Noam Chomsky, Yaser Arafat’ın ölümünün, tarihe sahip çıkmanın önemine ve onu uygun bir şekilde yeniden yazma ilkelerine ilişkin örnek oluşturacak bazı önemli dersler verdiğini söylüyor.
Temel ilke “bizim ahlaki olarak iyi olduğumuzdur” –burada “biz” hizmet ettiğimiz devlettir. “Bizim” yaptıklarımız en yüksek ilkeler uğruna yapılmıştır, ancak pratikte hatalar olabilir. Tipik bir örnek olarak, sol-liberal uçtaki geçmişe dönük bir versiyonu ele alalım. geçmişe dönük olarak uygun bir şekilde yeniden yazılan Vietnam Savaşı’nın “iyilik yapmak üzere sakarca çabalarla” başladığı ancak 1969’a bir “felaket” haline geldiği söylenmiştir (Anthony Lewis). 1969 itibariyle, iş dünyası çok masraflı olduğu için savaşa karşı çıkmaya ve halkın p’i bu savaşı “bir hata” olarak değil “temelden yanlış ve gayriahlaki” olarak değerlendirmeye başlamıştır. 1969’da yani Kennedy’nin Güney Vietnam saldırısı başladıktan yedi yıl sonra, son derece saygı duyulan Vietnam uzmanı ve askeri tarihçi Bernard Fall “kırsal alan, bu boyutta bir alana şimdiye kadar yöneltilen en büyük askeri aygıtın darbeleri altında kelimenin tam anlamıyla ölmekteyken, bir kültürel ve tarihsel varlık olarak Vietnam’ın yok olma tehditi altında bulunduğu” uyarısını yaptıktan iki yıl sonra, 1969’da, geç 20. yy’ın en büyük suçlarından biri çerçevesinde en büyük ve en vahşi devlet terörü operasyonları gerçekleştiriliyor, zaten halı bombardımanı, kimyasal savaş ve kitle katliamı operasyonları ile yerle bir edilmiş olan Güney Vietnam’ın içlerinde hücumbotlarla saldırılar gerçekleştiriliyordu. Daha önemsiz zalimlikler ise sırada bekliyordu. Ancak yeniden yazılan tarih baskın çıkıyordu. Uzmanların katıldığı ciddi panellerde 2004 seçimleri sırasında “Amerika’nın Vietnam Takıntısı” tartışılıyor, ancak Vietnam Savaşı’ndan –tarih için yeniden inşa edilen imgeden değil, gerçek savaştan- hiç sözedilmiyordu.
Bu temel ilkeden türetilen bazı çıkarımlar vardır. İlki uydularımızın da temelde iyi olduğu, ancak “bizden” daha az iyi olduğudur. ABD’nin taleplerine hizmet ettikleri sürece “sağlıklı pragmatistler” olarak değerlendirilirler. Diğer bir çıkarım düşmanlarımızın çok kötü olduğudur; ne kadar kötü oldukları “bizim” onlara ne kadar yoğun saldırdığımız ya da saldırmayı planladığımıza bağlıdır. Statüleri bu kılavuz ilkelere uygun olarak çok çabuk değişebilir. Bu çerçevede mevcut yönetim ve onun ilk elden akıl hocaları, Saddam Hüseyin Kürtlere karşı zehirli gaz kullanırken, muhaliferine işkence ederken ve 1991’de kendisini devirebilecek bir Şii başkaldırısını bastırırken çok takdir ediliyordu ve yardım ediliyordu, çünkü “istikara” katkıda bulunuyordu –bu “istikrar” aslında “bizim” hakimiyetimiz için bir şifre kelimedir- ve açık yüreklilikle beyan edildiği üzere ABD’li ihracatçılar için faydalı idi. Ancak aynı suçlar “bizim” için uygun zaman geldiğinde mutlak kötülüğü temsil ettiğinin bir kanıtı oldu; Irak’ı işgal etmek ve emirlere uyduğu ve “istikrara” katkıda bulunduğu takdirde “demokrasi” olarak adlandırdığımız şeyi kurmak için iyiliğin sancağını övünçle taşıyorduk.
İlkeler çok basittir ve saygın çevrelerde bir kariyer arayışında olanlar için kolaylıkla hatırlanabilir. Uygulanmalarındaki dikkate değer tutarlılık kapsamlı bir şekilde belgelenmiştir. Totaliter devletlerde ve askeri diktatörlüklerde bu beklenir bir şeydir, ancak hafifletici sebep olarak korkunun öne sürülemeyeceği özgür toplumlarda bunun olması çok daha öğretici bir olgudur. Arafat’ın ölümü örnek durumların oluşturduğu muazzam listeye bir diğer örnek eklemektedir. Dünyanın en önemli gazetesi olan The New York Times (NYT), ile The Boston Globe’u ele alacağım. Bunlar Liberal eğitimli seçkinlerin yerel gazeteleridir.
12 Kasım’da NYT’nin başsayfasında yayınlanan yorum yazısı Arafat’ı “hem varlığını sürdürebilir bağımsız bir devlet yolunda Filistinliler’in umudunun sembolü, hem de bu umudun gerçekleşmesi önündeki en büyük engel” olarak tanımlayarak başlamaktadır. Yazı Arafat’ın hiç bir zaman Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat’ın düzeyine ulaşamadığını açıklayarak devam etmektedir. “Sedat Sina yarımadasını İsrail ile barış anlaşması yaparak geri kazanmıştı” çünkü “İsrailliler’e ulaşmış, korkularına ve umutlarına seslenmişti” (İsrailli felsefeci ve eski hükümet yetkilisi Shlomo Avineri’nin ertesi gün, 13 Kasım’da çıkan yazısından aktarıyorum).
Filistin devletinin gerçekleşmesi önünde daha ciddi engeller akla gelmektedir, ancak kılavuz ilkeler nedeniyle bunlar dışlanmaktadırlar; tıpkı Sedat’la ilgili –en azından Avineri’nin kesinlikle bildiği- gerçek gibi.
Bir Filistin devleti içinde Filistinliller’in ulusal hakları meselesinin diplomasi gündemine girdiği 1970’lerin ortalarından beri bunun “gerçekleşmesi önündeki en büyük engel” ABD hükümetidir, NYT de listede ikinci sırada yer alma iddiasındadır. Bu durum Ocak 1976’da Suriye BM Güvenlik Konseyi’ne iki devletli bir çözüm öneren bir karar taslağı sunduğundan beri çok açık hale gelmiştir. Karar taslağı BM Güvenlik Konseyi’nin 242 nolu kararının lafzını içermektedir ve 242 nolu karar herkesin üzerinde anlaştığı temel belgedir. İsrail’e uluslararası sistem içinde herhangi bir devlet olarak varlığını sürdürme ve bunun yanısıra Filistinliler’e de İsrail’in 1967’de işgal ettiği topraklarda bir devlet kurma hakkı vermiştir. Suriye’nin karar taslağı ABD tarafından veto edilmiştir. Önde gelen Arap devletleri tarafından desteklenmiştir. Arafat’ın FKÖ’sü “veto tiranlığını” kınamıştır. Bazı çekimser oylar ve teknik sorunlar da olmuştur.
O zamandan beri bu şartlar altında iki devletli bir çözüm, ABD tarafından bloke edilen (ve İsrail tarafından reddedilen) çok geniş bir uluslararası uzlaşma haline gelmiştir. Bu böyle süregitmiş, yalnızca Güvenlik Konseyi değil, BM Genel Kurulu da düzenli olarak 150’ye 2 gibi oylarla (ABD başka bir uydu devleti yanına çektiği için 150’ye 2) benzer kararlar almıştır. ABD Avrupa’dan ve Arap devletlerinden gelen benzer girişimleri de bloke etmiştir.
Bu arada NYT, Arafat’ın 1980’li yıllardan itibaren müzakere çağrısında bulunduğu ve İsral’in bunu reddettiği gerçeğini yayınlamayı reddetmektedir –“reddetme” kelimesi çok yerindedir. İsrail’in anaakım medyası, Arafat’ın İsrail ile doğrudan müzakere çağrısında bulunduğunu ve bunun Şimon Peres tarafından Arafat’ın FKÖ’sünün “müzakere ortağı olamayacağı” doktrini temelinde reddedildiğini söyleyen başlıklar atabilmekteydi. Kısa bir süre sonra, kuşkusuz İbranice basını takip edebilen Pulitzer ödüllü NYT Kudüs muhabiri Thomas Friedman, İsrail barış güçlerinin, “müzakere ortağının olmaması” nedeniyle sıkıntı çektiğini üzüntü ile dile getiren yazılar yazacaktı; Peres ise “Arap halkı içinde bizim İsrail halkı içinde sahip olduğumuz türden bir barış hareketinin bulunmamasının” ne kadar talihsiz olduğunu söyleyecekti ve “silah kullanan ve müzakereleri reddeden bir örgüt olarak kaldığı sürece” FKÖ’nün müzakerelere katılamayacağını tekrar açıklayacaktı. Bunların hepsi, Arafat’ın NYT’nin yayınlamayı reddettiği bir müzakere önerisinden kısa bir süre sonra ve yine Arafat’ın karşılıklı tanımaya varacak müzakereler yapma yolundaki önerisinin İsrail hükümeti tarafından reddedilmesinden üç yıl sonra oluyordu. Bu arada Peres kılavuz ilkeler uyarınca “sağlıklı bir pragmatist” olarak tanımlanıyordu.
1990’da Clinton yönetimi, BM kararlarını “zaman aşımına uğramış ve anakronik” olduğunu ilan ederek kendi reddiyecilik versiyonunu icat ettiğinde meseleler bir ölçüde değişti. ABD diplomatik bir çözümü bloke etmekte yalnız kaldı. Yakın zamana ait bir örnek, Aralık 2002’de her zaman olduğu gibi geniş bir uzlaşma ile desteklenen Cenevre Anlaşması’nın olağan istisna ile gerçekleşmesidir: NYT küçük gören bir makalede “dikkat çekici bir biçimde Birleşik Devletler destek mesajı yollayan hükümetler arasında yer almıyordu” diye yazıyordu (2 Aralık 2002). Bu, son derece tutarlı, dramatik ölçüde açık ve gözden kaçırılması imkansız olan diplomatik kayıtların küçük bir fragmanıdır. Bunu gözden kaçırmak için sahipleri tarafından yazılan tarihe sıkı sıkıya bağlı olmak gerekir.
İkinci örneğe bakalım: Sedat’ın İsrailliler’e seslenmesi ve böylece 1979’da Sina’yı geri kazanması ve bunun kötü Arafat’a bir ders olması. Kabul edilmeyen tarihe geri dönecek olursak, Şubat 1971’de Sedat, o zamanın resmi ABD politikası ile uyumlu bir şekilde İsrail’e tam bir barış anlaşması önerdi. Bu anlaşma İsrail’in yalnızca Sina’dan çekilmesini öngörüyordu –ki bu hiç bir şekilde Filistinliler’e bir jest anlamına gelmiyordu. Ürdün benzer önerilerde bulundu. İsrail tam bir barışa ulaşabileceğini farketti, ancak Golda Meir’in İşçi Partisi hükümeti bu önerileri kuzeydoğu Sina’ya yayılma politikası uğruna geri çevirdi. Burada İsrail tamamen Yahudiler’den oluşan Yamit şehrini kurmak için binlerce Bedevi’yi, köylerini, camilerini, mezarlıklarını, evlerini yıkarak çöle sürüyordu.
Her zaman olduğu gibi buradaki can alıcı soru ABD’nin nasıl tepki vereceği idi. Kissenger bir iç tartışmada üstün geldi ve ABD “pat” politikasını benimsedi: hiç bir müzakere olmayacak; yalnızca kaba kuvvet. ABD İsrail’in reddiyecilik ve yayılma politikalarına arka çıkarak Sedat’ın diplomatik bir yol izleme çabalarını reddetmeye –daha doğrusu ihmal etmeye- devam etti. Bu pat durumu İsrail’in, belki de dünyanın ucuz atlattığı 1973 savaşına yol açtı –ABD nükleer alarma geçti. Bu arada Kissenger bile Mısır’ın küçük görülüp bir kenara atılamayacağını anladı ve “mekik diplomasisini” başlattı ve bu ABD ve İsrail’in, Sedat’ın 1971’de yaptığı öneriyi kabul ettikleri Camp David toplantılarına yol açtı, ancak burada ABD ve İsrail, kendi bakış açılarına göre çok daha ağır şartları kabul etmek zorunda kaldılar. O zamandan beri uluslararası uzlaşma, Filistin ulusal haklarını tanımak noktasına gelmişti ve böylece Sedat bir Filistin devleti kurulması çağrısında bulundu, bu da ABD ve İsrail için kesinlikle kabul edilemez bir şeydi.
Sahipleri tarafından yeniden yazılan ve medyadaki yorum yazıları ile tekrarlanan resmi tarihe göre bu olaylar ABD için bir “diplomatik başarı” idi ve Araplar’ın amaçlarına ulaşmak için barış ve diplomasiyi tercih ederek bize katılmaktan başka yollarının olmadığının bir kanıtıydı. Gerçek tarihte başarı bir felaket idi ve olaylar ABD’nin yalnızca şiddete boyun eğdiğini gösteriyordu. ABD’nin diplomasiyi reddetmesi, korkunç ve çok tehlikeli bir savaşa ve bugün de şiddetli etkileri hissedilen ve yıllarca süren acılara yol açtı.
1967-74 yılları arasında işgal altındaki toprakların askeri komutanı olan General Shlomo Gazit, anılarında askerler ve haberalma servisleri tarafından getirilen, bu bölgelerin kendi kendini yönetmesi, hatta kısıltı politik faaliyete izin verilmesi önerisini reddederek ve “önemli sınır değişikliklerinde” ısrar ederek, Washington tarafından desteklenen İşçi Partisi hükümetinin daha sonra fanatik Gush Emunim yerleşimci hareketinin ve Filistin direnişinin yükselmesinde önemli sorumluluğu olduğunu yazıyordu. Filistin direnişi zulüm ve devlet terörü altında geçen ve değerli Filistin topraklarının ve kaynaklarının gasp edildiği yıllardan sonra ilk İntifada ile birlikte yükselmişti.
Ortadoğu uzmanı Judith Miller’in Times gazetesinde yayınlanan Arafat ile ilgili uzun anma yazısı da (11 Kasım) NYT’nin ilk sayfada yayınlanan yorum yazısı ile aynı zihniyettedir. Miller, resmi tarihin kendi versiyonunda şöyle yazmaktadır: “1988’de dek Arafat İsrail’i tanımayı defalarca reddetti ve silahlı mücadele ile terör kampanyalarında ısrar etti. Diplomasiyi ancak 1991 Körfez Savaşı sırasında Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin’le kucaklaştıktan sonra seçti.”
Miller resmi tarihin tam bir tercümesini vermektedir. Gerçek tarihte Arafat defalarca karşılıklı tanımaya yol açacak müzakereler önermiş, Washington tarafından arka çıkılan İsrail –özellikle de güvercin “pragmatistler”- bunu düşünmeden reddetmiştir. 1989’da İsrail koalisyon hükümeti (Şamir-Peres) barış planında uzlaşmaya vardıklarını beyan ettiler. İlk ilke Ürdün ve İsrail arasında “fazladan bir Filistin devleti” olmayacaktı –Ürdün zaten bir Filistin devleti idi. İkinci ilke [işgal altındaki] toprakların kaderi “İsrail hükümetinin temel kılavuz ilkeleri ile uyum içinde” karara bağlanacaktı. İsrail planı ABD tarafından hiç bir şerh konulmadan kabul edildi ve “Baker planı” haline geldi (Aralık 1989). Miller’ın sunduğu resmi tarih yorumunun tam tersine Washington ancak Körfez Savaşı’ndan sonra kendi çözümünü tek yanlı olarak empoze edebileceğini farkettiğinde müzakere seçeneğini dikkate almak yönünde istekli göründü.
ABD Madrid konferasını topladı (burada Rusya’nın katılımı bir incir yaprağı işlevi görüyordu). Bu gerçekten de müzakerelere yol açtı. Güvenilir bir Filistin delegasyonu vardı ve başkanlığını işgal altındaki topraklarda belki de en çok saygı duyulan lider ve dürüst bir milliyetçi olan Haydar Abdül-Şafi yürütüyordu. Ancak müzakereler çıkmaza girdi çünkü Abdül-Şafi İsrail’in yerleşim ve altyapı programları ile değerli Filistin topraklarına el koymaya devam etmekte Washington’un da arka çıktığı ısrarını reddetti. Bu yerleşim ve altyapı programları, Batı Şeria’yı bölen İsrail duvarını kınayan Adalet Divanı kararına itiraz eden tek ülke olan ABD’nin yargısı tarafından bile yasadışı ilan edilmiştir. Arafat’ın önderlik ettiği “Tunus Filistinlileri” Filistinli müzakerecilerin altını oymuş ve ayrı bir anlaşma kotarmıştı. Bu anlaşma Eylül 2003’te Beyaz Saray’ın bahçesinde o kadar tantana ile kutlanan “Oslo Anlaşması” idi.
Bunun tam bir satış olduğu açıktı. Yayınlanan tek belge –İlkeler Deklerasyonu- nihai sonucun BM Güvenlik Konseyi’nin 242 nolu kararına dayandığını ilan etti, ancak 1970’lerin ortalarından itibaren diplomasinin esası haline gelen meseleyi dışarıda bıraktı: Filistinlilerin ulusal hakları ve iki devletli çözüm. 242 nolu karar nihai sonucu tanımlar, çünkü Filistinliler’in hakları hakkında birşey söylemez. Böylece Oslo Anlaşması ile, İsrailliler’in yanısıra Filistinliler’in de haklarını tanıyan ve 1970’lerde şekillendiğinden beri ABD tarafından bloke edilen uluslararası konsensusu yansıtan BM kararları kapsam dışı bırakılmıştır. Anlaşma metninin lafzından İsrail yerleşim programlarının devam etmesine onay verdiği açıkça görülmektedir ve İsrail liderliği (Yitzhak Rabin ve Shimon Peres) bunu gizlemek için hiç çaba sarfetmemiştir. Bu nedenle, Abdül-Şafi imza törenine katılmayı bile reddetmiştir. Arafat’ın görevi, Rabin’in açıkça dile getirdiği gibi, işgal altındaki topraklarda polislik yapmaktı. Arafat, bu görevi yerine getirdiği sürece, yozlaşma, şiddet ve baskı ile özdeşleşmesinden kaygılanmadan ABD ve İsrail tarafından onay verilen “pragmatist” idi. Ancak, topraklarına ve doğal kaynaklarına İsrail tarafından el konulması süregiderken, halkı denetim altında tutamadığı görüldükten sonra barışı bloke eden baş cani oldu: olağan değişim.
Dolayısı ile meseleler 1990’lar boyunca devam etti. İsrailli güvercinlerin amaçları, kısa bir süre sonra Camp David’de Barak’ın baş müzakerecisi olacak olan Shlomo ben-Ami tarafından 1998’de kaleme alınan bir akademik çalışmada açıklanmıştı: “Oslo barış süreci” işgal altındaki topraklarda bir çeşit yerel otonomi ile birlikte “kalıcı bir yeni-sömürgeci bağımlılığa” yol açacaktı. Bu arada İsrail yerleşimleri ve işgal altındaki toprakların İsrail’e entegre edilmesi ABD’nin desteği ile düzenli olarak devam etti. Clinton’ın (ve Barak’ın) başkanlığının son yılında en zirvesine ulaştı ve diplomatik bir çözüm yolundaki umutların altını oydu.
Miller’a geri dönecek olursak tarihin resmi versiyonuna sadık kaldı ve şöyle yazdı: “Kasım 1988’de Amerika’nın sıkıştırması ile FKÖ, İsrail’in tanınması ve terörizmin terk edilmesi yolundaki Birleşmiş Milletler kararlarını kabul etti.” Gerçek tarih ise şöyledir: Kasım 1988 gelene kadar Washington, Arafat’ın diplomatik bir çözüm çağrısı yaptığını “görmeyi” reddettiği için uluslararası alay konusu oldu. Bu bağlamda, Reagan yönetimi bariz gerçeği teslim etmeyi kabul etti ve diplomasinin altını oymak için başka yollara yöneldi. ABD, FKÖ ile alt düzey müzakerelere girdi, ancak Başbakan Rabin’in 1989’da Barış Şimdi örgütü liderlerine söylediği gibi bunlar anlamsızdı ve Filistinliler’in “sert bir askeri ve ekonomik baskı” ile “sonunda çözülmeleri” ve İsrail’in şartlarını kabul etmeleri için İsrail’e zaman kazandırmayı amaçlıyordu.
Miller bu minval üzere hikayesine devam etmekte ve standart sonuca ulaşmaktadır: Arafat, Camp David’de Clinton ve Barak’ın soylu barış teklifini reddederek “görüşmeleri terketmiş” ve hatta daha sonra Clinton’un 2000 “parametrelerini” kabul eden Barak’a katılmayı bile reddetmiştir. Böylece şiddette ısrar ettiğini kesin olarak kanıtlamıştır ve bu barışsever devletlerin, ABD ve İsrail’in yüzyüze gelmek zorunda oldukları bunaltıcı bir gerçektir.
Gerçek tarihe dönecek olursak, Camp David önerileri Batı Şeria’yı fiilen birbirinden ayrılmış kantonlara bölmekteydi ve bu muhtemelen hiç bir Filistinli lider tarafından kabul edilemezdi. Bu durum, kolayca bulunabilen haritalara bakıldığında bariz olarak görülür. Ancak belki de bu nedenle bu haritalar NYT’de, ya da göründüğü kadarıyla hiç bir anaakım Amerikan medyasında yayınlanmamıştır. Müzakereler çıkmaza girdikten sonra Clinton, Arafat’ın çekincelerinin makul olduğunu farketti ve şu ünlü “parametreleri” ortaya kondu. Bu “parametreler” muğlak oldukları halde, olası bir çözüm yolunda hayli ileri gitmekteydi –bu gerçekler resmi tarihin altını oymaktadır; ancak bu mantıktır, dolayısıyla en az tarihin kendisi kadar kabul edilemezdir. Clinton, “parametrelerine” gelen tepkileri 7 Ocak 2001’de İsrail Polika Forum’unda yaptığı konuşmada şu şekilde anlatmıştır: “Hem Başbakan Barak hem de Başkan Arafat bu parametreleri gelecekteki girişimler için temel olarak kabul etmişlerdir. Her ikisi de bazı çekincelerini ifade etmişlerdir.”
Bunu prestijli Harward-MIT dergisi International Security (Güz 2003) gibi karanlık kaynaklardan öğreniyoruz. Burada “2000-2001 barış görüşmelerine ilişkin Filistin hikayesinin İsrail’in hikayesinden –yani ABD-NYT’nin hikayesinden- daha gerçekçi göründüğü” sonucuna varılmış.
Bundan sonra üst düzey Filistinli müzakereciler Clinton’ın parametrelerini “ilerideki çabaların temeli” olarak ele alıp “çekincelerini” Ocak ayında Taba’daki toplantılarda dile getirdiler. Filistinliler’in kaygılarından bazılarını gideren geçici bir anlaşma hazırladılar, böylece bir kez daha resmi tarihin altını oydular. Hala sorunlar vardı ancak Taba anlaşmaları olası bir çözüm yolunda daha önceki tüm girişimlerden daha ileri gitmişti. Müzakereler Barak tarafından iptal edildi, dolayısıyla olası sonuçları bilinemedi. AB elçisi Miguel Moratinos tarafından hazırlanan ayrıntılı bir rapor her iki kesim tarafından doğru kabul edildi, ve İsrail’de dikkati çekecek bir şekilde haber edildi. Ancak burada, ABD’de anaakım medyada bu rapordan söz edildiğinden bile kuşkuluyum.
Bu olayların Miller tarafından kaleme alınan NYT versiyonu Clinton’ın Ortadoğu elçisi ve müzakereci Dennis Ross’un oldukça övgü alan bir kitabına dayanmaktadır. Her gazetecinin farkında olacağı gibi böylesi bir kaynak, yalnızca kökenleri nedeniyle bile oldukça kuşkuludur. Sıradan bir okuma bile Ross’un anlatımının tamamen güvenilmez olduğunu anlamak için yeterlidir. 800 sayfanın tümü çoğunlukla Clinton’a (ve kendi çabalarına) dalkavukluk ile doludur; tamamı doğrulanamayacak kaynaklara dayanmaktadır; katılanların söylediğini ve onlardan duyduğunu iddia ettiği “alıntılara” dayanmaktadır, bu katılımcılar eğer “iyi adamlarsa” ilk adları ile anılmaktadır. Herkesin gerçekte 1971’den beri merkezi mesele olarak bildiği şey hakkında tek kelime yoktur: Clinton verdiği destek de
hiç kuşkusuz dahil olmak üzere ABD’nin ekonomik, askeri ve diplomatik desteğine güvenerek işgal altındaki topraklarda uygulanan yerleşim ve altyapı programları. Ross, Taba sorunu ile, kitabı bu görüşmeler başlamadan bitirerek çok basit bir şekilde başa çıkmaktadır (bu, Clinton’ın görüşmelerden birkaç gün sonra dile getirdiği ve daha önce alıntı yaptığım yorumunu da atlamasına olanak sağlamaktadır). Böylece, temel sonuçlarının hemen yanlışlandığı gerçeğinden kaçmaktadır.Ross’un kitabında Abdül-Şafi’den yalnızca bir kere, o da kısaca sözedilmektedir. Doğal olarak arkadaşı Shlomo ben-Ami’nin Oslo süreci ile ilgili yorumunu ve ara anlaşmalar ile Camp David’in tüm önemli öğelerini gözardı etmektedir. Kahramanları Rabin ve Peres’in –ya da “İshak ve Şimon’un- bir Filistin devleti fikrini değerlendirmeyi bile reddektiklerinde hiç bahsetmemektedir. Gerçekte İsrail içinde bu olasılıktan bahsedildiği ilk dönem, aşırı sağcı “kötü adam” Benyamin Netenyahu’nun hükümeti sırasındadır. Enformasyon bakanı, kendisine Filistin devleti ile ilgili sorulan bir soruya, Filistinliler’in kendilerine bırakılan kantonları isterlerse “devlet” olarak –ya da isterlerse kızartılmış tavuk olarak- adlandırabileceklerini söylemiştir.
Bu daha başlangıç. Ross’un bakış açısı öylesine bağımsız destekten yoksundur ve öylesine aşırı seçicidir ki, (sanki gizli bir kayıt cihazı varmışçasına) dikkatli bir şekilde kelimesi kelimesine kaydettiği çok özel ayrıntılardan tutun da, otorite tavrıyla, ancak inanılır deliller sunmaksızın vardığı çok genel sonuçlara kadar iddia ettiği herşeyi kuşku ile karşılamak gerekir. Kitabının bir otoritenin aktarımı gibiymişçesine değerlendirilmesi çok ilginçtir. Genelde kitabın aktörlerden birinin algısını aktarmaktan başka bir değeri yoktur. Bir gazetecinin bunun farkında olmamasını anlamak zordur.
Oysa değerli olan çok önemli deliller de var, ancak bunlar dikkatlerden kaçmaktadır. Örneğin, bu yıllar sırasında İsrail haberalma servisinin değerlendirmeleri değerlidir: Bunlar arasında İsrail askeri haberalma servisinin başı olan Amos Malka, Genel Gizli Servis’e (Şin Bet) başkanlık eden General Ami Ayalon, Şin Bet başkanına Filistin işleri için özel danışmanlık yapan Matti Steinberg ve Filistin bölgesinden sorumlu araştırma biriminin resmi sorumlusu Albay Efraim Laive vardır. Malka haberalma servislerinin vardığı uzlaşmayı şu şekilde sunmaktadır: “Varsayımımız Arafat’ın bir diplomatik süreci tercih edeceği, bunu sonuna kadar zorlayacağı, ve ancak bu süreçte çıkmaza girdiğinde şiddet yoluna geri döneceği idi. Ancak bu şiddet, açmazı aşmak, uluslararası baskıyı harekete geçirmek ve son kilometreleri böylece katetmeyi amaçlıyordu.” Malka aynı zamanda bu üst düzey değerlendirmelerin politik liderliğe ulaştırıldığında tahrif edildiği suçlamasında da bulunuyordu. ABD’li muhabirler bunlara İngilizce olarak kolayca erişebilirler.
Tarihin Miller versiyonu ile ya da Ross versiyonu ile devam etmenin bir anlamı yok. Şimdi liberal uçtaki Boston Globe gazetesine bakalım. Editörleri (12 Kasım’daki yazılarında) NYT ile aynı temel ilkelere bağlı kalmıştır (bu belki de evrensel bir durumdur, istisnaları araştırmak ilginç olacaktır). Editörler bir Filistin devleti kurulamamasının suçunun “yalnızca Arafat’ta olmadığını, İsrailli liderlelerin de katkılarının olduğunu” teslim etmektedir. ABD’nin can alıcı rolünden bahsedilemez, hatta bu konuda fikir bile yürütülemez.
Boston Globe 11 Kasım’da bir ilk sayfa yorum yazısı yayınlamıştır. İlk paragrafında Arafat’ın “Çin’de Mao Zudung, Küba’da Fidel Castro ve Irak’ta Saddam Hüseyin gibi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yerküreyi silip süpüren sömürge karşıtı haraketler sonucu doğan karizmatik ve ikonik liderler grubundan olduğunu” öğreniyoruz.
Bu yorum birçok açıdan ilginçtir. Kurulan bağlantı bir kez daha Castro’ya karşı duyulan içten ve zorunlu nefreti açığa çıkartmaktadır. Şartlar değiştikçe bahaneler de değişmektedir, ancak Washington’un Küba’ya karşı giriştiği terörist saldırıların ve ekonomik savaşın ilk günlerinde ABD haberalma servislerinin sonuçlarını sorgulamaya kimse yanaşmamaktadır: temel sorun Monroe Doktrini’ne dek uzanan ABD politikalarına karşı Castro’nun “başarılı meydan okuması” idi. Ancak Boston Globe’un ilk sayfa yorumunda bir doğruluk payı vardır. Yarı tanrısal Reagan’ın emperyal cenaze töreni ile ilgili ilk sayfa haberlerinde, kendisi –Hitler, İdi Amin ve Peres gibi- çok sayıda cinayet işleyen ikonik kitle katilleri grubunun bir üyesi olarak tasvir edilmiş olsa idi bunda da bir doğruluk payı olacaktı. Bu analojiyi anlamayanların bir tarih dersine ihtiyaçları var.
Devamında Boston Globe Arafat’ın suçlarını sıralarken bize, Güney Lübnan’da denetimi ele geçirdiğini ve “burayı İsrail’e bir dizi saldırı düzenlemek için üs olarak kullandığını ve İsrail’in buna [Haziran 1972’de] Lübnan’ı işgal ederek tepki verdiğini” söylüyor. “İsrail’in dile getirdiği amaç Filistinliler’i sınır bölgelerinden geri püskürtmek idi, ancak o zamanlar savunma bakanı olan General Şaron’un komutasındaki kuvvetler Beyrut’a kadar ilerlediler. Burada Şaron, müttefik Hristiyan milislerin Sabra ve Şatila mülteci kamplarında Filistinliler’i katletmesine izin verdi ve Arafat’ı ve Filistin liderliğini Tunus’a sürgüne yolladı.”
Kabul edilemeyen tarihe geri dönecek olursak, İsrail işgalinden önceki yıl FKÖ, ABD tarafından kotarılan bir barış anlaşmasına bağlı kaldı. Bu arada İsrail, Güney Lübnan’da planlanan işgale bir bahane olarak kullanılabilecek bir Filistin tepkisini provoke etmek için birçok canice saldırıda bulundu. Hiçbir tepki gerçekleşmediğinde de bir bahane uydurarak işgali gerçekleştirdi ve ateşkes ve geri çekilme talep eden Güvenlik Konseyi kararlarını veto eden ABD’nin yardımıyla belki de 20,000 Filistinli ve Lübnanlı’yı katlettiler. Sabra ve Şatila katliamları eninde sonunda bir ayrıntı idi. Amaç, en yüksek düzeyde siyasi ve askeri yetkililerin ve İsrailli yorumcularla akademisyenlerin dile getirdiği gibi Arafat’ın diplomatik bir çözüm yolundaki gittikçe artan bir biçimde rahatsız edici olan girişimlerine bir son vermek ve işgal altındaki topraklar üzerindeki denetimi güvenceye almaktı.
Birçok kez belgelenmiş gerçekleri bu şekilde tersine çevrilmesi Arafat’ın ölümü üzerine yazılan yorum yazısı boyunca benzer bir şekilde tekrarlanmaktadır. Bu, Amerikan medyası ve dergilerinde yıllar boyunca o kadar geleneksel bir hal almıştır ki, muhabirleri bunu tekrarlayıp durdukları için suçlamak zordur –ancak az bir soruşturma bile gerçekleri açığa çıkarmak için yeterlidir.
Yorum yazılarının ufak ayrıntıları da öğreticidir. Örneğin Times’ın yorum yazısında Arafat’ın olası haleflerinin –Washington tarafından tercih edilen ılımlıların- bazı sorunları olduğu söyleniyor: “sokaktaki insanlar nezdinde güvenirlikten” yoksun oldukları. Bu, “Arap sokakları” hakkında bize bilgi aktarılırken Arap dünyasındaki kamuoyu için kullanılan geleneksel tabirdir. Batıdaki politik bir şahsiyet kamuoyu desteğinden yoksun ise, bu şahsın “sokaktaki insanlar nezdinde güvenirlikten” yoksun olduğu söylenmez, ya da Amerika ve Britanya sokakları hakkında haber aktarılmaz. Bu tabir alt seviyeden insanlar için düşüncesizce kullanılır. Bunlar insan değil “sokakları” dolduran yaratıklardır. Şunu da ekleyebiliriz ki, “Filistin sokaklarının” en popüler politik lideri Marwan Barguti İsrail tarafından güvenli bir şekilde süresiz olarak hapsedilmiştir. Ve George Bush, Arap dünyasında demokratik olarak seçilmiş tek lideri fiili olarak hapseden ve ABD’nin “sokaktaki insanlar nezdinde güvenirlikten” yoksun olduğu sonucuna vardığı Mahmut Abbas’ı destekleyen arkadaşı –“barış adamı”- Şaron’la elele vererek demokrasiye olan tutkusunu göstermiştir. Bütün bunlar liberal basının Bush’un Ortadoğu’ya demokrasi getirmek yolundaki “mesihvari vizyonu” olarak adlandırdığı şey hakkında birşeyler söylemektedir, tabii ki gerçeklere ve mantığa önem veriyorsak.
NYT Arafat’ın ölümü ilgili İsrailli tarihçi Benny Morris tarafından kaleme alınan uzun bir uzman yorumu yayınladı. Makale ayrıntılı bir analizi haketmektedir, ancak bunu bir kenara bırakıyorum ve makalenin ruhunu yansıtan ilk yorumunu ele alıyorum: Morris, Arafat’ın barıştan ve işgali sona erdirmekten sözeden bir hilebaz olduğunu, ancak gerçekte “Filistini geri kazanmak” istediğini söylüyor. Bu Arafat’ın iflah olmaz vahşi doğasını açığa vuruyor.
Burada Morris yalnızca Araplar’a değil NYT okuyucularına karşı da duyduğu küçümsemeyi açığa vuruyor (Araplar’a karşı duyduğu küçümseme çok derindir). Göründüğü kadarıyla, okuyucuların Siyonist ideolojinin o korkunç tabirini ödünç aldığını farketmeyeceklerini düşünüyor. Siyonizmin bir yüzyıldır temel ilkesi “Kutsal Toprakları geri kazanmak” olmuştur, bu ilke Morris tarafından Siyonist hareketin merkezi bir konsepti olarak görülen şeyin ardında yatan ilke olmuştur: yerli halkın “nakledilmesi”, yani “Kutsal Toprakları gerçek sahipleri için geri kazanmak üzere” sürülmesi. Buradan varılacak sonuçları telaffuz etmeye gerek bile yok.
Morris, Filistin Mülteci Sorununun Doğuşunun Yeniden Değerlendirilmesi adlı kitabın yazarı olan İsrailli bir akademisyen olarak bilinmektedir. Bu doğrudur. Aynı zamanda İsrail arşivleri üzerine en kapsamlı çalışmayı yapmış ve İsrail’in 1948-9 yıllarında daha sonra İsrail olacak topraklarda yaşayan nüfusun büyük çoğunluğunun “nakledilmesi” ile sonuçlanan operasyonlarının vahşetini ayrıntıları ile göstermiştir. Bunlar daha sonra BM’nin Filistin olarak belirlediği bölgenin ortağı Ürdün ile birlikte İsrail tarafından yarı yarıya bölüşülmesi sırasında da devam etmiştir. Morris bu zalimlikler ve “etnik temizlik” (daha doğru bir çeviri ile “etnik arındırma”) hakkında eleştirel bir tutum takınmaktadır, yani bunun yeterince ileri götürülmediğini söylemektedir! Morris, Ben Gurion’un en büyük hatasının, belki de “ölümcül hatasının, tüm İsrail Ülkesi’ni Ürdün nehrine kadar temizlememek” olduğunu düşünmektedir.
Bu meseledeki tavrı İsrail’in onuru adına şiddetle kınanmıştır. Ama İsrail’de. Kendisi ABD’de, hor görülen düşmanı ile ilgili en önemli yorum yazısını yazmak için uygun bir seçim olmuştur.