[Aşağıdaki makale, Ekim 2007’de BGST Yayınları tarafından yayımlanacak olan Noam Chomsky’nin 2007 tarihli Müdahaleler adlı kitabında yer alıyor.]

Sözüm ona demokrasinin geliştirilmesi, ABD’nin Ortadoğu’ya dair ilan edilen politikasının başta gelen teması oldu.

Projenin bir arka planı var. Carnegie Uluslararası Barış Vakfı’nın Demokrasi ve Hukukun Üstünlüğü programının yöneticisi olan Thomas Carothers yeni kitabı Critical Mission: Essays on Democracy Promotion’da (2004), Soğuk Savaş sonrası dönemde “güçlü bir süreklilik çizgisi” olduğunu yazıyor.

Carothers, “demokrasi, ABD’nin güvenlik ve ekonomik çıkarlarına uygun görünüyorsa ABD demokrasiyi geliştirir” sonucuna varıyor. “Diğer önemli çıkarlarla çatıştığı durumlarda ise demokrasi küçümsenir, hatta gözden çıkartılır.”

Carothers, Reagan’ın Dışişleri Bakanlığı’nda, 1980’lerde Latin Amerika’daki “demokrasinin geliştirilmesi” projelerinde görev aldı ve bu projelerin bir tarihini yazarak özünde aynı sonuçlara ulaştı. Benzer eylemler ve iddialar, daha önceki dönemler için de geçerlidir ve diğer egemen güçlerin karakteristik özellikleridir.

Güçlü süreklilik çizgisi ve onu destekleyen iktidar çıkarları yakın zamanda Ortadoğu’da gerçekleşen olayları etkiliyor ve “demokrasinin geliştirilmesi” tutumunun gerçek özüne işaret ediyor.

John Negroponte’nin ilk ulusal istihbarat yöneticisi olarak atanması, güçlü süreklilik çizgisi acısından bir örnek oluşturuyor. Negroponte’nin kariyerinin izlediği rota, Reagan’ın büyükelçisi olarak terörist Kontra güçlerinin Nikaragua’ya karşı savaşına nezaret ettiği Honduras’tan, Bush’un büyükelçisi olarak sözüm ona demokrasinin geliştirilmesi için kısa süreliğine başka bir uygulamayı yönettiği Irak’a kadar uzanıyor – terörle mücadele etmeye ve özgürlüğü geliştirmeye ilişkin yeni görevlerinde faydalı olabilecek bir deneyim. Orwell olsaydı, gülsün mü ağlasın mı şaşırdı.

Irak’ta, Ocak (2005) seçimleri başarılıydı ve övgüye değerdi. Bununla birlikte, esas başarı ancak çok sınırlı bir şekilde aktarıldı: Birleşik Devletler, seçimlerin gerçekleşmesine izin vermek zorunda kalmıştı. Bu, bombacıların değil halkın, hem seküler olanların hem de Büyük Ayetullah Ali El Sistani’yi bir sembol olarak gören İslamcıların şiddet içermeyen direnişinin gerçek bir zaferidir.

ABD-Birleşik Krallık’ın ayak sürmesine rağmen, Sistani, özgürlüğün, bağımsızlığın ve bazı demokratik hakların elde edilmesi konusunda halkın kararlılığını yansıtarak seçimlerin bir an önce yapılmasını istedi. Şiddet içermeyen direniş, Birleşik Devletler’in (ve itaatkârca peşinden giden Birleşik Krallık’ın) seçimlere izin vermekten başka çaresi kalmayıncaya kadar devam etti. Ardından, seçimleri ABD’nin bir inisiyatifi olarak göstermek için doktriner mekanizma hızla harekete geçti.

Washington’un, “güçlü süreklilik çizgisi”ne ve onun kurumsal kökenlerine uygun olarak karşı olduğu siyasi neticelere, özellikle dünyanın bu kadar önemli bir bölgesinde kolay kolay müsamaha göstermeyeceğini tahmin edebiliriz.

Iraklılar işgali sona erdirmek umuduyla oy kullandı. Ocak ayında (2005), Irak’ta seçimlerden önce yapılan ve Brookings Institution’ın analistleri tarafından New York Times’ta açıklanan bir kamuoyu araştırması, Şiilerin yüzde 69’unun ve Sünnilerin yüzde 82’sinin “ABD’nin kısa vadede çekilmesini” desteklediklerini ortaya koydu. Fakat işgal orduları “görevlerini” tamamlayana, yani “güçlü süreklilik çizgisi”ne uygun olarak seçilmiş hükümeti ABD’nin taleplerine uymaya zorlayarak demokrasiyi getirene kadar, Blair, Rice ve diğerleri çekilmek için herhangi bir takvim vermeyi açıkça reddetti; yani, çekilmeyi belirsiz bir geleceğe erteledi.

ABD-Birleşik Krallık’ın çekilmesini çabuklaştırmak sadece Iraklılara bağlı değil; Amerikalı ve Britanyalı seçmenlerin hükümetlerini Irak’ın egemenliğini kabul etmeye zorlamak için istekli olmasına da bağlı.

Irak’ta olaylar gelişirken, Birleşik Devletler İran’a yönelik militan bir duruşu sürdürmeye devam ediyor. İster doğru ister yanlış olsun, İran sahasında bulunan Amerikan Özel Kuvvetleri hakkında basına sızan haberler durumu alevlendiriyor.

Birleşik Devletler’in, İran’ı bombalama kapasiteleri olduğunu açıkça ilan ederek gecen yıllarda İsrail’e 100’den fazla ileri teknolojili bombardıman uçağı sevk etmiş olması gerçek bir tehdit oluşturuyor. Bu uçaklar, İsrail’in 1981’de Irak nükleer reaktörünü bombalamak için kullandığı uçakların geliştirilmiş versiyonları; aklıma gelmişken, kanıtlar bu bombalamanın Saddam Hüseyin’in nükleer silah programını başlatmasına yol açtığını gösteriyor.

Bu konuda olsa olsa tahmin yürütebiliriz, fakat kılıç sesleri iki amaca yönelik olabilir: Daha baskıcı davranması için İran liderliğini kışkırtmak, böylece halk direnişini teşvik etmek; diğer yandan, ABD’nin Avrupa ve Asya’daki rakiplerine gözdağı vererek, İran’a yönelik diplomatik ve ekonomik inisiyatifler geliştirmekten vazgeçmelerini sağlamak. Matthew Karnitschnig Wall Street Journal’da, sert çizginin, ABD’nin misilleme korkusundan dolayı daha şimdiden İran’daki bazı Avrupalı yatırımları kaçırttığını aktarıyor.

Demokrasiyi geliştirmenin bir zaferi olarak selamlanan başka bir gelişme de Şaron ve Abbas arasındaki ateşkes anlaşması. Anlaşma hakkındaki haberler memnuniyetle karşılanıyor: Geçici de olsa insanların öldürülmesindense öldürülmemesi daha iyidir. Bununla birlikte, ateşkes şartlarına şöyle dikkatlice bir bakın. Önemli olan biricik husus, işgalci orduya karşı olsa bile Filistin direnişinin son bulması gerektiği.

Hiçbir şey Amerikalı-İsrailli şahinleri, Batı Şeria’nın değerli topraklarını ve kaynaklarını ele geçirme politikalarında ellerini serbest bırakacak ve geriye kalan Filistin topraklarını yaşaması imkânsız kantonlara bölmek için devasa altyapı projelerini rahatça uygulamalarını sağlayacak tam bir barıştan daha fazla memnun edemezdi.

İsrail’in ABD desteğiyle işgal altındaki topraklarda yaptığı tahribat yıllarca ihtilafın en temel meselesiydi; fakat ateşkes anlaşması bu konuda tek bir sözcük içermiyor. Abbas hükümeti anlaşmayı kabul etti –belki de, İsrail ve ABD siyasi bir çözümü reddettiği sürece bundan daha fazlasını yapamayacakları öne sürülebilir. ABD’nin uzlaşmaz tutumunun, ancak Amerikan halkı izin verdiği sürece devam edebileceğini de ekleyebiliriz.

Anlaşma konusunda iyimser olmak ve geleceği dönük herhangi bir olumlu işaretin üzerine atlamak isterdim, ama şimdiye dek gerçekliği olan hiçbir şey görmedim.

Tıpkı Carothers’ın pişmanlık duyarak vardığı sonuç gibi, Washington açısından gerçekten de “güçlü bir süreklilik çizgisi” vardır: Demokrasi ve hukukun üstünlüğü ancak ve ancak, resmi stratejik ve ekonomik hedeflere hizmet ediyorsa kabul edilebilir. Fakat kamuoyu araştırmalarına göre, Amerikan halkının Irak ve İsrail-Filistin konusundaki tutumu hükümetin politikasıyla çelişiyor. O halde, hakiki anlamda demokrasiyi geliştirmeye Birleşik Devletler’in kendisinden başlamanın en iyisi olup olmayacağı sorusu gündeme geliyor.