Orta Doğu’nun 1939-67 arasındaki tarihinin başlıca olgusu, emperyal güçlerin bölgeden çekilişi, Arap ulus devletlerinin kuruluşu ve Arap milliyetçiliğinin bir ulus-devletçilik formuna dönüşerek kurulan ulus-devletlerde resmi ve popüler ideoloji haline gelmesidir. Arap milliyetçiliği iktidara geldikten sonra taahhütlerini yerine getiremeyerek çökecektir. Bu yükselişi ve çöküşü karakterize eden başlıca siyasi gelişmeler ise Süveyş Krizi, Cezayir Savaşı, Filistin Sorunu ve İslami Muhalefetin yükselişidir. Bu bölümde yukarıda zikredilen çerçeve dahilinde Orta Doğu’nun 1939-67 arasındaki tarihini özetlemeye çalışacağız.
V.1. İkinci Dünya Savaşı Öncesi Durum ve Savaş’ın Genel Özeti
Önceki bölümde gördüğümüz gibi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Arap Dünyası Britanya ve Fransız emperyal sistemine sıkı sıkıya bağlanmıştır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı, gerek eski emperyal güçleri ekonomik ve askeri olarak zayıflatması gerekse Araplara farklı alternatiflerin mümkün olduğu bir dünya sunması itibariyle değişimi tetikleyen önemli unsurlardan biri olmuştur.
Bir Orta Avrupa savaşı olarak başlayan İkinci Dünya Savaşı, İtalyan ordularının Mağrib’de ilerlemeye başlamasıyla Orta Doğu’ya yayılır. 1940’ta İtalyan orduları Kuzey Afrika’ya girer ve Britanya’nın konumunu tehdit etmeye başlar. 1941’de Almanya’nın doğuya, Fransız yönetimi altındaki Suriye ve Lübnan’a ve Almanya ile ilişkileri olan bir grubun elinde olan Irak’a doğru ilerleyebileceği yönünde korkuları ortaya çıkarır. Bunun üzerine Mayıs 1941’de Irak Britanya tarafından, Haziran 1941’de Suriye bir Fransız-Britanya ortak gücü tarafından, İran da bir Britanya ve SSCB ortak gücü tarafından işgal edilir. 1941 sonunda ABD, Japonya’nın yanısıra Almanya ve İtalya’ya karşı savaşa girer. Temmuz 1942’de, Kuzey Afrika’ya gelen Alman ordusu Mısır’a doğru ilerler, ama Britanya tarafından durdurulur. Kasım 1942’de Anglo-Amerikan orduları Mağrip’e çıkar ve Fas ve Cezayir’i işgal eder ve 1943’te Almanlar, Tunus’tan da çekilmek zorunda kalır. Böylece fiili savaş Arap ülkeleri açısından böylece sona ermiş olur.
Savaş sonrası duruma bakıldığında, Britanya eskiden hakim oldukları bölgelere yine hakimdir ve Fransa Suriye, Lübnan ve Mağrip’te varlığını sürdürmektedir. Ancak aslında her ikisinin de hegemonyalarının temelini oluşturan askeri ve ekonomik güçleri büyük ölçüde sarsılmıştır[1].
İkinci Dünya Savaşının, Orta Doğu’nun siyasi geleceği açısından en önemli sonuçlarından biri de, Arap halkları arasında farklı alternatiflerin mümkün olabileceği inancının güçlenmesi ve daha yakın birlik oluşturma fikrinin yayılmaya başlamasıdır.
V.2. Savaş Sonrası Güç Paylaşımı
Savaş sonrasında, A.B.D. ve S.S.C.B., Britanya ve Fransa’yı ekonomik, askeri ve politik açıdan gölgede bırakarak güçlenmişlerdi. Dünya Yalta’da Anglo-Amerikan emperyalizmi ve Sovyetler Birliği arasında bölüşüldü. Orta Avrupa ve Orta Asya SSCB denetimine bırakılırken, Batı ve Güney Avrupa, Orta Doğu, Kuzey Afrika, Uzak Doğu ve Pasifik bölgeleri Anglo-Amerikan emperyalizminin nüfuz bölgesi oldu.[2] Bu yeni hegemonik çiftle beraber gelen jeokültürel değişim sonucu, eski sömürge ve yarı-sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketleri ortaya çıktı ve başarıya ulaştı. 1947’de Britanya Hindistan’dan çekildi; Hindiçin, Malezya ve Endonezya’da ulusal kurtuluş ayaklanmaları başladı; 1949’da Çin’de Halk Cumhuriyeti kuruldu. ABD, devrimlerin yayılması korkusuyla, Britanya ve Fransa’dan sömürgelerini hızla tasfiye etmesinde ısrarcı davranıyordu[3]. Savaş sona erdiğinde, bir kuşak boyunca Britanya ve Fransa’nın neredeyse özel etki alanı olmuş Ortadoğu ve Mağrip, eski ve yeni hegemonik güçlerle Arap ülkeleri arasındaki ilişkilerin artık istikrarlı olmadığı bir bölge haline geldi. Savaştan kağıt üzerinde galip çıkmış olmakla birlikte ekonomik olarak çökmüş halde çıkan Fransa’nın konumu zayıfladı. Cezayir’de 1945’teki güçlü isyan şiddetle bastırıldı ancak, aynı yıl içerisinde Fransa, Suriye ve Lübnan’ın tam bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Suriye’nin tam bağımsızlığa kavuşmuş olması bundan böyle ulusçu bir parti için daha azına rıza göstermesini zorlaştırdı. Savaş sonrasında Britanya’nın Ortadoğu’daki konumunun bazı bakımlardan güçlendiği ve ABD’nin savaşın hemen ardındaki dönemde Ortadoğu’nun Arap kesimlerinde hegemonik güç olarak Britanya’nın yerini henüz almak istemediği görülür.[4] Ancak, “Soğuk Savaş”ın başlamasıyla Amerikan müdahalesi artar ve ABD, 1947’de, Yunanistan ve Türkiye’yi Rus tehdidine karşı savunma sorumluluğunu üstlenir. Soğuk Savaş çerçevesinde Batının Arap dünyasındaki siyasal ve stratejik çıkarlarını koruma sorumluluğunu da Britanya üstlenir[5]. Britanya açısından bakıldığında Ortadoğu, petrol, pazarlar, ulaşım ve mevcut yatırımlar nedeniyle önemliydi. Britanya bu bölgedeki stratejik çıkarlarını dostluk anlaşmalarıyla korumaya çalıştı: Arap bağımsızlığını ve daha geniş bir birliği destekledi, Araplara kendilerini savunmalarına yetecek kadar ekonomik ve teknik destek taahhüt etti[6]. Britanya, Arap hükümetlerinin ve ABD’nin, kendi çıkarlarının Britanya’nın çıkarlarıyla örtüştüğüne inanacaklarını düşünüyordu ancak bu düşüncenin tamamen yanlış olduğu müteakip on yıl içinde görüldü.[7] Eski ve yeni hegemonik güçler arasındaki çatışma özellikle 1950’li yıllarda zirveye ulaştı.
Ancak Britanya ve Fransa’nın bölgeden nihai olarak tasfiye edilmelerinde, eski ve yeni hegemonik güçler arasındaki çatışmanın yanısıra gelişen Arap milliyetçiliğinin de çok önemli bir rolü oldu.
V.3. Arap Milliyetçiliği
Arapların bir millet olarak tanımlanması ve kendi siyasal yapılarını oluşturmaları anlamında Arap milliyetçiliği Birinci Dünya Savaşı sonunda itibaren Arap Dünyasının gündemine girmeye başladı. Özellikle 1930’da Irak’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra Arap ulus devletlerinin geliştirilmesi yönündeki bu milliyetçilik anlayışı vataniye olarak adlandırılmaktadır. Bu görüşe göre, bağımsız Arap devletleri kurulmalı ve bu devletlerarasında bir işbirliği geliştirilmelidir. Ancak vataniye görüşünün, Büyük Suriye’yi savunan Suriye milliyetçiliği, ya da Mısır’ın Arap dünyasından çok daha eski ve köklü bir medeniyet olduğunu savunan Mısır milliyetçiliğiyle karıştırılmaması gerekir. Vataniye görüşü her ne kadar Arapların siyasal birliği konusunda egemen devletleri esas alan gevşek bir model önerse de sözgelimi Mısır’ın bir Arap ülkesi olduğu konusunda bir tereddüt içermemektedir.[8] 1920’lerde ve 30’ların ilk yarısında her iki görüş de Arap Dünyası içerisinde taraftar bulmuştu. Bu konuda önemli dönüm noktalarından biri Filistin’de 1936-39 arasında yaşanan Arap İsyanıdır.
“Gerçekten de, 1936-1939 arasında yaşanan olaylar, Arap liderlerin ilk defa Arap çıkarlarının ortak olduğu görerek işbirliği başlattıkları ilk tarihi örnekler olarak görülebilir.”[9]
Eski hegemonik güçlerin zayıfladığı bir ortamda, Arap milliyetçisi hareketlerin ülkelerinde statü değişikliği için baskı yapmaları mümkün oldu. “1944’de İskenderiye’de ve 1945’de Kahire’de toplanan iki konferans Arap Devletleri Birliği’nin kurulmasıyla sonuçlandı. Bu kuruluş, belirli bir eylem serbestisine sahip yedi ülkeyi (Mısır, Suriye, Lübnan, Mavera-i Ürdün, Irak, S. Arabistan ve Yemen) Filistinli Arapların bir temsilcisiyle birlikte ve bağımsız olmaları halinde katılmaları için öteki Arap ülkelerine açık kapı bırakarak, bir araya getiriyordu.”[10] Arap Birliği ilkelerine göre, ülkeler birbirlerinin karşılıklı bağımsızlığını tanıyacak, birbirinin egemenliğine müdahale etmeyecek, ancak ortak meselelerde –özellikle Filistinli Arapların ve Mağrip’in savunulmasında- birlikte hareket edeceklerdi[11]. 1945’te Birleşmiş Milletler kurulduğunda bağımsız Arap Devletleri BM’ye üye oldular.
Vataniye görüşü, tekil Arap ülkelerinde sürdürülen anti-emperyalist mücadelenin başlıca aktörlerinden biriydi. Dolayısıyla, bu görüşün şekillenmesinde Orta Doğu’daki anti-emperyalist mücadelenin önceki bölümde dile getirilen iki temel stratejisine paralel iki girişim ön plana çıktı. Bereketli Hilal’deki anti-emperyalist mücadele stratejisi doğrultusunda ortaya çıkan girişim, 1943’te kurulan Baas partisiydi. “Bu parti, Suriye’nin siyasal hayatına az sayıda kentli büyük ailenin ve bunların çıkarlarını dile getiren partilerin ya da önderlerin oluşturdukları gevşek birliklerin hakim olmasına karşı bir meydan okumayı”[12] temsil ediyordu. Sünni olmayan (Alevi, Dürzi, Hıristiyan), yarı eğitimli kesimlerde karşılık buldu. Ulusal kimlik ve Arapça konuşan cemaatlerle ilişkin tartışmaları gündeme taşıdı. Baas partisi önceleri sosyalist değildi ancak 1950’lerin ortalarından itibaren kendini açıkça sosyalist olarak tanımlamaya başladı ve bu haliyle Lübnan, Ürdün ve Irak’a yayıldı[13]. Suriye’de devletin istikrarsızlığı (askeri darbeleri, parlamento denemeleri vb.) sebebiyle, Irak’ta ise 1958 devrimiyle Baas hareketi güçlendi ve siyasal bir gücü de olan bir ideolojiye dönüştü.
Magrip’te yürütülen anti-emperyalist mücadele paralelinde ortaya çıkan girişimse Nasırizmdi. Nasırizm 1952’de iktidarı ele geçiren Mısırlı subaylardan biri olan Nasır’ın darbeden sonra yönetimde öne çıkmasıyla şekillendi. 1930-50 arasında Mısır’da Arap milliyetçiliğinden çok Mısır milliyetçiliği hakimdi[14]. “Mısırlıların kendi ülkelerine hep birlikte ve kimi zaman bir saplantı derecesinde odaklanmaları, onların “sevgili” Mısır’ında İngiliz varlığının göze batan biçimde artmasıyla daha da yoğunlaştı.”[15] Nasır 1953-54’lerde Arap milliyetçiliğine yakınlaşmaya başladı. Nasır’ın Arap milliyetçiliğini “daha çok başka bazı amaç ve emellere ulaşmak için bir araç olarak gördü. Bu dönemde birinci amaç ve en üstün değer İngilizlerin ve Batılı emperyalistlerin politikalarına karşı mücadele etmekti. Filistin savaşındaki tecrübeleri hakkında düşünürken Nasır, yalnızca Mısır’ın değil, bütün bölgenin emperyalist planların konusu olduğunu ve durum bu olunca, emperyalist düşmanlara karşı kolektif olarak savaşmak için bölgenin en azından çaba ve amaç birliğine sahip olması gerektiğine inanıyordu. Böylece 1953’te Batı ittifakı fikri Mısır’ın yalnızlığa itilmesi sonucunu ortaya çıkardığında Nasır, ideolojik ve siyasal ilgisini Mısır’dan daha geniş Arap dünyasına kaydırmaya başladı. Ve böyle yapınca, Arap dünyası içerisinde buna hazır bir kitle buldu.”[16] Milliyetçilik anlayışını anti-emperyalist mücadele üzerine kuran Nasırizm, başlangıçta vataniye çizgisinde bir hareket olmakla birlikte özellikle 1950’li yılların sonlarından itibaren tüm Arap halklarının bir araya gelerek tek bir devlet oluşturmasını savunan kavmiye çizgisine doğru kaydı. Bu yönelimi mümkün kılan ikinci önemli unsur da Nasırizmin savunduğu toplumsal dönüşüm projesinde tüm diğer Arap devletlerine öncülük edecek bir ilerleme sağlamasıydı. Nasırizm, toplumdaki bütün kesimleri kapsayacak toplumsal bir dönüşüm, bir Arap Sosyalizmi, yani kamu kurumlarının tesis edilmesi, kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, sağlık ve eğitim hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve sınıfsız bir toplum kurma idealini içeriyordu[17].
Dolayısıyla, Nasırizmin yükselişi ve sadece Mısır’da değil tüm Arap dünyasında halk nezdinde kabul görmesini sağlayan iki temel faktör anti-emperyalist mücadelede kazanılan başarılar ve ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmaydı. Bu çerçevede, Nasırizmin anti-emperyalist mücadeledeki başarısını değerlendirebilmek için Nasır’ın Mısır’da iktidara gelişini ve bunun arka planını incelemek yararlı olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Mısır, Britanya için Orta Doğu’daki en sorunlu bölgeydi, çünkü burada önemli bir askeri varlığı mevcuttu. 1946’da Mısır hükümetinin, 1936’da varılan anlaşmada değişiklik talep etmesi üzerine iki ülke arasında başlayan müzakereler, Mısır’ın Sudan üzerindeki egemenlik iddiaları ve Britanya’nın Kanal bölgesindeki stratejik öneme sahip askeri varlığını geri çekmesi konusunda tıkandı.[18] 1951’de Britanya ordusu ile Mısırlı gerillalar arasında çatışmalar başladı ve Mısır hükümeti halk ayaklanmasından endişe ederek Britanya’ya karşı bir dizi askeri, diplomatik ve adli önlem aldı.[19] 25 Ocak 1952’de Mısır’da Britanya’yla sıcak çatışmalar başladı ve halk ayaklandı. Bunun üzerine solun iktidarı ele geçirmesinden korkan monarşistler ve Britanya istihbaratı Müslüman Kardeşleri kullanarak Mısır’da bir iç savaş kışkırttı[20]. Kral hükümeti görevden aldı ve Britanya’ya karşı savaşan binlerce gönüllü solcu ve milliyetçi tutuklandı.[21] Ülkede düzenin bozulması Nasır’ın hakimiyeti altına giren orta rütbeli genç subaylardan oluşan gizli bir örgüte iktidarı ele geçirme fırsatı sağladı[22]. Temmuz 1952’de Özgür Subaylar ülkede iktidarı ele geçirdi. Nasır’ın iktidara gelmesinin ardından 1954’te Britanya Kanal bölgesinden çekildi. Ancak herhangi bir güç bir Arap devletine veya Türkiye’ye saldıracak olursa (S.S.C.B. tehdidi) kanal kullanılabilecekti[23].
Dolayısıyla Nasırizm, eski yönetimin eski hegemonik güçlere tabiyetini reddederek iktidara geldi ve bu süreçte Mısır sadece SSCB ve Çin’le değil, Yugoslavya, Endonezya ve Hindistan’la da yakınlaştı[24]. Batılı güçlerin Mısır’a düşmanlığı giderek artmaya başladı: ABD İsrail ile kendi bağlarından, Britanya Bağdat Paktı üyesi olmasından (ve Mısır’ın Pakta üye olmamasından), Fransa Mısır’ın Cezayir devrimine yardım ve desteğinden ötürü Mısır’a düşmanlık içerisindeydiler[25]. Bu düşmanlık, 1956’da Süveyş kriziyle birlikte doruğa ulaştı.
1956’da Mısır’ın Asvan Barajı için mali yardım umutlarını canlandıran ABD, Mısır’ın CENTO’ya katılmayı reddetmesi üzerine Asvan barajı için vaat ettiği yardımı askıya aldı. Buna tepki olarak Mısır hükümeti Süveyş Kanalı Şirketi’ni ulusallaştırdı ve barajı buradan sağlayacağı gelirle inşa edeceğini açıkladı[26]. Bunun üzerine Fransa, Britanya ve İsrail arasında Mısır’a saldırmak ve Nasır yönetimini devirmek için gizli bir anlaşma yapıldı. Ekim ayında İsrail güçleri Mısır’a girerek Süveyş Kanalı’na doğru ilerlediler. Kendi aralarındaki anlaşma uyarınca Fransa ve Britanya Mısır ve İsrail’e bölgeden çekilmeleri için ültimatom verdi. Nasır’ın bunu reddetmesi Britanya ve Fransa’ya Kanal bölgesine saldırma bahanesi sağladı[27]. Ancak ABD ve SSCB, büyük güçler olarak, çıkarlarının söz konusu olduğu bir bölgede, bu çıkarlar hesaba katılmaksızın böyle tayin edici adımların atılmasını kabul etmediler. ABD ve SSCB baskısıyla dünya çapında düşmanlık ve mali çöküş tehlikesiyle karşılaşan İsrail, Fransa ve Britanya geri çekildiler[28]. Bu kriz sonucunda Mısır askeri açıdan yenilmiş olsa da sonuçta istediğini kabul ettirmiş olması nedeniyle çevre ülkeler nezdinde gücünü artırdı. Diğer ülkelerde Nasır’ı desteklemek veya hareketlerini tehlikeli bulup mesafeli durmak şeklinde yarılmalar meydana geldi. Bazı ülkelerin iç yapısında da değişiklikler oldu. Lübnan’da iç savaş başladı, Suriye’de Nasır destekçileri iktidara geldi ve Suriye ile Mısır’ın Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşti, Irak’ta cumhuriyet devrimi oldu[29]. Süveyş krizinin hegemonik güçler açısından en önemli sonucu Britanya’nın Arap siyasetinin sona ermesi ve A.B.D’nin Orta Doğu’da kontrolü ele geçirmesi oldu. Orta Doğu’da diğer eski hegemonik güç olan Fransa’nın tasfiye edilmesiyse Cezayir savaşı sonucunda gerçekleşti. Cezayir’in durumu diğer Arap ülkelerinden oldukça farklıydı. Cezayir resmi olarak bir sömürge değil, Fransız toprağıydı. Öte yandan, Cezayir’deki Avrupalı göçmenler başlı başına bir nüfus haline gelmişti (1954’te Müslüman nüfus 9 milyonken Avrupalı nüfus 1 milyon civarındaydı) ve hem ülkede hem de Paris nezdinde ekonomik olarak çok güçlü bir konumdaydılar ve bunu kaybetmemek için Paris hükümeti üzerindeki etkileri sayesinde her türlü değişiklik girişimini engelleyebiliyorlardı[30].
İkinci Dünya Savaşının Orta Doğu’daki kısmının bitmesinin hemen ardından Cezayir’de statü değişikliği talepleri ortaya çıktı[31]. Fransız ordusunda deneyim kazanmış bir grup 1954’te Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni (FLN) kurdu ve silahlı mücadele başlattı[32]. Fransa’nın ilk tepkisi askeri baskı oldu ancak bu tutum, harekete uluslararası desteği artırdı; hükümetin taviz verme eğilimleri Avrupalı Cezayirlilerin muhalefetiyle engellendi[33]. 1956’da fiili iktidar Paris’teki hükümetten orduya ve Avrupalı Cezayirlilere geçti. Buna karşılık halkın FLN’ye desteği arttı. FLN kendisini 1958’de “Cezayir Cumhuriyeti’nin Geçici Hükümeti” ilan etti; dünyanın her tarafından destek aldı ve müzakereler yürüttü[34].
1958’de Fransa’da 4. Cumhuriyet sona erdi ve De Gaulle, cumhuriyetin başkanına daha geniş yetkiler veren bir anayasayla yeniden iktidara geldi. De Gaulle’ün ilk aşamada izlediği siyaset isyanı bastırmak için alınan askeri önlemleri sürdürmek, ama Cezayirli Avrupalılardan da bağımsız hareket etmekti[35]. Bir ekonomik gelişme planı açıklandı: sanayi teşvik edilecek, toprak dağıtımı yapılacak, Cezayir meclisi için seçimler düzenlenecekti[36]. Bunların alternatif bir önderlik oluşmasını sağlayacağı ve Fransa’nın bu önderlik aracılığıyla, FLN ile anlaşmayı gerektirmeden müzakerelere gidebileceği umuluyordu[37].
1960’ta yapılan ilk görüşmeler sonuç vermedi ve 1961’de Fransa’da yapılan referandum sonucunda çoğunluğun Cezayir’e kendi kaderini tayin hakkının verilmesini istediği görüldü[38]. 1961’de Cezayir’de ordunun De Gaulle’e karşı bir hükümet darbesi yapma girişimi bastırıldı. Sonunda Avrupalılar kendi mülklerinde kalıp kalmamak konusunda özgür olması üzerinden bir çözüm sağlandı; Mart 1962’de bu doğrultuda bir anlaşma imzalandı[39]. Bağımsızlık elde edilmiş ama büyük bir insani bedel ödenmişti:
“Müslüman nüfusun büyük bir kısmı yerinden edilmiş, 300.000’i ya da aha fazlası öldürülmüştü. Fransa’nın safında yer alan binlerce kişi öldürüldü ya da bağımsızlıktan sonra sürgüne gönderildi. Fransa yaklaşık 20.000 ölü verdi. Verilen garantilere rağmen yerleşik nüfusun büyük çoğunluğu ülkeyi terk etti; unutulmayacak kadar çok kan akmıştı …”[40]
Fransa, Cezayir’deki yenilgisinin ardından Orta Doğu’daki son büyük nüfuz alanını da kaybetmiş oldu.
Arap Milliyetçiliği Süveyş krizi ve Cezayir savaşıyla birlikte büyük prestij kazandı. Ancak bu prestij artışının tek nedeni anti-emperyalist mücadeledeki başarı değildi. Arap milliyetçiliğinin asli gücü kitlesel bir meşruiyete kavuşmasından geliyordu. Bu kitlesel meşruiyeti sağlayan başlıca sosyal faktörler, Arap Birliği düşüncesi ve sosyalist kalkınma politikalarıydı.
1945-60 dönemi Orta Doğu’nun nüfus yapısında önemli gelişmelerin olduğu bir dönemdir. Bu dönemde doğum oranlarında önemli bir değişiklik yaşanmamakla birlikte özellikle çocuk ölümlerinin azalması sonucunda nüfus artmaya başlamıştı: Örneğin Mısır’ın nüfusu 1939’da 16 milyondan 1960’da 26 milyona çıkmıştı. Yine aynı yıllarda Suriye nüfusu 2.5 milyondan 4.5 milyona, Irak nüfusu ise 3.5 milyondan 7 milyona ulaşmıştı[41].
Bu dönemde nüfus yapısını etkileyen önemli bir faktör de dış ve iç göçtür. Yaşanan dış göçler sonucunda yabancıların sayısı mutlak olarak azalmıştır. Örneğin Mısır’da bu sayı 1937’de 250 bin iken 1960’da 143 bine düşmüştür[42]. İç göçler, nüfus artışını etkilemese de nüfus dağılımı ciddi oranda değiştirdi. İç göçlerin ana sebepleri toprağın artan nüfusu besleyememesi, tarımda makineleşmeyle birlikte özellikle büyük toprak sahiplerinin iş gücüne olan ihtiyacın azalması sonucu ortaya çıkan işsizlik ve ekili alanların meralar aleyhine gelişmesi sonucu küçük köylülerin asli kazanç faaliyeti olan hayvancılığın zorlaşmasıydı[43]. Bu nedenlerden dolayı şehirlere göç eden kır yoksulları daha adil ve müreffeh bir hayat vaat eden Arap milliyetçiliğine destek verdi.
İç ve dış göçlerin yanısıra Filistin’deki siyasi kaynaklı tehcir de nüfus dengesini değiştiren önemli bir unsurdu. Bu dönemde Filistinliler daha çok Ürdün, Lübnan ve Suriye’ye gitti ve Arap coğrafyasında yaşayan Yahudiler de İsrail, ABD ve Avrupa’ya göç ettiler[44].
Nüfusun artması ve nüfus dengesinin kentler yönüne bozulması sonucunda düzensiz/plansız bir şekilde büyüyen kentler ortaya çıkmış ve gecekondu mahalleri boy atmıştır. Orta Doğu’daki bazı şehirlerin 1937 ve 1960 arasındaki nüfus değişimi ve ülke nüfuslarına oranı şu şekildedir:
1937 | 1960 | |
Kahire | 1.5 milyon | 3.3 milyon |
Bağdat | 500 bin | 1.5 milyon |
Amman | 30 bin | 250 bin |
Ekonomik gelişmenin en önemli unsurlarıysa tarım politikalarındaki değişiklikler, sanayileşme çabası ve petroldü. Milliyetçi rejimlerle büyük toprak sahiplerinin arası iyi olmamıştır. Büyük toprak sahipleri zenginliklerine milliyetçi rejimlerden önce kavuştukları, özellikle de İngiliz yönetimi döneminde büyük toprak sahipliği teşvik edildiği için eski rejime bağları güçlüdür düşüncesi büyük toprak sahipliği karşıtı bir politik iklimin oluşmasıyla sonuçlanmıştır[45]. Milliyetçi yönetimlerin tarıma müdahalesi inşa edilen barajlar yardımıyla sulu tarımın geliştirilmesi ve toprak reformu uygulamaları şeklinde olmuştur. Yine aynı dönemde ilginç bir gelişme olarak tahıl ithalatı bir zorunluluk haline gelmiştir çünkü yerli üretim miktarı nüfusun ihtiyacını karşılayamamaya başlamıştır[46].
Ancak, bu dönemde hükümetler asıl olarak sanayiyi teşvik etmişlerdir[47]. Hükümetler dış yardımlar almak suretiyle sanayi için gereken alt yapı yatırımlarını yapmış ve özel sektörün altından kalkamayacağı veyahut girmek istemediği dallarda yatırım yapmışlardır. Milliyetçi yönetimler sırasında millileştirme politikaları uygulanmış ve yabancıların işlettikleri önemli işletmeler ve tarım arazileri millileştirilmiştir. Ancak, geliştirilen sanayiler yatırım malları ve ara mallar açısında dışarıya bağımlı olduğundan sanayileşme stratejisi aynı zamanda dışa bağımlığın artmasına neden olmuştur.
Bu tarım ve sanayi modernizasyonuna rağmen Orta Doğu ülkelerinin büyük bölümünün asli geliri petrol ihracatıdır. İkinci Dünya Savaşında sonra petrol üretiminin artmaya başlamasıyla birlikte petrol hükümet gelirleri içerisinde çok önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Bu dönemde, dünya petrol üretiminin 1960’da %25’i Arap coğrafyasından karşılanmaya başlamıştır, yine 1960’daki rezerv tahminlerine göre dünya rezervlerinin %60’ı bu ülkelerde bulunmaktadır. 1960 itibariyle Irak hükümet gelirlerinin %60’dan Suudi Arabistan hükümet gelirlerinin ise %80’den fazlası petrolden sağlanmıştır[48]. Suriye ve Ürdün’de petrol üretilmemesine rağmen bu ülkeler topraklarından geçen petrol boru hatları nedeniyle dolaylı olarak da olsa petrol gelirinden yararlanabilmektedirler. Mısır için ise petrol küçük bir gelir kaynağıdır. Bu dönemde petrol kuyularını işleten yabancı şirketlerdir, hükümetlerin petrol gelirinden aldığı pay 1948’de %35 iken 1960’da yüzde %50’lere kadar çıkmıştır. OPEC’in kurulması hükümetlerin petrol şirketleri karşısındaki pazarlık gücünü artırmıştır[49].
Nüfus ve ekonomi yapısında yaşanan bu gelişmeler sonucunda, Arap milliyetçiliğinin hedeflerine yaklaştığını iddia etmek zordur. Kentleşme ve sanayileşmeyle birlikte gelirin daha adil dağıldığı bir toplum ortaya çıkmamıştır, tam tersine kentlerdeki gelir adaletsizliği daha fazla olmuştur. Bu büyüme sürecinden asıl yararlanan ise devletler olmuştur. Devletler kamulaştırmalar, (kamusal hizmet sunan şirketlerin ve büyük toprakların kamulaştırılması şartıyla), yeni yatırımlar ve vergi gelirlerinin artması sayesinde en büyük iktisadi güç haline gelmişlerdir.
Kültürel gelişme açısından bakıldığında göze çarpan unsurlar okullaşmanın yaygınlaşması ve medyanın gelişmesidir. Okullar yaygınlaştı, nüfusun daha büyük bir bölümü okullara gitmeye başladı, kız çocuklarının okula gitme oranlarında büyük artışlar kaydedildi. (Hızlı okullaşma hareketinin dışında kalan ülkeler Suudi Arabistan ve Yemen’dir[50]) Kurulan yeni milli üniversitelerle birlikte 1960’da dışarıda okuyanlar dahil toplam üniversite öğrenci sayısı 100 bine çıktı. Varolan dini okulların büyük bir bölümü ulusal eğitim sistemleriyle bütünleştirilmiştir. Örneğin El Ezher Medresesi aynı adı taşıyan bir üniversiteye dönüştürüldü.
Bu dönemde Arap dünyasının tümü tarafından takip edilen ve en yüksek tirajlı gazetesi olan El-Ahram Kahire’de yayınlanıyordu. Kitapları tüm Arap dünyasında milyonlarca kişinin okuduğu Mısırlı romancı Necip Mahfuz (1988’de Nobel ödülünü kazanmıştır), Suriyeli şair Adonis, kadın yazar Leyla Baalbaki gibi önemli edebi şahsiyetler ortaya çıktı. Bu dönemde İslami temaların işlendiği köy romanları da belirli bir popülarite kazandı.
Radyo’nun Arabistan’ın her köşesine girmesiyle birlikte ulusal şahsiyetlerin sesleri aynı anda her yerde dinlenmeye başlanmıştır. Özelikle Mısır’dan yayın yapan Arapların Sesi radyosu Araplar arasında çok popüler oldu ve Nasırizmin tüm Arap dünyasına yayılmasını sağladı. Mısırlı ünlü sanatçı Ümmü Gülsüm gibi yalnızca Mısır’ın değil tüm Arap dünyasının sembolü haline gelen idollerin yaratılmasına katkıda bulundu. Mısır Arap sinemacılığında bir merkez olma işlevini üstlenmiştir. Mısır filmleri yalnız Arap ülkelerinde değil Türkiye gibi ülkelerde de seyircilerin beğenisini kazanmıştır.
1960’lara gelindiğinde Arap dünyasında yeni aktörler ve gündemlerin hakim olmaya başladığı görülür. Artık bölgede söz sahibi olan hegemonik güçler A.B.D. ve S.S.C.B.’dir. Arap dünyası da Nasıristler ve anti-Nasıristler olarak ikiye bölünmüştür. Suriye ve Mısır 1 Şubat 1958’de bir araya gelerek Birleşik Arap Cumhuriyetini kurdu. Bu birlik 1961 Aralığında Suriye’de gerçekleşen bir darbe sonucunda sona erdi, fakat Baasçılar Mart 1963’te yine bir darbeyle iktidara geldiler. Irakta ise Kral Faysal, 1958’de liberal eğilimli General Kasım tarafından bir darbeyle devrildi. Şubat 1963’te Baas ve Nasırist subaylar bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler ancak Baasçılar Kasım 1963’te tasfiye edildi. Mısır ve Irak arasında 1964’te başlayan birlik görüşmeleri sonuçsuz kaldı ve Temmuz 1968’de Baasçılar bir darbeyle iktidarı yeniden ele geçirdiler. Bu Nasırist ya da Arap milliyetçisi rejimlerin karşısında, Fas, Libya, Ürdün ve Suudi Arabistan’da Anti-Nasırist hanedanlar iktidardaydı. Sonuç olarak 1960’lar Nasır önderliğinde sosyalist ve tarafsız Arap Milliyetçiliği fikrinin hakimiyetiyle geçti. Genel olarak petrol gelirleriyle beslenen bir ulus-devlet modeli yaygınlaştı.
- 1958-1967: ARAP MİLLİYETÇİLİĞİNİN DURAKLAMASI
1950’ler ve 60’ların ilkyarısında hızla gelişen Arap milliyetçiliğinin devletlerarası düzlemdeki en büyük başarısızlığı Filistin sorununun çözülememesidir. Filistin sorunu, Süveyş Krizi ve Cezayir Savaşında olduğu gibi sadece Arap dünyası ve eski hegemonik güçlerin değil yeni hegemonik güçler olan A.B.D. ve S.S.C.B.’nin de müdahil olduğu bir sorundur. Süveyş Krizi ve Cezayir Savaşında, eski hegemonik güçlerin Orta Doğu’dan tasfiye edilmesi konusunda Arap devletlerin ve yeni hegemonik güçlerin çıkarları örtüşüyordu. Bu anlamda Filistin meselesi Arap milliyetçiliğinin politikalarının yeni hegemonik güçlerin çıkarlarıyla ilk önemli çatışma noktasıdır. Bu çatışma Arap devletleri aleyhine sonuçlanmıştır. Ancak daha önemlisi Filistin meselesi, Arap milliyetçiliğinin birincil hedefi olan Arap halkları arasındaki dayanışmanın tekil ulus-devlet çıkarları adına feda edilmesini temsil eder. Bu durum 1964’te FKÖ’nün Filistin’in Arap devletlerin yardımıyla değil, kendi mücadelesiyle kurtulabileceği fikri etrafında kurulmasıyla açık hale gelir ve ilerleyen dönemlerde de rejim muhalifi hareketlerin sisteme yönelttiği eleştirinin ana eksenini oluşturur.
Filistin sorunu, İkinci Dünya Savaşı sırasında Filistin’e Yahudi göçünün fiilen imkansızlaşması ve siyasal faaliyetin baskı altına alınması sebebiyle durgundur[51]. Savaşın sonunda Filistinli Arapların bir birleşik cephe kurma olanaklarının (1936-9 isyanı sırasında ve sonrasında bazı liderlerin sürülmesi ya da hapsedilmesi ve şiddet hareketlerinin getirdiği gerilim ve düşmanlıklar nedeniyle) azaldığı görüldü[52]. Arap Birliği’nin Filistinlilere açık destek vaadinin de bir yanılsama olduğu sonradan on yıl içerisinde açıkça anlaşıldı. Sorunun diğer bir tarafı olan Filistin’deki Yahudilerse savaş sırasında güçlü yerel kurumlar altında birleşmişti; çoğu askeri eğitim görmüş ve savaş sırasında Britanya güçleri arasında deneyim kazanmıştı ve çözümü sadece hayatta kalanlar için bir sığınağa sahip olmakta değil, İkinci Dünya Savaşında yaşananları gelecekte imkansız hale getirecek güçlü bir konum edinmekte görüyorlardı[53]. Sorunun diğer muhatapları Britanya ve A.B.D. açısından bakıldığında Britanya’nın, ABD ile ilişkileri ve ekonomik bağımlılığı bedeniyle 1939 öncesi kadar serbest hareket edemediği, ABD’ninse faal Yahudi cemaatinin baskısı ile Siyonizm’e (göç ve yerleşme taleplerine) destek verdiği görülür.
1945-6’da kurulan bir Anglo-Amerikan araştırma komitesi ve ardından ikili tartışmalar aracılığıyla ortak bir siyasette anlaşma girişimleri sonuç vermedi. Çünkü Britanya hem Yahudiler hem de Araplar tarafından onaylanmayan bir siyaseti yürütmek istemiyordu, zaten buna gücü de yoktu[54]. Yahudi silahlı hareketi Britanya mandasını işlevsiz hale getirdi. 1947’de Britanya sorunu BM’ye götürmeye karar verdi. Özel bir BM komitesi 1937 planına kıyasla Siyonistlerin daha lehine olan özel bir bölünme planı hazırladı[55]. Kasım 1947’de, plan Britanya’nın Filistin’den çekilmesini isteyen ABD ve SSCB’nin desteğiyle kabul edildi. “Bu plan Arap devletleri ve birdenbire İmparatorluğun bir parçasını kaybettiği düşüncesine kapılan Britanya tarafından reddedildi. Britanya o sırada Irak, Mısır ve Trans-Ürdün üzerindeki nüfuzunu kullanıp bu devletleri planı sekteye uğratmak üzere ordu göndermeye teşvik ediyordu. Londra, sonunda ortaya çıkacak kaos ortamında bölgenin kontrolünün tekrar kendi eline geçebileceğini umut ediyordu”[56]. Amacına ulaşamayan Britanya 14 Mayıs 1948’de Filistin’den çekilme kararı aldı.
Bölgede yerel çatışmalar başladı; komşu Arap devletlerinin de müdahalesiyle çatışmalar savaşa dönüştü. 14 Mayıs 1948’de Yahudi cemaati İsrail devleti olarak bağımsızlığını ilan etti ve bu karar ABD ve SSCB tarafından hemen kabul edildi. Aynı yıl, Mısır, Ürdün, Irak, Suriye ve Lübnan güçleri ülkenin başlıca Arap bölgelerine doğru harekete geçtiler. Moskova’nın direktifiyle Çek hükümeti tarafından silahlandırılan İsrail ordusu Britanya’ya bir sürpriz yaptı ve Arap lejyonlarını yenilgiye uğrattı[57]. Yahudi işgali yayıldı; Arap nüfusun 2/3’ü evlerini terk etti. 1949 başında İsrail ile Araplar arasında BM gözetiminde bir dizi silah bırakma anlaşması yapıldı; bu anlaşma sonucunda Filistin’in %75’i İsrail sınırları içinde kaldı, Güneyde Gazze’den Mısır sınırına uzanan bir toprak şeridi Mısır yönetimine verildi, geri kalan kısım Ürdün tarafından ilhak edildi ve Kudüs, pek çok ülke tarafından resmen kabul edilmese de İsrail ile Ürdün arasında bölündü[58]. İsrail lideri Ben Gurion, para yardımı ve BM tarafından Filistinlilere ayrılan toprakların yarısını teklif ederek Ürdün kralı Abdullah’ı resmen satın aldı, geriye kalan yarıyı İsrail ilhak edecekti[59]. Abdullah bu planı kabul etti. Siyonistler ve Abdullah arasındaki anlaşma BM planının ihlali anlamına gelse de, Güvenlik Konseyi bu süreci tersine çevirmek için harekete geçmeye niyetli değildi[60]. Siyonist liderler, kurulduğu günden itibaren ülkeyi Yahudi-olmayanlardan arındırmaya kararlıydılar. Kaçmayanlara untermenschen muamelesi yapılacaktı. Siyonistler bir onyıl boyunca adlarına işlenmiş suçları örtmeyi başardılar[61]. İsrail, Kral Abdullah’la bir olup BM’nin kendilerine verdiklerinden fazlasını çaldı ve etnik temizliğe başladı. İş vermemek, mülksüzleştirme, sürgün ve zorunlu göç İsrail’in asli politikaları haline geldi.
Bu gelişmeler tüm İslam aleminde olmasa bile Arap aleminde büyük bir tepki uyandırdı. Tüm Arap dünyası bir yenilgi duygusu yaşıyordu. O zamana kadar Müslümanların, Hıristiyanların ve Yahudi Arapların yarattığı ortak kültür derin bir kopuşa doğru sürükleniyordu[62]. Hindistan ve Çin’deki gelişmeleri sevinçle karşılayan Avrupa Solu ve liberal anti-emperyalistler İsrail konusunda şiddetli bir fikir ayrılığına düşmüştü[63]. Bu fikir ayrılığının önemli sebeplerinden biri olan Yahudi soykırımı, yeni bir Yahudi yurdunun yaratılmasını meşrulaştıran başlıca nedenlerden biriydi[64]. Sosyalist bir İsrail’in ilerici bir rol oynayabileceğini düşünen Komintern ve İslam aleminin önde gelen ülkelerinden Pakistan İsrail’i desteklediler[65].
Bundan sonra İsrail hükümeti asıl olarak Arap ülkelerinden gelen Yahudi göçünü özümsemekle uğraşacaktı. Bu göçler sonucunda nüfus yapısı önemli ölçüde değişti: 1956’da 1.6 milyonu bulan toplam nüfus içinde Arap Müslüman ve Hıristiyanların sayısı 200.000 ya da % 12.5 oranındaydı. Araplara ait toprakların büyük kısmı Yahudi yerleşimine ayrıldı[66]. “İsrail’in Arap yurttaşları yasal ve siyasal haklara sahip olsalar da biçimlenmekte olan ulusal topluluğa tam olarak mensup değildiler. İsrail’e yönelen nüfus hareketi Arap devletlerini de etkiledi.”[67] 1948’den sonraki kuşakta Arap ülkelerindeki kadim Yahudi cemaatlerinin varlığı fiilen son buldu; Yemen ve Irak’takiler İsrail’e, Suriye, Mısır ve Mağrip’tekiler İsrail’in yanısıra Avrupa ve Kuzey Amerika’ya yerleştiler: sadece Fas’taki Yahudi cemaati büyüklüğünü korumaya devam etti[68].
VI.2. 1967 Krizi ve Arkaplanı
Daha 1960 başlarında Nasırizmin talep ve görüşlerinin kendi gücünü aştığı ortaya çıkmaya başlamıştı. 1961’de Suriye ile ilişkinin kopması ve Yemen sorunundaki çözümsüzlük[69] bunun en önemli ifadeleriydi. Ürdün ve İsrail arasında su kullanımı ile ilgili probleme müdahale etmemesi de (1964) Mısır’ın politikalarında ulus-devlet çıkarlarını Arap milliyetçiliğinden önde tuttuğunu işaret ediyordu.
Bu dönemde Filistinliler açısından önemli bir değişim yaşandı. 1948’den beri Filistinliler kendi iradelerini geliştirememişti. Bir önderlik yoktu ve ancak diğer devletlerin desteği ve izniyle hareket edebilmekteydi. Ancak bu durum 1964’te FKÖ’nün Arap Birliği tarafından kurulmasıyla değişmeye başladı. FKÖ Mısır, Suriye, Irak, Ürdün tarafından desteklendi. Diğer Arap ülkelerinde yetişen Filistinli aydınlar da FKÖ içerisinde yer almaya başladı. Bu dönemde FKÖ içerisinde iki kanat ortaya çıktı. Bunlardan birincisi olan El Fetih diğer Arap Devletlerinden bağımsız bir şekilde İsrail ile mücadele fikrini savunmaktaydı, sosyalistlerin ağırlıkta olduğu diğer kanat ise Filistin sorununun çözümünü Arap devriminin gerçekleşmesine bağlamıştı[70].
1965’te Suriye’nin destek verdiği FKÖ’lü radikal gruplar İsrail’e karşı eylemlere başladı, İsrail ise Ürdün’e misilleme yaptı[71]. 1967’ye gelindiğinde İsrail, Amerikan yardımı, diasporadan gelen yardımlar ve Almanya’dan alınan tazminat ile askeri ve ekonomik olarak güçlendi. İsrail’in hedefi Filistin’in tamamını ele geçirmekti.
1967’ye gelindiğinde İsrail’in Suriye’ye saldıracağı beklentisi vardı. Nasır bu ortamda gerilimi daha da arttıracak bir hamlede bulundu ve sınırdaki BM güçlerinin çekilmesini talep ederek Akabe boğazını İsrail’e kapattı[72]. Aslında bu bir meydan okumaydı. Nasır, BM müdahalesi ile müzakerelere başlanacağına aksi takdirde Mısır’ın SSCB tarafından eğitilmiş güçlü ordusu ile İsrail’i yeneceğine inanıyordu[73].
Ama İsrail kendi ordusunun daha güçlü olduğunu düşünerek ve A.B.D.’nin nasılsa yardım edeceğine güvenerek Mısır’a taviz vermedi[74]. Krize yaklaşılırken Suriye, Ürdün ve Mısır askeri anlaşmalar yapıldı. 5 Haziran’da İsrail Mısır’a saldırdı ve bir kaç gün içinde Sina, Süveyş Kanalı, Kudüs, Ürdün’ün bir kesimi ve Güney Suriye’yi (Golan Tepeleri) işgal etti. BM müdahalesi ile ateşkes sağlandı.
Bu savaş birçok açıdan bir dönüm noktası oluşturur. Kutsal yerler işgal edilmiştir, İsrail’in ağırlık kazandığı yeni bir güçler dengesi ortaya çıkmıştır ve İsrail’in dış dünya ile ilişkileri değişmiştir[75]. Avrupa ve Amerika da İsrail’in varlığının tehdit altında olduğunu düşünmeye başlamıştır ve bu “zafer” Amerika gözünde İsrail’e değer kazandırmıştır. Aynı zamanda SSCB açısındansa durum tam bir yenilgidir. 1967 krizi ile beraber yerel çatışma küresel çapta bir çatışmaya dönüşür. İsrail, BM kararıyla bazı bölgelerden çekilmesine rağmen, sonuç olarak Arap Filistin’in geri kalan kısmını (Kudüs, Gazze ve Ürdün’ün batısını / Batı Şeria’yı) işgal eder.
Kriz sonrasında Kasım ayına kadar belirsiz bir dönem yaşanır. Kasımda BM Güvenlik Konseyinin 242 nolu kararı çıkar: Güvenli ve kabul edilmiş sınırlar içinde barış olması, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi ve mültecilerin ihtiyaçları karşılanması karara bağlanır. Ancak İsrail bu kararı hiçbir zaman kabul etmez. 1967 Hartum’da toplanan Arap Devlet Başkanları Konferansında İsrail işgallerinin hiç bir şekilde kabul edilemez olduğu ve bu konunun hiç bir şekilde müzakere edilemeyeceği kararı çıkar[76]. Bu toplantıda sadece Mısır ve Ürdün müzakere ile çözüm sağlanabileceği görüşünü savunmuştur. Bu karar 1970’lerin sonlarına kadar Arap Dünyasının Filistin konusundaki tavrını şekillendirecektir.
BİBLİYOGRAFYA
- T. Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest Yayınları, İstanbul, 2002.
- A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991.
- A. Davişa, Arap Milliyetçiliği, Literatür Yayıncılık, İstanbul, Aralık 2004
[1] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.412-3
[2] T. Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest Yayınları, İstanbul, 2002, s.118
[3] a.g.e. s.118
[4] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.415-6
[5] a.g.e. s.416
[6] a.g.e. s. 416
[7] a.g.e. s.416
[8] A. Davişa, Arap Milliyetçiliği, Literatür Yayıncılık, İstanbul, Aralık 2004, s. 88-96
[9] a.g.e. s.105
[10] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s. 414
[11] a.g.e. s. 414
[12] a.g.e. s.467
[13] a.g.e. s.467
[14] A. Davişa, Arap Milliyetçiliği, Literatür Yayıncılık, İstanbul, Aralık 2004, s.122-23
[15] a.g.e. s.123
[16] a.g.e. s.125
[17] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.469-70
[18] a.g.e. s.420
[19] a.g.e. s. 420
[20] T. Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest Yayınları, İstanbul, 2002, s.136
[21] a.g.e. s.136
[22] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.420-1
[23] a.g.e. s.420
[24] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.425-6; T. Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest Yayınları, İstanbul, 2002, s.141.
[25] a.g.e. 426
[26] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.425; T. Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest Yayınları, İstanbul, 2002, s.141.
[27] A. . Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.427
[28] a.g.e s.427
[29] a.g.e. s. 427
[30] a.g.e. s. 429
[31] a.g.e. s. 429
[32] a.g.e. s. 430
[33] a.g.e. s. 430
[34] a.g.e. s. 431
[35] a.g.e. s. 431
[36] a.g.e. s. 431
[37] a.g.e. s. 431
[38] a.g.e. s. 431
[39] a.g.e. s. 432
[40] a.g.e. s. 432
[41] a.g.e. s. 433
[42] Daha ayrıntılı bilgiler için bkz., a.g.e. s. 434
[43] a.g.e. s. 434
[44] a.g.e. s. 434
[45] T. Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest Yayınları, İstanbul, 2002, s.129-131
[46] Sulu tarıma geçilmesi kısa sürede özelikle Suriye ve Irak topraklarında tuzluluk sorununun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Asvan barajının yapılmasından sonra ise Mısır deltasına taşınan alüvyonlarda azalma olmuş ve buralarda verimlilik azalmıştır. Ayrıca, barajların yapımın iklimin değişmesine havadaki nem oranının artmasına yol açmıştır.
[47] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.438
[48] a.g.e. s. 438
[49] a.g.e. s. 439
[50] a.g.e. s. 451
[51] a.g.e. s. 417
[52] a.g.e. s. 417
[53] a.g.e. s. 417
[54] a.g.e. s. 418
[55] a.g.e. s. 418
[56] T. Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest Yayınları, İstanbul, 2002, s.126
[57] a.g.e. s. 126
[58] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.419
[59] T. Ali, Fundamentalizmler Çatışması, Everest Yayınları, İstanbul, 2002, s.126
[60] a.g.e. s. 127
[61] a.g.e. s. 127
[62] a.g.e. s. 118
[63] a.g.e. s. 118
[64] a.g.e. s. 119
[65] a.g.e. s. 119
[66] A. Hourani, Arap Halkları Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991, s.419
[67] a.g.e. s. 419
[68] a.g.e. s. 419
[69]Yemen’de imam ölünce, yeni subaylar (sosyalizan) subaylar başa geldi. Suudiler imam taraftarlarını destekledi. Subayların talebi üzerine Mısır yardım göndermiştir ancak bu sorun yıllarca sürmüştür.
[70] a.g.e. s. 475
[71] a.g.e. s. 475
[72] a.g.e. s. 476
[73] a.g.e. s. 476
[74] a.g.e. s. 476
[75] a.g.e. s. 477
[76] a.g.e. s. 478
[*] Bu yazı BGST Kuramsal Eğitim Araştırma Birimi’nin kolektif çalışmasının bir ürünüdür. Çalışmanın 1939-1967 dönemine ilişkin bu kısmı Ender Abadoğlu tarafından kaleme alınmıştır.