Türkiye’nin dört bir yanında derelerimiz, yaşadığımız coğrafyanın kılcal damarları, yoğun bir kuşatma altında. Doğu Karadeniz’de Senoz, Loç, İkizdere, Fırtına, Macahel, Murgul, Çoruh vadileri; Antalya’da Alakır hakkında en fazla duyduğumuz havzalar. Munzur Vadisi, Hakkari’de Zap Suyu ve Irak sınırında inşa edilen çok sayıdaki güvenlik barajı (sulama veya enerji hedefi gütmeyen hidrolik barikatlar) bu gelişmelerin Fırat’ın doğusundaki yüzü. Son yıllarda, bu vadilerde sürdürülen enerji üretim faaliyetlerine karşı mücadele veren pek çok oluşum kuruldu. Derelerin Kardeşliği ve Suyun Ticarileşmesine Hayır platformları, Türkiye Su Meclisi bu oluşumlardan bazıları. 2 Nisan 2011 tarihinde ise Anadolu’yu Vermeyeceğiz ana sloganı altında, herhangi bir oluşumun imzasını taşımayan Büyük Anadolu Yürüyüşü başlatıldı. Doğu Karadeniz, Güneydoğu, Akdeniz, Ege ve Trakya üzerinden, on koldan başlatılan bu yürüyüş kırk günün sonunda Ankara’da büyük bir gösteriyle sona erecek. İstanbul’da yaşayan ve bu yürüyüşe ancak hafta sonları katılabilecek olanlar için bir bilgi: Yürüyüşün Trakya-Marmara kervanıyla birlikte 7-8 Mayıs tarihlerinde İzmit’ten Sapanca’ya yürümek mümkün. Eylem hakkındaki bilgilere http://vermeyoz.net adresinden ulaşabilirsiniz. Herkesi bu eylemi takip etmeye ve imkanları ölçüsünde maddi veya manevi destek vermeye davet ediyorum. Aşağıdaki yazıda, son on yıla damgasını vuran bu kuşatma hareketi hakkında genel bir değerlendirme sunuyorum.
***
Küçük hidroelektrik santralleri (yaklaşık 10 MW kurulu gücün altında olan nehir tipi santraller – buna karşılık örneğin Atatürk Barajı 2400 MW’tır) hidrolik mühendisliği literatüründe “çevre dostu” olarak bilinir. Bunun bir nedeni, diğer bilgi sahalarının, çevre bilimsel çalışmaların yıllar boyunca büyük barajlar ve etkilerine odaklanmış olması, küçük hidro elektrik santraller (HES) karşısında ise sessiz kalmasıdır.
Tabii bu durum hidroelektriğin tarihsel gelişimiyle alakalıdır. Önceleri, gelişen betonarme teknolojisiyle beraber geniş nehirlerin önüne büyük barajlar kurup yüksek miktarlarda elektrik ürettik. Büyük barajlar için deniz bittiğinde (yeni büyük barajlar çevresel, toplumsal ve kültürel açıdan giderek daha hassas bölgelere inşa edilmek zorunda kaldığı için) nehirlerin kılcal damarlarına, küçük hidroelektrik santrallere (HES) yöneldik. Önceleri kırsal kalkınmayı destekleyici, ademi merkezi enerji yatırımları olarak işlev gören küçük HES’ler, giderek ulusal enerji politikalarının temel bir bileşenine dönüştü.
Küçük HESlerle alakalı sorun tam da bu noktada başladı. İnsan türü olarak harekete geçme tarzımız öngörüden ziyade tecrübeye dayalı olduğu için, önce büyük HESlerin etkilerine odaklanmış, bu arada küçük HESleri unutmuştuk. Fakat, 2000’lerin başından beri süregiden “Türkiye derelerini kuşatma hareketi” gösteriyor ki, büyük barajlar için olduğu kadar küçük HESler için de uygulanabilir standartlara ihtiyaç var. Hidrolik mühendisleri ve diğer uzmanların, aslında küçük HESlerin de doğaya geri dönülmez zararlar verdiğini görebilmeleri için tüm vadilerimizin bütün kılcal damarlarının bu kuşatma hareketine teslim olmasını beklememeliyiz.
Türkiye, enerji planlaması diskurunda hızla büyüyen, elektrik enerjisi ihtiyacı süratle artan bir ülke olarak tanımlanıyor. Mevcut, yaklaşık 45.000 MW kurulu gücündeki üretim kapasitesinin önümüzdeki on yıl içerisinde ikiye katlanması planlanıyor. Bu elektrik yatırım-üretim pespektifi içerisinde küçük hidro çok önemli bir yere sahip. Şu anda sadece Doğu Karadeniz’in dereleri üzerinde 700 küsür, Türkiye’nin dereleri üzerinde ise 2000 kadar küçük HES var. 2020’lere kadar tamamlanması planlananların sayısı 10 bini buluyor. Buna göre 2020’lerde Türkiye’nin küçük HES kurulu gücü 23 000 MW’ı bulacak (yaklaşık on adet Atatürk Barajı kurulacak) ve toplam kurulu gücün yüzde 25’ini bu santraller teşkil edecek.
Türkiye’nin, kaynak çeşitliliği ve enerji güvenliği maskesi altında sergilediği bu aşırı hırslı yönelim, şimdiden entegre olduğu Avrupa Enerji Ağı üzerinde elektrik ihraç etme perspektine bağlanabilir. (Diğer taraftan toplam 8000 MW kurulu gücünde iki adet nükleer santralin inşasını unutmayalım). Ekonominin diliyle ekolojinin dilini bağdaştıracak olursak, bu ihracat gerçekleştiğinde Türkiye elektriğini, Avrupa ülkeleri de çevresel maliyetlerini Türkiye’ye transfer etmiş olacak. Türkiye elektriğini satarken çevresel maliyetleri üstlenecek. Bu durumu zararlı atıkların uluslararası (yasa dışı) ticaretiyle benzeştirebiliriz. İlk örnekte bir ülke, doğal sermayesini, bu sermayenin bugün ve gelecekteki üretimlerini satıp para kazanırken, ikinci örnekte kendi doğal sermayesine, bu sermayenin üretimine zarar veren atıkları satın alarak para kazanmaktadır.
Doğrusu her iki durumda da bugünü zengin etmek adına geleceğimiz satılmaktadır. Ekolojik mal ve hizmetlerin ilk örnekteki transferi yeterince görünür olmadığı için bu, “birinci lige yükselen ekonomi” kisvesi altında yapılabilmektedir; ikinci örnekte ise biçilen rolün aslında üçüncü dünyaya yaraşır olduğu daha açık görülebilmektedir. [[dipnot1]]
Ortak mülklerin (commons) kuşatılması (enclosures) 17. Yüzyıl’da Britanya’da başlayıp günümüzde devam eden bir süreçtir. Orijinal olarak, çiftçilerin kullanım hakkına sahip oldukları toprakların çitlerle çevrilip erişimin engellenmesi ve zaman içerisinde özel mülk olarak tapulanması sürecini anlatır. Ortak mülkler, mülkiyetin bireysel veya kolektif olarak düzenlenebildiği, fakat kullanım ve yararlanma hakkının diğerlerini dışlamayacak şekilde, ortakça düzenlenip belirli kurallara bağlandığı kaynaklardır. Bu tanıma göre ekilebilir araziler, o arazinin üzerindeki tüm biyolojik verim, ormanlar, meralar, balıkçılık yapılan kıyı şeritleri, göller, akarsular vs. ortak mülk olarak düzenlenebileceği gibi, tohum tür ve çeşitleri, üretimde kullanılan geleneksel bilgi, atmosfer gibi alıcı ortamlar da ortak bir mülk şeklinde düzenlenebilir. Hatta, internet üzerinden paylaşılan bilgi, açık-kaynak bilgisayar yazılımları, fikri mülkiyet haklarıyla korunmayan tüm bilim ve sanat eserleri, bunların tümü ortak mülk olarak tanımlanabilir. Çünkü, mülkiyeti belirli bir kişi veya grubun elinde olsa dahi bu kaynaklar başkalarını dışlamayacak, onların erişim haklarını engellemeyecek şekilde kullanılır.
Türkiye’nin akarsu kaynakları devlet mülküdür ve kullanımı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü (DSİ) tarafından düzenlenir. Şimdilerde, Türkiye derelerini kuşatma hereketi, DSİ (2007 yılında Çevre ve Orman Bakanlığına bağlanmıştır), Enerji Piyasaları Düzenleme Kurumu (EPDK) ve yine Çevre ve Orman Bakanlığı’nın bir kuruluşu olan Çevre Yönetimi Genel Müdürlüğü (ÇYGM) eliyle yürütülmektedir. DSİ, EPDK ve ÇYGM işbirliğinde, Türkiye’nin derelerinin kullanım hakkı kıyı topluluklarından, kuşlardan, balıklardan ve ayılardan alınmakta, Sanko, Alarko, Limak v.b. müteahhit ve üretici firmalara devredilmektedir. Bu devir sürecinin yasal altyapısı Yenilenebili Enerji Kanunu (2005, no 5346), Elektrik Piyasası Kanunu (no 5846), muhtemelen Haziran 2011 seçimlerinden sonra yasalaşacak olan Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Kanunu (TBKK) gibi mevzuat ve ilgili yönetmeliklerle hazırlanmaktadır.
8 Nisan 2011 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi’ni ziyaret edip Doğu Karadeniz havzasındaki HES mücadeleleri hakkında bir seminer veren Avukat Yakup Okumuşoğlu’nun anlattığı pratik işleyişi özetleyelim: Türkiye’nin “boşa akan” bir deresi üzerinde ikbal gören bir müteahhit DSİ’ye başvurarak bu derenin belirli bir mevkisinin kullanım hakkını satın almak ister. DSİ, 5846 nolu yasanın ilgili yönetmeliğine dayanarak (kısaca Su Kullanım Hakları Anlaşması Usül Yönetmeliği), bu derenin belirli mevkisini 49 yıllığına devreder. Su kullanım hakkını elde eden müteahhit 500-600 TL harç bedeli ödeyerek EPDK’dan elektrik üretme lisansı alır. Proje için hazırlanan Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporu ÇYGM tarafından onaylanır. Okumuşoğlu’na göre ÇED yönetmeliği “bir yatırım savunusudur” ve yönetmeliğin öngördüğü halkla istişare toplantıları “müteahhitlerin halkın yarın mahkemelerde dile getirecekleri şikayetleri öğrenip ona uygun kılıf hazırladıkları bir sondaj çalışmasıdır.”
Giderek derinleşen bir kuşatma hareketi ve ekolojik dağılım ihtilafıyla karşı karşıyayız. İhtilafın bir cephesinde “su artık boşa akmayacak”, “eskiden su akar Türk bakar derlerdi, şimdi su akar Türk yapar diyoruz” diyen, “doğa delisi”, “çevrecinin daniskası” bir başbakan var. Başbakanın yanında, ekolojik dağılım ihtilaflarında gözlenen evrensel bir kalıba uygun olarak çevrecileri “rüşvet almakla”, “vatan hainliğiyle” suçlayan çevre mühendisliği profesörü bir çevre bakanı. İhtilafın karşı cephesinde ise kendi rızkını, arının, kuşun, balığın, ayının hakkını korumaya çalışan yerel topluluklar ve onlara destek veren bir aydın kesim bulunuyor. [[dipnot2]]
Ekonomik büyüme için kültürel mirastan doğal varlıklara kadar medeniyetin tüm temellerini rant kapısı olarak gören hükümetin sözkonusu projeler üzerindeki ısrarı seçimlerden sonra da devam edecek. Mücadelenin seyrini, derelerin etrafındaki kıyı toplulukların takati ve direnci, Türkiye aydın kamuoyunun desteği ve hukuk mücadeleleri belirleyecek.
Notlar:
[1] Türkiye’nin 2000’li yılların başından beri gayrı safi milli hasıla (GSMH) bakımından hızla büyürken sermayeden yediğini ifade eden bir gösterge var: Net uyarlanmış tasarruf. Ulusal tasarruftan eskime ve yıpranmaları düştüğümüzde net tasarrufa ulaşıyoruz. Bunun üzerine eğitim harcamalarını ekleyip doğal kaynak tüketimini çıkardığımızda net uyarlanmış tasarrufu (NUT) elde ediyoruz. NUT’un GSMH’ye oranı ülke olarak ne kadar cepten yediğimizi gösteriyor. Dünya Bankası 2010 NUT indeksine göre Türkiye için bu oran 2000’lerde yüzde 20’lerden 2006’da yüzde 5’lere düşmüş. Bkz. Ahmet Atıl Aşıcı, Yıkarak Zenginleşmek Mümkün mü?, Yeşil Gazete, 15 Ekim 2010, http://www.yesilgazete.org/?p=12989
[2] Türkçe’de yayımlanmamış olan Yoksulların Çevreciliği adlı kitabın yazarı, politik ekolojist (ve ekonomik ekolojist) Joan Martinez-Alier, ekolojik dağılım ihtilaflarında yoksulların, kendilerini çevreci olarak adlandırmasalar bile, her zaman kaynak korunumundan ve temiz çevreden yana olduklarını söylüyor. Çünkü, yoksullar kendi çıkarlarını ekonomik olmayan bir zeminde daha iyi savunabiliyorlar ... ekonomik olmayan değerlere başvurabiliyorlar. Ekolojik dağılım ihtilafları pekçok dilde verilebiliyor ve yaratılan hasarlara ekonomik değer biçilmesi bu dillerden sadece bir tanesini oluşturuyor.