2002 sonbaharında Johannesburg’ta düzenlenen Dünya Zirvesi’nde küresel su sorunu, enerji, sağlık, tarım ve biyoçeşitlilikle birlikte en önemli sorunlar listesinde yer almıştı. Birleşmiş Milletler Çevre Teşkilatı’nın değerlendirmelerine göre su yetersizliği 21. Yüzyıl’ın en önemli çevre sorunları içerisinde iklim değişiminin ardından ikinci sırada yer alıyor. Dünya su çevrimlerinin önümüzdeki yıllarda kendisinden beklenen talepleri karşılamakta daha da yetersiz kalacağı düşünülüyor. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre azgelişmiş ülkelerde yaşayan ve güvenli içme ve kullanma suyuna erişemeyen insanların sayısı bir milyarın üzerindedir. 1998 yılında Dünya’da 28 ülke aşırı su yetersizliği yaşamıştı, ve endüstriyel ve tarımsal teknolojiler ve tüketimle ilgili bugünkü eğilimlerin devam etmesi durumunda 2025 yılında bu sayının 56’ya ulaşması beklenmektedir .

Kişibaşına düşen senelik kullanılabilir su miktarının 1000 metrekübün altında olduğu ülkelerin ağır su yetersizliği yaşadığı varsayılmaktadır. Türkiye su bakımından kendisine yeterli bir ülkedir ve önümüzdeki 25 yıl içinde nüfus artışı da dikkate alındığında, kişibaşına senelik su miktarının 2000 metrekübün altına düşmesi beklenmemektedir . Ancak, yeterli görünen bu ortalama değerler Türkiye’nin bugün ve gelecekte su sorunları ve su anlaşmazlıkları yaşamayacağı anlamına gelmiyor. Enerji ve madencilik gibi endüstriyel amaçlarla su havzalarının tahrib edilmesi, tarımsal amaçlı su kullanımı için yüzey sularının tutulması, çevrilmesi, ve yeraltı sularının çekilmesi, ormansızlaşma ve bitki örtülerinin yok edilmesi sonucunda, doğa değil ancak insan kaynaklı su yetersizliği ve “su savaşları” yaşanabilir. Hatta, su kaynakları üzerinde mülkiyet ilan etmek ya da su pazarları oluşturmak suretiyle yoksul kırsal topluluklar için bolluk için de yokluk yaratmak da.

Dünyaca tanınmış bir çevre aktivisti ve düşünürü olan Hintli yazar Vandana Shiva “Su Savaşları” isimli kitabında, özellikle kendi ülkesi Hindistan’da ve tüm dünyada suyun, egemenlik peşinde koşan merkezi devlet yapıları ve kar peşinde koşan tekelci büyük şirketlerce nasıl gasp edildiğini ve yoksul ve kırsal toplulukların yaşamsal bir ortak mülk üzerindeki haklarından nasıl mahrum bırakıldıklarını anlatıyor. Doğal su çevriminin yaşamı destekleyen ve ona can veren mantığını dikkate almayan, ekosistemlerin bütünlüğünü ihlal eden ve çarpıtılmış bir fayda maliyet analiziyle kamuoyuna pazarlanan irili ufaklı su projelerinin doğal ve toplumsal çevre üzerindeki etkilerini son derece zengin olgulara başvurarak anlatıyor.

Shiva “Su Savaşları”nda iki su kültüründen söz etmektedir. Bunlardan birincisi suyu doğanın ve tanrıların bir armağını olarak gören ve onu dayanışmacı kurallara bağlı olarak tutumlu, adil ve sürdürülebilir olarak kullanan geleneksel kültürlerdir. Asya, Afrika ve Amerika’nın tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Diğer tarafta ise suyu bir merkezi egemenlik aracı ya da kar kapısı olarak gören metalaştırma kültürü vardır. Bu iki su kültürü Dünya’nın her yerinde, Kuzey’de ve Güney’de birbiriyle savaş halindedir. Savaşın bir cephesinde yaşamsallıkları suya bağımlı olan geniş ve yoksul halk toplulukları, diğer cephesinde ise Dünya Bankası (WB), Dünya Tücaret Örgütü (WTO), Uluslararası Para Fonu (İMF) ve çokuluslu büyük su tekelleri bulunmaktadır. İşte “Su Savaşları” hem bu iki su kültürü arasındaki savaşımı, hem de su anlaşmazlıklarından kaynaklanan, toplumlar arasında cereyan eden maddi silahlı çatışmaları anlatmaktadır.

Yerel toplulukların su üzerindeki kontrolü tarihsel olarak kaynakların devletler tarafından devralınmasıyla gerilemeye başlamıştır. Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde bu süreç Dünya Bankası kredileriyle inşa edilen büyük barajlar sayesinde başarılmıştır. Dünya Barajlar Komisyonu’nun 2000 yılı raporuna göre tüm dünyada inşa edilmiş bulunan 45,000 baraj için tahminen 2 trilyon Dolar yatırım yapılmış, 40 ila 80 milyon insan tehcir edilmiştir. Baraj inşaatları 1970 ve 1975 yılları arasında doruğa ulaşmış ve sadece bu beş sene içerisinde tüm dünyada 5000 baraj inşa edilmiştir . İlerleyen yıllarda büyük barajlar ve sulama projelerinin yarattığı çevresel ve toplumsal maliyetlerin getirilerin çok üstünde olduğu görülmüştür. Bozulan su çevrimleri nedeniyle ortaya çıkan bölgesel su yetersizlikleri, su istilası ve iklim değişimi nedeniyle biyoçeşitliliğin yok olması, yeraltı sularının beslenememesi sonucu ortaya çıkan toprak verim kayıpları, su paylaşımı adaletsizliğinin neden olduğu toprak rant savaşları bu sorunların yalnızca küçük bir bölümüdür . Ayrıca, büyük barajlar sınıraşan suların kontrolü ve devletler arası anlaşmazlıkların önemli bir aracı olarak kullanılmaktadır. Örneğin, Hindista’da Tamil Nadu - Karnataka, Kuzey Amerika’da ABD - Meksika, Ortadoğu’da Türkiye - Suriye – Irak ve Filistin – İsrail – Ürdün, Afrika’da Mısır ve yukarı devletler arasındaki su anlaşmazlıkları kaynak devlet tarafından inşa edilen büyük barajlar yardımıyla manipüle edilmektedir.

Günümüzde bir kısmı özellikle büyük baraj ve sulama projeleri tarafından yaratılmış olan su kıtlığı yine Dünya Bankası tarafından ve DTÖ yardımıyla yeni pazar olanaklarına dönüştürülmeye başlanmıştır. Devlet regülasyonunun doğal kaynakların yönetiminde başarısız bir deneyim sergilemesi serbest pazarların suyun verimli ve sürdürülebilir kullanımını teşvik edeceği düşüncesine güç kazandırmıştır. Dünya Bankası ve diğer mali kuruluşlar su kaynaklarının özelleştirilmesini, suyun ve su kirliliğinin alınıp satılabileceği pazarlar oluşturulmasını yeni kredi koşulları olarak dayatmaya başlamışlardır. 1990’lardan beri Arjantin, Şili, Meksika, Malezya, Hindistan ve Çin’de su kaynaklarının deregülasyonuna yönelik reformlar yapılmıştır. Ancak bu reformlar kaynak kontrolünün büyük su tekelleri elinde toplanmasına neden olmuş, halkın su üzerindeki demokratik hakları birkez daha çiğnenmiştir. DTÖ tarafından kurumsallaştırılan, Hizmetlerin Ticareti Genel Anlaşması (GATS) sayesinde ne hükümetlere ne de yerel topluluklara hiçbir şey danışılmadan, suyun serbestçe alınıp satılabileceği yeni bir döneme girilmiştir. Çokuluslu dev su tekelleri milyarlarca dolar değerindeki küresel su pazarında artık muazzam bir hareket serbestisi kazanmışlardır.

Vandana Shiva su kaynaklarının halkın yararına kullanılabilmesi için topluluk kontrolü ve su demokrasilerinin önemini vurgulamaktadır. Küresel su krizinin çözümü için çare ne devlet regülasyonu, ne de deregülasyon ve su pazarlarıdır. Çare topluluk kontrolünün yeniden güçlenmesinde ve su demokrasilerinin inşasında yatmaktadır. En temel ilke, su yönetim sistemlerinin halk kesimlerince denetlenebilir olmasıdır ve tarihsel ve çağdaş deneyimler yeni su demokrasileri için örnek teşkil etmelidir. Hindistan’da geleneksel tarıma eşlik eden eski teknolojiler ve suyun paylaşımı ve yönetimine dair kurumlar; Hindistan’da büyük barajlara ve özelleştirmeye karşı geliştirilen kitlesel halk hareketleri; ve Bolivya’da su hizmet sektöründe çokuluslu su tekellerinin egemenliğine karşı geliştirlen direniş ve katılımcı yönetim deneyimi; bu deneyimlerin tamamı adem-i merkeziyetçi ve şeffaf su demokrasilerinin oluşturulmasında halklara esin verecektir.

Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar kendi coğrafi bölgesinde su zengini olan Türkiye, halihazırda yürütülmekte olan su projeleri dikkate alındığında bugün ve gelecekte, insan marifetiyle yaratılan su kıtlığı sorunlarına ve çeşitli su anlaşmazlıklarına gebedir. Örneğin, Türkiye GAP projesi kapsamındaki Ilısu Barajı inşaatından çeşitli uluslararası kuruluşların baskılarına ve bir önceki konsorsiyumun projeden çekilmiş olmasına karşın hala vazgeçmiş değil. Barajın fayda maliyet analizlerinin akılcı sonuçlar vermemesine ve doğal ve kültürel çevre üzerindeki olumsuz etkilerinin tespit edilmiş olmasına karşın inşaat için direnmeye devam etmektedir . Türkiye’nin hidrolik uzmanları tarafından da yoğun olarak eleştirilen bu proje, üst düzey devlet bürokratları tarafından “O barajı yapmayalım da su Araplar’a mı gitsin?” ifadesiyle savunulabilmektedir. Hasankeyf ve çevresindeki kültürel mirasa sahip çıkan aktivistler “bölücü örgüte yardım ve yataklık yaptıkları” gerekçesiyle tehdit edilmektedir.

Türkiye’nin “su savaşları” listesi biraz daha ayrıntılandırılabilir: Rize Çamlıhemşin’de Fırtına Vadisi projesiyle bir doğa katliamı gerçekleştiriliyor ve hukuk skandalları yaşanıyor, mahkeme kararları kamu – özel işbirliği içerisindeki şirketler tarafından hiçe sayılabiliyor – Danıştay’ın Nisan 2004 tarihli kararıyla vadi şimdilik kurtuldu . Tunceli Munzur Vadisi üzerinde inşaatına başlanmış olan ve yapılması planların barajların bölge halkının yaşam kaynağı olan doğanın katlinden başka neye hizmet ettiğini kimse bilmiyor. Çünkü bu barajlar tarafından üretilmesi planlanan enerji o derece düşük ki, Türkiye’nin toplam hidroelektrik üretimi içindeki payı binde dokuz . Bu tartışmalı listeye Hakkari Zap suyu, Artvin Çoruh, Aydın Çine ve Bergama Yortanlı projelerini de eklemek mümkün. Birbirinden farklı özellikleri ve boyutları olan bu projelerin ortak özelliği, hemen hepsinin enerji amaçlı olmaları ancak Türkiye’nin enerji ihtiyacına sunacakları katkının ihmal edilebilir derecede küçük olması; bölge halklarına yerel iş imkanları sağlayacakmış gibi pazarlanmakla birlikte gerçekte kesinlikle böyle bir perspektif içermemeleri; kamu-özel işbirliği içerisinde gerçekleştirilmeye çalışılmaları ve özel şirketlerin yargı mekanizmaları üzerinde önemli bir baskı oluşturmaları; tehcire neden olmaları; kültürel mirası ve doğal yaşamı hiçe saymaları. Bunların uzun vadeli ve dolaylı çevresel ve toplumsal etkilerinin boyutları ise henüz bilinmiyor.

“Su savaşları” tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yaşanıyor ve su kaynaklarının sürdürülebilir ve adil kullanımından yana olan halkların ve taban hareketlerinin birbirlerinden öğrenebilecekleri çok şey var. Bu çerçevede “Su Savaşları” Türkiye gerçeğiyle ilişkisi açısından da önemli ve etkileyici bir kitap.