Bir Filistin devletinin kurulmasını reddetti, Filistinlilerin var olan Arap devletleri içine katılmasında ısrar etti. Bu uzlaşmazlık, İsrail temsilcileri FKÖ ile gizli pazarlıklara girince sona erdi. Bu da, Oslo Prensipler Deklarasyonu’na yol açtı (Aşağıya bkz.).

 

 BM Güvenlik Konseyi Kararı 242

 1967 Savaşı’ndan sonra, BM Güvenlik Konseyi “güç kullanarak bir bölgeyi ele geçirmek kabul edilemez” hükmünü içeren Karar 242’yi benimsedi. Konsey, İsrail’in savaşta ele geçirdiği bölgelerden geri çekilmesini ve bölgedeki tüm devletlerin güvenli ve onaylanmış sınırlar içinde varlığını sürdürme hakkını savunuyordu. Karar 242’nin Fransızca versiyonu İsrail’in “söz konusu bölgelerden” geri çekilmesi gerektiğini söylerken, İngilizce versiyonu “bölgelerden” geri çekilinmesi gerektiğini söylüyordu. (Hem İngilizce hem de Fransızca BM’nin resmi dilidir). İsrail ve Amerika, İsrail’in 1967’de ele geçirdiği toprakların bir kısmından –ama hepsinden değil- geri çekilmesinin, kararın şartlarını karşılayacağını iddia etmek amacıyla kararın İngilizce versiyonunu kullandılar.

 Uzun yıllar boyunca, Filistinliler Karar 242’yi reddettiler çünkü bu karar onların kendi ulusal kaderlerini belirleme ya da anayurtlarına dönme haklarını tanımıyordu. Karar, sadece mülteci sorununa adil bir çözümü getiriyordu. Bölgedeki tüm devletlerin tanınmasını amaçlayarak, Filistin ulusal haklarını tanımadan, Filistinlilerin tek taraflı olarak İsrail’i tanımasını gerektiriyordu.

 

 Ekim 1973 Savaşı

 Başkan Enver Sedat, 1970’lerin sonlarında Mısır’da iktidara geldikten sonra, BM elçisi Gunnar Jarring’e yaptığı bir açıklamada İsrail ile bir barış anlaşması imzalamayı istediğini, ama bunun için de 1967 yılında kaybedilmiş olan Mısır topraklarının (Sina Yarımadası) geri verilmesi gerektiğini söylemişti. Bu teklif İsrail ve ABD tarafından görmezden gelinince, Mısır ve Suriye bu politik çıkmazı ortadan kaldırmak için harekete geçmeye karar verdiler. Ekim 1973’te, Yahudi kutsal günü Yom Kippur’da Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’ndeki İsrail güçlerine saldırdılar.

 Bu sürpriz saldırı İsrail’i hazırlıksız yakaladı ve Araplar başlarda bazı askeri başarılar elde ettiler. Bu, Amerika’yı politik müdahale yoluna gitmeye ve bununla birlikte İsrail’e hızla artan bir şekilde askeri yardım göndermeye yöneltti. Savaştan sonra, Amerikan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger diplomatik bir şekilde sınırlı bir iki taraflı anlaşma stratejisi izledi. Buna göre İsrail’in Sina Yarımadası ve Golan Tepeleri’nden kısmi olarak çekilmesi garantilenecek ama daha zor sorunlar üzerinde – Batı Şeria ve Gazze’nin kaderi dahil olmak üzere-  pazarlıklardan kaçınılacaktı. 1975’in sonlarına doğru bu çabaların potansiyel güçleri tükendi ve kapsamlı bir Arap-İsrail barış anlaşmasına ulaşma umudu kalmadı.

 1977’nin sonlarında Sedat, İsrail’e farklı bir teklif sunmaya karar verdi. 19 Kasım 1977’de Kudüs’e yaptığı ziyaret Camp David uzlaşmalarına ve 1979’da Mısır-İsrail barış anlaşmasına yol açtı.

 

 Camp David I

 Eylül 1978’de Başkan Jimmy Carter, Sedat ve İsrail Başbakanı Menachem Begin’i başkanlığın bir dinlenme yeri olan Maryland’deki Camp David’e davet etti. İki anlaşmayı sonuca ulaştırdılar: İsrail ve Mısır arasında barış için bir çatı ve Ortadoğu Krizi‘nin (Örn: Filistin Sorunu) çözümü için genel bir çatı.

 İlk anlaşma 1979 yılında imzalanan Mısır-İsrail barış anlaşmasına temel oluşturdu. İkinci anlaşma Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilere özerklik verilmesini ve 5 yıllık geçici bir süre için yerel bir yönetim kurulması ve bu süre sonunda bu bölgelerin nihai durumunun müzakere edilmesini öngörüyordu.

 Camp David görüşmelerinin sadece Mısır-İsrail ile ilgili olan kısmı uygulandı. Filistinliler ve diğer Arap devletleri özerklik kavramını reddettiler çünkü bu kavram İsrail’in 1967’de ele geçirilen bölgelerden tam olarak geri çekilmesini ya da bağımsız bir Filistin devletinin kuruluşunu garantilemiyordu. Her halükârda İsrail, Camp David’de Menachem Begin’in Jimmy Carter’a verdiği sözleri ihlal eder şekilde, Filistin topraklarına el koymaya ve yeni yerleşim yerleri kurmaya devam ederek müzakereleri sabote etti.

 

 İntifada

 

Ramallah’taki Filistinliler İsrail işgal güçlerine karşı gösteri yaparken.Ramallah’taki Filistinliler İsrail işgal güçlerine karşı gösteri yaparken.

Aralık 1987’de Batı Şeria ve Gazze’deki Filistin halkı kitle olarak İsrail işgaline karşı bir ayaklanma başlattı. Bu ayaklanma ya da intifada (Arapça’da “silkip atmak” anlamına gelir), Tunus’taki FKÖ liderliği tarafından başlatılmamış ya da yönetilmemişti. İntifada daha ziyade, işgal altında gelişen örgüt ve kurumlarda doğan bir halk hareketiydi. İntifada, yüz binlerce kişiyi içeriyordu ve bu kişilerin içinde daha önce hiç direniş tecrübesine sahip olmayan kişiler (çocuklar, gençler ve kadınlar dahil) yer alıyordu. İlk birkaç yıl intifada; kitlesel gösteriler, genel grevler, vergileri ödememek, İsrail ürünlerinin boykot edilmesi, politik grafiti ve yeraltı okullarının kurulması (çünkü normal okullar, ordu tarafından ayaklanmaya misilleme olarak kapatılmıştı) gibi birçok sivil itaatsizlik biçimini içeriyordu. Bunun yanında taş fırlatma, Molotof kokteylleri ve İsrail askeri güçlerinin hareketini engellemek için barikat kurmayı da içine alıyordu.

 İntifada eylemciliği, Birleşmiş Ulusal Ayaklanma Liderliği’nin (BUAL) şemsiyesi altındaki halk komiteleri tarafından örgütlenmişti. BUAL, işgal altındaki bölgelerde aktif olan dört FKÖ partisinin koalisyonuydu: El-Fetih, FKHC, FKDC, FHP. Bu geniş tabanlı direniş, Batı Şeria ve Gazze’deki Filistinlilerin yüzyüze olduğu duruma benzeri görülmemiş bir uluslararası ilgi çekti ve işgale daha önce hiçbir zaman olmadığı bir biçimde meydan okudu.

 İsrail, Savunma Bakanı İshak Rabin’in yönetimi altında, intifadayı “güç, kuvvet ve darbe”lerle ezmeye çalıştı. Ordu komutanları askerlere, göstericilerin kemiklerini kırmalarını emretti. 1987’den 1991’e kadar İsrail güçleri, 200’ü 16 yaşının altında olmak üzere, 1000’den fazla Filistinliyi öldürdü. 1990 yılına gelindiğinde BUAL’ın çoğu lideri tutuklanmış, intifada birleşmiş gücünü kaybetmişti. Buna rağmen birkaç yıl daha devam etti. Filistin toplumundaki politik bölünme ve şiddet tırmanış gösterdi, özellikle de çeşitli FKÖ grupları ve İslamcı örgütler arasındaki büyüyen rekabet (HAMAS ve İslami Cihat) dikkat çekiciydi. Filistinli militanlar, bu dönemde işgalci yetkililerle işbirliği yaptıklarından şüphelenilen 250’den fazla Filistinliyi ve 100 civarında İsrailliyi öldürdüler.

 İntifada, Filistin politik insiyatifinin ağırlık merkezini Tunus’taki FKÖ liderliğinden işgal altındaki bölgelere kaydırdı.

İntifada işgale son vermese de, statükonun savunulamayacağını açıkça gösterdi. Filistin politik inisiyatifinin ağırlık merkezini Tunus’taki FKÖ liderliğinden işgal altındaki bölgelere kaydırdı. İşgal altındaki bölgelerdeki Filistinli eylemciler, FKÖ’den bağımsızlık mücadelesine rehberlik etmesi için, açık bir politik program benimsemesini talep ettiler. Buna cevap olarak, Filistin Ulusal Konseyi (Sürgündeki Filistin Hükümeti) Kasım 1988’de Cezayir’de toplandı, İsrail devletini tanıdı, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bağımsız Filistin devletini ilan etti ve terörizmi terk etti. İsrail hükümeti, hiçbir şeyin değişmediğini ve FKÖ’nün asla pazarlık yapılmayacak terörist bir örgüt olduğunu öne sürerek bu jestlere tepkisiz kaldı. ABD, FKÖ’nün politikalarının değiştiğini onayladı, fakat İsrail’in uzlaşmaz tutumunu terk etmesini sağlayacak pek birşey yapmadı.

 

 Madrid Konferansı

ABD ve İsrail’in, FKÖ’nün ılımlı yaklaşımına anlamlı cevap vermedeki başarısızlıkları, FKÖ’nün 1991’deki Körfez Savaşı’nda ABD liderliğindeki saldırıya muhalefeti ile sonuçlandı. FKÖ, Irak’ın Kuveyt’i ilhakını onaylamıyordu, ama Saddam Hüseyin’in ABD’ye ve Körfezdeki petrol ihraç eden ülkelere meydan okumasını bölgesel statükoyu değiştirmek ve dikkati Filistin sorununa çekmek için bir yol olarak görüyordu. Savaştan sonra FKÖ diplomatik olarak izole edildi. Kuveyt ve Suudi Arabistan sağladıkları finansal desteği kestiler, böylece FKÖ krizin eşiğine geldi.

 1991 Körfez Savaşı’dan sonra FKÖ diplomatik olarak izole edilmişti ve krizin eşiğindeydi.

 Körfez Savaşı’ndan sonra ABD, Arap-İsrail anlaşmazlığına çözüm sunarak Ortadoğu’daki konumunu dengelemeye çalıştı. FKÖ’nün aleyhine dönmelerine karşın, Kuveyt ve Suudi Arabistan Arap-İsrail anlaşmazlığını çözmek ve bu anlaşmazlığın yarattığı bölgesel kararsızlık potansiyelini ortadan kaldırmak istiyorlardı. Başkan Bush yönetimi, Arap müttefiklerine karşı kendini borçlu hissediyordu ve bu konuda isteksiz olan İsrail Başbakanı İshak Shamir’e, Filistinlilerle ve Arap devletleriyle Ekim 1991’de Madrid’de toplanacak çok taraflı bir konferansta müzakerelerin başlaması için baskıda bulunuyordu. Shamir’in koşulları – ki bunları ABD kabul etmişti- şunlardı: FKÖ görüşmelerin dışında tutulacak ve Filistin’in özgürlük ve devlet olma isteği direkt olarak belirtilmeyecek.

 Washington’da yapılan sonraki müzakere oturumlarında, Filistinliler işgal altındaki bölgelerden bir delegasyonla temsil edildiler. Bu delegasyondakiler İsrail onayına tabiydi ve Doğu Kudüs sakinleri şehrin İsrail’in bir parçası olduğu konusunda düşünce bildirmek zorundaydılar. FKÖ önceden bu konuşmaların dışında tutulduysa da, liderlerine delegasyon tarafından düzenli olarak danışıldı ve tavsiyeler alındı. İsrailli ve Filistinli delegasyonlar defalarca toplantı yaptıysalar da, çok az gelişme kaydedilebildi. Başbakan Shamir ofisten ayrıldıktan sonra, stratejisinin Washington müzakerelerini 10 yıl daha uzatmak olduğunu ve bu süre içinde Batı Şeria’nın ilhakının olmuş bitmiş bir olay olacağını ilan etti.

 Haziran 1992’de görevi İshak Rabin tarafından yönetilen yeni bir İsrail İşçi Partisi hükümeti üstlendi ve İsrail-Filistin anlaşmasının hızlı bir şekilde sonuçlandırılacağı sözünü verdi. Ancak bunun yerine, Aralık 1992’de İsrail 400 Filistinliyi radikal İslam eylemcisi olmakla suçlayarak (yargılanmadan ya da mahkum edilmeden) sınırdışı edince, Washington müzakereleri çıkmaza girdi. Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki insan hakları koşulları, Rabin görevi devraldıktan sonra dramatik bir şekilde kötüye gitti. Bu, Washington görüşmelerindeki Filistin delegasyonunun yasallığını baltaladı ve birkaç delege istifa etmek zorunda kaldı.

 Washington müzakerelerinin ilerlememesi ve Batı Şeria ve Gazze’deki ekonomik ve insan hakları koşullarının kötüye gitmesi, FKÖ’ye yönelik radikal İslamcı meydan okumayı hızlandırdı. İsrail hedeflerine HAMAS (İslami Direniş Hareketi) ve İslami Cihat tarafından düzenlenen şiddetli saldırılar gerilimi daha da artırdı. İronik bir şekilde intifadadan önce, İsrail yetkilileri, işgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinlileri bölmenin bir yolu olarak İslami örgütlerin gelişmesine izin vermişlerdi. Fakat İslamcıların popülaritesi arttıkça ve FKÖ’nün ılımlılığına meydan okumaya başlayınca, siyasi İslam’ın FKÖ’nün laik milliyetçiliğine alternatif olması için cesaretlendirilmesi politikalarından pişman oldular. Sonunda İshak Rabin, HAMAS, Cihat ve kendilerinin de taraf olduğu daha geniş İslami hareketlerin İsrail için FKÖ’den daha büyük bir tehdit oluşturduğunu anladı.

 

 Oslo Uzlaşmaları

 Körfez Savaşı’ndan sonra FKÖ’nün zayıflığı, Washington görüşmelerindeki çıkmaz ve Radikal İslam korkusu Rabin hükümetini, İsrail’in çoktandır devam eden FKÖ ile masaya oturmama geleneğini bozmasına yol açtı. Sonuç olarak İsrail, Oslo’da (Norveç), direkt olarak Madrid ve Washington görüşmelerinin dışında tutulan FKÖ temsilcileriyle gizli müzakereler başlattı. Bu müzakereler, Eylül 1993’te Washington’da imzalanan İsrail-FKÖ Prensipler Deklarasyonu’nu doğurdu.

 FKÖ, İsrail’le yapılan bu büyük eksiklikler içeren anlaşmayı kabul etti çünkü oldukça zayıftı ve Arap dünyasından çok az diplomatik destek görüyordu.

Prensipler Deklarasyonu, İsrail ve FKÖ’nün karşılıklı tanınmasına dayanıyordu. İsrail’in Gazze Şeridi ve Eriha’dan çekileceğini, ayrıca 5 yıllık bir dönem içerisinde, Batı Şeria’nın açıkça belirtilmemiş bazı bölgelerinden çekileceğini ortaya koydu. Bu süre içinde, FKÖ, İsrail güçlerinin yer değiştirdiği bölgelerde “kendi kendini yönetebilen” bir Filistin Otoritesi (FO) (yani belediye) oluşturdu. Ocak 1996’da Filistin Yasama Konseyi ve FO’nun başkanlığı için seçimler yapıldı ve Yaser Arafat seçimleri rahat bir biçimde kazandı. İsrail tarafından terk edilecek toprakların büyüklüğü, kurulacak Filistin bağımsız varlığının tabiatı, İsrail yerleşim yerlerinin ve buralarda oturanların geleceği, su hakları, mülteci sorununun çözümü ve Kudüs’ün durumu gibi anahtar sorunlar, nihai durum görüşmelerinde görüşülmek üzere bir kenara bırakıldı.

 FKÖ, İsrail’le yapılan bu büyük eksiklikler içeren anlaşmayı kabul etti çünkü oldukça zayıftı ve Arap dünyasından çok az diplomatik destek görüyordu. Hem İslamcı radikal gruplar hem de Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki yerel liderler Arafat’ın liderliğine meydan okuyorlardı. Yine de sadece Arafat İsrail’le bir anlaşmayı sonlandırabilecek prestij ve meşruluğa sahipti.

 Oslo uzlaşmaları, bir sonuç belirtmeden bir müzakere süreci başlatmıştı. Bu sürecin Mayıs 1999’da biteceği öngörülüyordu. İsrail’in işgal altındaki bölgelerdeki kontrolünü bırakmadaki isteksizliği, nihai durum anlaşmasına varacak gerekli tavizleri vermeye olan isteksizlik ve periyodik olarak Oslo sürecinin aleyhtarları tarafından (özellikle HAMAS ve Cihat) gerçekleştirilen şiddet olaylarının patlak vermesi gibi sebepler yüzünden birçok gecikme yaşandı. Likud’un 1996-99 yılları arasında tekrar iktidara gelmesiyle birlikte Başbakan Benjamin Netanyahu, güvenmediği ve temel olarak karşı olduğu Oslo süreci ile ciddi olarak ilgilenmekten kaçındı.

 1999’da liderliğini Başbakan Ehud Barak’ın yaptığı, işçi partisinin önderliğindeki bir koalisyon başa geçti. Barak öncelikli olarak Suriye ile bir barış anlaşması yapmaya odaklandı. Suriyelileri, 1967 yılında İsrail’in ele geçirdiği bütün Golan Tepesi arazisinin bir kısmını geri veren bir anlaşma imzalamaya ikna edemeyince, dikkatini Filistin tarafına çevirdi.

 Oslo sürecinin uzatılmış ara süresi boyunca, İsrail’in İşçi Partisi ve Likud hükümetleri tarafından işgal altındaki bölgelere yeni yerleşim yerleri kuruldu, mevcut yerleşim yerleri genişletildi ve İsrailliler yerleşim yerlerinden İsrail’e, Filistin nüfusunun yoğun olduğu yerlerden geçmesinler diye yan yollar inşa edildi. Bu projelerin, İsrail’in nihai anlaşmada ilhak etmeye çalıştığı yerleri işaretlemek anlamına geldiği çoğu Filistinli tarafından anlaşıldı. Oslo süreci bu tek taraflı eylemleri ya da İsrail’in, kendi kontrolü altındaki bölgelerdeki Filistinlilerin insanlık ve yurttaşlık haklarını ihlal etmesini engelleyecek bir mekanizma içermiyordu.

 İsrail ve Filistin arasındaki nihai durum görüşmeleri 1996 yılının ortalarında başladı, ama ciddi olarak yoluna, 2000 yılının ortalarında girdi. O zamana kadar, bir dizi uzun ve zahmetli görüşmelerle karara bağlanan geçici İsrail geri çekilmesiyle birlikte, Filistin Otoritesi kendisini Batı Şeria’nın % 40 ve Gazze Şeridi’nin de % 65’lik kadar bir kısmını (direkt ya da kısmi olarak) kontrol eder buldu. Filistin bölgeleri, giriş ve çıkışlar İsrail tarafından kontrol edilmek üzere, İsrail tarafından kontrol edilen topraklarla çevrelenmişti.

 Filistinlilerin beklentileri, Oslo süreci ile yerine getirilmemişti. Oslo süreci Filistinlilerin en önemli uzlaşmalarını başta yapmalarını gerektiriyordu. Öte yandan, İsrail’in en önemli uzlaşmaları, FKÖ’nün kabul ettiğinin ötesinde, nihai durum görüşmelerinde yapılacaktı.

 

 Camp David II

 Temmuz 2000’de  Başkan Clinton, çok uzun süredir gecikmiş bulunan nihai durum anlaşması aşamasındaki müzakereleri sonlandırmak için, Başbakan Barak ve Başkan Arafat’ı Camp David’e çağırdı. Barak kendi “kırmızı çizgi”lerini ilan etti: İsrail 1967 öncesi sınırlarına çekilmeyecek; Doğu Kudüs 175.000 Yahudi vatandaşıyla birlikte İsrail egemenliğinde kalmaya devam edecek; İsrail 180.000 Yahudi yerleşimcisinin % 80 kadarının bulunduğu Batı Şeria’daki yerleşim birimlerini toprağına katacak; ve İsrail, Filistin mülteci sorununun oluşması ile ilgili ne yasal ne de ahlaki sorumluluk kabul edecek. Filistinliler, BM Güvenlik Konseyi kararı 242’ye ve Oslo Prensipler Deklarasyonu ruhundan anladıklarına uygun olarak İsrail’in Doğu Kudüs dahil, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden çekilmesini ve bu bölgelerde bağımsız bir devletin tanınmasını istiyorlardı.

 İki taraf arasındaki uzaklık -özellikle Kudüs ve mülteciler konularında- Temmuz 2000’deki Camp David zirvesinde bir anlaşmaya varılmasını imkansız kıldı. Barak, daha önce hiçbir İsrailli liderin açıkça dile getirmediği kadar kapsamlı bir şekilde Batı Şeria’dan geri çekilmeyi teklif etmesine karşın, Doğu Kudüs’te İsrail egemenliğini sürdürmekte ısrarcıydı. Bu, Filistinliler ve Müslüman dünyanın çoğu için kabul edilemezdi. Arafat, Camp David’den yandaşları nezdinde daha itibarlı olarak ayrıldı çünkü Amerikan ve İsrail baskısına teslim olmamıştı. Barak ülkesine döndüğünde, kendi hükümeti içinde bir politik krizle karşılaştı. Bu krize Filistinlilere çok fazla şey teklif ettiği için ayrılan koalisyon ortaklarının ayrılması da dahildi. Bununla birlikte, Kudüs’ün geleceğinin tartışılması konusundaki tabu yıkılmıştı. Birçok İsrailli ilk defa fark etti ki, şartlarını Filistinlilere zorla kabul ettirmeye çalıştıkları sürece, barışa asla erişemeyeceklerdi.

 

 Sonbahar 2000 Ayaklanması

bir filistinli Bir Filistinli, 25 Ekim 2000 tarihinde Batı Şeria’nın bir kasabası olan Ramallah’taki çatışmalar sırasında İsrailli askerlere gözyaşartıcı bombayı geri fırlatıyor. 4 haftadan fazla süren şiddet olayları sonucu, Batı Şeria ve Gazze’de 300’den fazla Filistinli öldü. (AP Photo/Enric Marti)

Oslo’da büyük eksikliklerle başlayan “barış süreci” günlük hayal kırıklıkları ve işgal altındaki bölgelerdeki Filistinlilere zorla kabul ettirilen küçük düşürmelerle birleşerek, Eylül’ün sonunda başlayan ikinci intifada ateşini yaktı. 28 Eylül’de Likud lideri Ariel Sharon 1000 silahlı koruma eşliğinde Harem-i Şerif ziyaret etti. Temmuz’da yapılan Kudüs’ün kutsal yerleri ile ilgili gerilimli müzakereler, Sharon’un Doğu Kudüs’ün ilhakı için yaptığı ünlü çağrı ile birleşince, bu hareket Kudüs’te geniş çaplı Filistin protestolarına yol açtı. İsrail askerleri altı silahsız göstericiyi öldürdü. Bu ölümler, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde bir aydan fazla süren gösterileri ve çatışmaları başlattı. Kısa bir süre için, bu gösteriler İsrail içindeki Filistin kasabalarına da yayıldı.

 Göreceli olarak söylemek gerekirse, ikinci intifada şimdiden ilkinden daha kanlıdır. Çünkü bir önceki intifadada Filistinliler taş ve Molotof kokteyli fırlatırken, İsrailli askerler de kauçuk kaplı çelik kurşunlarla ya da gerçek kurşunlarla karşılık veriyorlardı. Fakat iki taraf da 1987-1991’e göre daha büyük bir güce sahip. Birçok sokak eylemini koordine eden El-Fetih’in militan kanadı şimdi önemli bir hafif silah birikimine ve birçok kere de İsrail askerlerine ateş etti. İsrail’in bu olaylara askeri cevabı, FO kontrolündeki Batı Şeria kasabası olan Ramallah’ta kaybolduğu iddia edilen iki askerin 12 Ekim’de, bir gün önce askerlerin vurarak öldürdüğü silahsız bir adamın cenazesinden dönen bir topluluk tarafından öldürülmesi sonucu dramatik olarak arttı. IDF, Ramallah, Gazze ve diğer yerlerdeki FO tesislerine helikopterler ve füzelerle saldırdı. Sonrasında, IDF her zaman Filistinlilerin hafif silahlarla yaptıkları atışlara karşılık vermek için İsraillilerin ölmesini beklemedi. Karşılık verirken İsrail güçleri tank ve top mermileri kullanıyordu ve Batı Şeria ve Gazze’deki sivil mahallelerini de topçu ateşine tutuyordu.

 Bu eylemlerden ve silahsız Filistinlilerin gösterilerini kontrol altına almak için gerçek kurşun kullanımından dolayı birkaç uluslararası insan hakları örgütü İsrail’i aşırı güç kullandığı için kınadı. BM Güvenlik konseyi de benzer bir kınamada bulundu, fakat ABD çekimser kaldı. 20 Ekim’de BM Genel Kurulu İsrail’i kınayan bir kararı onayladı. İsrail, ABD ve dört Polinezya adası hayır oyu kullandı, ve kongrenin üçte birlik bir kısmı çekimser kaldı. Sharm al-Sheikh’teki ateşkes anlaşmasına, daha sonra Arafat ve Shimon Peres arasında, şiddeti bastırmak üzere yapılan bir anlaşmaya ve Bill Clinton’ın Ocak 2001’de müzakereleri tekrar başlatmak için gösterdiği çabalara rağmen ikinci intifada yakın bir zamanda bitecekmiş gibi görünmüyor. Aralık 2000’de Barak, Knesset’te (İbranice’de Kongre, Meclis demek) muhtemel bir güvensizlik oyunun önüne geçmek için, erken seçim çağrısı yaptı. 6 Şubat seçiminde Ariel Sharon’a rakip olacak. Bugüne kadar ,% 90 kadarı Filistinli olmak üzere, 350 kişi şiddet olayları sırasında öldürüldü. Ayaklanmanın sonuçları çok bulanık da olsa, Oslo barış sürecini sürdürmek –iskeletinde esaslı değişiklikler yapmadan- muhtemelen imkansız görünüyor. Filistin sokakları Oslo’yu kesin olarak reddetti ve şimdi FO’nun üst kademe yetkilileri BM kararlarının gelecekteki nihai durum görüşmelerinin temelini oluşturması gerektiğini söylüyorlar.