Bugün (12 Ekim) Conducive Chronicle’ın “Açlık için 21 gün”ünün bir parçası olarak dünya açlığına yönelik ikinci incelememin başlangıcıdır. Bu iki gün boyunca geçen Mayıs ayında da işlediğim bir konu olan açlık ve kadınlar üzerine odaklanacağım. Dün serinin girişinde Kenda’nın da bahsettiği gibi, ben bir kadın hakları aktivisti ve eğitimcisi olarak çalışıyorum ve dünyadaki en aç insanların yüzde 70’inin kadınlar ve kız çocukları olduğu gerçeği kalbimi acıtıyor. Bugün makalemde ve dünyaca bilinen adalet aktivisti, küresel güneyin avukatı ve eko-feminist Vandana Shiva ile olan söyleşimde bu gerçeği ve buna yol açan adaletsizliklerin toplamını inceleyeceğim.
Açlıkla ilgili her şey adaletsizdir. Şu an dünyada açlıktan kıvranan yaklaşık bir milyar insan olduğu gerçeği, küresel sistemimizin ne kadar büyük adaletsizlikler üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Herkese bolca yetecek kadar yiyecek olmasına rağmen her 6 insandan 1’inin her gece aç uyuyor olması bana tam da adaletsizliğin tanımı gibi geliyor. Geçen Mayıs ayında dünyadaki açlığı ilk defa incelemeye başladığımda sonsuz eşitsizlikler ve adaletsizlikler zinciri çığlık atmak istememe neden oldu. Fakat tüm öfke veren eşitsizlikler ve adaletsizliklerin arasında, beni en çok rahatsız eden, geceleri uykumun kaçmasına neden olan, hala inanmakta zorlandığım, açlığı deneyimleyen insanların çoğunluğunun dünyanın yiyeceklerini yetiştiren insanlar, yani çiftçilerimiz oluşudur.
Dünyamızda çiftçi demek kadın demektir. Gelişmekte olan dünyanın yiyecek stokunun yüzde 80’i ve dünyadaki yiyeceklerinin tamamının yüzde 60’ı kadınlar tarafından yetiştirilmektedir. Kadınlar bizim yaşamak için ihtiyacımız olan yiyeceği ekiyor, yetiştiriyor ve topluyorlar fakat tarım alanının yüzde 19’undan daha azına sahipler ve genellikle en son onlar yiyorlar. Kronik yoksulluk ve açlıktan mustarip olanların yüzde 70’i kadınlar ve kız çocukları. Bizi besliyorlar ve biz yerken onlar açlık çekiyorlar. Yiyecek sistemimizin endüstriyelleşmesi bizi yediğimiz yiyecekten o kadar uzaklaştırdı ki nereden geldiğini ya da kimin yetiştirdiğini bırakın, yiyeceğin içinde ne olduğunu bile çoğumuz bilmiyoruz. Bahsi geçen kadın ne tür bir hayat yaşadı? İyi besleniyor muydu? Kendi emeğinin ürünü olan meyvelerin tadını çıkarabiliyor muydu? Yoksa dünyamızı bir çırpıda tüketen kimyasal ve zirai şirketlerin bir kölesi gibi borç içinde boğuluyor muydu? Toprağını koruyabiliyor muydu ve yiyeceğini annesinin ve ninelerinin ondan yüzyıllar önce de yaptığı gibi yetiştirebiliyor muydu? Ya da şu çok şey vaat eden fakat verimi çok az olan genetiği değiştirilmiş tohumlarla toprağını ve bedenini kirletmek zorunda mı bırakıldı? Yediklerimiz ve onları yetiştiren insanlar hakkında ne kadar şey biliyoruz? Neden her zaman en son onlar yiyorlar?
Hindistan’da halkın yüzde 75’i tarım aracılığıyla geçimini sağlıyor ve bu çiftçilerin yüzde 60’ı kadın. Bu kadınlar toprakları sürüyor ve hasadımızı kaldırıyor ama yine de hasatları çalınıyor. 1994’te Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’nın Uruguay Turu’nun tamamlanması (GATT) ve Dünya Ticaret Örgütünün (DTÖ) kurulması doğadan ve insanlardan çalınan hasat yoluyla şirketlerin büyümesini meşrulaştırdı. DTÖ’nün tarım anlaşmaları ve “serbest” ticaret politikaları, yiyeceği yetiştirmeyen ya da tarlada çalışmayan çok uluslu şirketlerin, ufak çiftçileri ve onların emeklerini sömürerek müthiş kârlar elde etmesine yol açtı. DTÖ’nün Ticaret ile Bağlantılı Fikrî Mülkiyet Hakları Anlaşması, dünyanın her yanında tarımla uğraşan toplulukların gerçekleştirdiği bin yıllık gelenekleri altüst ederek tohum saklamayı ve paylaşmayı bir suç haline getirdi. Artık şirketler yiyecek güvenliğimizin temel yapı taşı olan tohumu, kendilerinin özel mülkü olduğunu iddia ederek tekellerine alabiliyorlar. Tarım Anlaşması, genetiği değiştirilmiş gıdaların ülkelerin üzerine boca edilmesini yasallaştırdı ve yerel gıda sistemlerinin dayandığı biyolojik ve kültürel çeşitliliği korumak üzere alınan önlemleri yasa dışı ilan etti.
Dünya Bankası’nın ve Uluslararası Para Fonu’nun yapısal uyum direktifleriyle yapılan reformlar Hindistan’ı, ülkede yiyeceğin yüzyıllardır süregiden yetiştirilme biçimini radikal bir şekilde değiştirmeye zorladı. Gösterişli reklam kampanyaları ülkeye hücum etti ve tanrıların, tanrıçaların ve azizlerin resimleri yeni melez tohumları doğrudan küçük çiftçiye (her ne kadar toprakları değersizleşse, yeniden düzenlense ve değerlerinin altında satılmış olsa bile) satmak üzere kullanıldı. Çiftçiler ‘şirketlerin sahip olduğu’ yeni tohumları satın almaya başladıklarında, bunların zararlı böceklere, mantarlara ve yabani otlara karşı savunmasız olduklarını keşfettiler. Devlet ve şirketler tarafından teşvik edilen çiftçiler bu yeni tohumların borçlarını kapamaya ve para biriktirmeye yetecek kadar ürün vereceğini düşünerek, şirketlerin sattığı böcek ilaçlarını, mantar ilaçlarını ve bitki öldürücüleri kredi ile satın aldılar. Ne yazık ki yeni tohumların sonucu iç karartıcı ve şiddetli bir fiyasko oldu, ekinler tüm ülkede ürün vermedi. Çiftçiler boş tarlalarla, kirletilmiş su yollarıyla, boğazlarına kadar borçla ve açlıkla başbaşa kalakaldılar. 1997’den bu yana 200,000 Hintli çiftçi intihar etti; birçoğu, ekinlerini kurtarması gereken zehirli böcek ilaçlarını içtiler. Bu borç ve kayıp ve daha fazla borç ve daha fazla kayıp döngüsü ‘intihar ekonomisi’ olarak isimlendirildi ve Hindistan’da kronik açlık ve borç esaretinde milyonlarca insan yarattı.
Bu intihar ekonomisi sadece borç ve fakirleşmeye yol açarak açlık yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda bir bölgenin kadim biyoçeşitliliğini, bunun yerine devasa büyüklükte cansız tek-ürünler yaratarak yok ediyor. Monsanto gibi ‘yaşam bilimi’ şirketleri genetik olarak değiştirilmiş tohumlarıyla dünyayı besleyecekleri ve daha verimli ekin alanları yaratacakları sözünü veriyor. Fakat doğru olan bunun tam tersi. İşin aslı, akıl almaz derecede açlık yarattılar. Sergiledikleri yüksek verimlilik aşırı yüksek yatırım gerekliliği ile dengeleniyor. Geleneksel tarım usulleri her zaman çok üretken olmuştur çünkü hayvanları da içeren uzun vadeli ve yıllık polikültürlerden oluşan kapalı devreler kullanmışlardır. Kaynak kullanımı dikkate alındığında Yeşil Devrim’in ‘ilerlemeleri’ açıkça zarar verici ya da fena halde yetersizdir. Yeni metotlar doğrultusunda daha fazla su, daha fazla para, daha fazla zaman ve daha fazla emeğin yanı sıra yeterli hasat için sürekli daha fazla arazi gerekmekte, hem de bunların tamamı yiyecek miktarında çok az bir artış ve çok daha fazla açlık için.
“Fakat çalınmış hasat fenomeni yalnızca Hindistan’a özgü değildir. Küçük çiftçilerin ve çiftliklerin yok oluşa sürüklendiği; ürün çeşitliliğinin yerini monokültürlerin aldığı; tarım faaliyetinin besleyici ve çeşitli ürünlerin üretimi olmaktan çıkıp genetiği değiştirilmiş tohumlar, bitki öldürücüler ve böcek ilaçları için bir Pazar yaratma faaliyetine dönüştüğü tüm toplumlarda yaşanmaktadır. Çiftçiler üretici olmaktan çıkıp büyük şirketlerin patentlediği tarımsal ürünlerin tüketicisi haline dönüştükçe, pazarlar yerel ve ulusal düzeyde çökertilip küresel düzeyde genişledikçe, “serbest ticaret” safsatası ve küresel ekonomi de yoksulun gıda hakkının ve hatta yaşama hakkının zenginler tarafından çalınmasını sağlayan bir araç haline gelmektedir.”
Vandana Shiva, Çalınmış Hasat, bgst Yayınları, 2006.
Dünyaca ünlü küresel güney aktivisti, fizikçi ve eko-feminist Vandana Shiva, bu ortamda, bu yanlışlara karşı savaşmak için Naydanya’yı yarattı. 1984’te kurulan Naydanya, biyoçeşitliliğin korunmasını, çiftçilerin haklarını ve organik tarım metotlarını destekleyerek ve tohum saklamayı vurgulayarak modern küresel yiyecek sistemine bir alternatif sunmaktadır. Naydanya dokuz ekin anlamına gelmektedir, Hindistan’ın gıda güvencesini oluşturan kolektif kaynaklarını temsil eden dokuz ekine referans verir ve korunması hedeflenen de bu kendi kendine yeten gıda güvencesidir. Geçtiğimiz 26 yıl boyuca, Naydanya, çok uluslu şirketlerin neden olduğu ölüm kültürüne ve borçlara karşı sürekli büyüyen bir alternatif yaratmıştır. Kendini, doğanın korunmasına ve insanların bilgiye, suya ve yiyeceğe ulaşım hakkının korunmasına adamış olan Naydanya, var olana sahip çıkarak, yenileyerek ve biyoçeşitliliğin armağanlarını tazeleyerek küresel barışı ve adaleti destekliyor. Naydanya, monokültür tarımcılığı yüzünden yok olmaya itilen ekinleri kurtarmak ve muhafaza etmek amacıyla Hindistan’da 54 kamusal tohum bankası açılmasına yardımcı oldu. Emekleri sonucunda şimdiye dek yerel pirincin 3,000 çeşidi, 12 cins tahıl ve darı, 16 cins bakliyat ve 50 cins sebze kurtarılmış bulunuyor. 500,000’den fazla çiftçi organik ve sürdürülebilir tarım metotları üzerine eğitim gördü ve biyoçeşitlilik, yiyecek, biyolojik korsanlık, su, küreselleşme, iş etiği ve daha fazlası üzerine 50’den fazla uluslar arası ders düzenlendi. Naydanya, tohumların patentinin alınmasına direnmek için yerel çiftçilerin güçlendirilmesine odaklanır ve insanlığın doğuştan gelen yiyecek, su ve tohum hakkını tanıyarak Hindistan’ı GDO’lu ekinlerden kurtarmaya çalışır.
Naydanya’nın amaçlarından bir tanesi kadınları güçlendirmek ve bir kadın üretici grupları ağı (Mahila Anna Swaraj) aracılığıyla gıda güvenliğini kadınların eline bırakmaktır. Naydanya, kadınları biyoçeşitliliğin bakıcıları, gıda güvenliğinin teminatı ve yemek geleneklerinin kültürel çeşitliliğinin koruyucuları olarak görüyor. Kadınların yemek bilgisini ve hünerlerini canlı tutarak gelecek nesiller için gıda güvenliğini garanti altına almayı umuyorlar. Naydanya’nın toplumsal cinsiyet programı olan “Çeşitlilik için Çeşitli Kadınlar”, kadınların monokültür tekeline direnmeleri ve gıda güvenliğini ve biyoçeşitliliği kutlamaları için yerel, ulusal ve uluslar arası düzeyde çalışan küresel bir kampanyadır. Tüm dünyada yiyecek adaleti hareketinde yer alan liderler küresel açlık kriziyle savaşı asıl yürütecek olanların kadınlar olduğunu biliyorlar ve ben de Dr. Vandana Shiva ile yaptığım görüşmede bu konu üzerine odaklanmak istiyorum.
Burge: 1998’de, Dünya Bankası’nın yapısal uyum politikaları Hindistan’ı, tohumlarını ve tarım sektörünü Cargill, Monsanto ve Syngenta gibi şirketlere açmaya zorladı. Açlığa neden olan şeyin susuzluk ya da kıtlık gibi doğal afetler değil de nasıl bunlar gibi insan yapımı ekonomik politikalar olduğunu açıklayabilir misiniz? Küreselleşmeye direnmek neden gıda güvenliğinin ve biyoçeşitliliğin böylesine gerekli bir parçasını oluşturuyor?
Shiva: Açlığın temel sebepleri endüstriyel tarım ve gıdanın küresel ticaretidir. Endüstriyel tarım hem gıda üretmek için gereken doğal sermayeyi yok ederek hem de maliyetli üretimi sebebiyle çiftçileri borca sokarak açlığa sebep oluyor. Küresel ticaret, verimli araziyi ihracat için değiştirerek, dampingi teşvik ederek ve spekülatif güçleri serbest bırakarak açlık yaratıyor. Aynı zamanda hem endüstriyel tarım hem de küreselleşme, tarımı ve gıda güvenliğini yok eden iklim değişimine yol açan sera gazı salımlarına yüzde 40 oranında katkıda bulunuyor. Hem dünya bankasının yapısal uyum programlarında hem de DTÖ’nün serbest ticaret kurallarında görülen küreselleşme kuralları endüstrileşmeyi ve ticari liberalleşmeyi teşvik ediyor. Bu tarz şirket küreselleşmesine karşı direnmek gıda güvenliği ve biyoçeşitlilik için elzemdir.
Burge: 1997’den beri, 200,000 Hintli çiftçi ‘intihar ekonomisi’ olarak adlandırılan sistemin içerisinde, böcek ilacı ve tohum şirketleri tarafından kaçınılmaz bir borca itildikten sonra intihar ettiler. Sizce bu tür bir bitmeyen borç, insanları güçsüz ve umutsuz tutmak için bilinçli bir şekilde tasarlanmış politik bir araç mıdır yoksa basitçe yanlış yürütülmüş ekonomik politikaların kasıtsız trajik bir sonucu mudur?
Shiva: Şirket karlarını yükseltmek için yüksek maliyetli tarım sistemleri tasarlayan şirketler ve hükümetler, eş zamanlı olarak küçük çiftçi için borç tuzağı tasarlıyorlar. Çiftçileri intihara sürükleyen bu borç tuzağıdır. Küçük çiftçiyi yok etmek, şirketlerin endüstriyel çiftçi tasarısının çok büyük bir parçasıdır. Sadece kasıtsız bir sonuç olarak görülemez. Amerikan tarım politikası çevrelerinden birinin söylediği gibi: “diş macununun dipte kalan son parçasının tüpten sıkılması gibi çiftçiler de topraktan sıkılıp atılmalıdır.”
Burge: Küresel nüfus 7 milyara yaklaşırken herkesi beslemek için ihtiyacımız olan şeyin endüstriyel tarım ve genetiği değiştirilmiş gıdalar olduğunu söyleyen eleştirilere ne diyorsunuz?
Shiva: Endüstriyel tarım dönüm başına gıda üretimini düşürüyor çünkü dönüm başına besini yükselten biyoçeşitliliği yok ediyor. Endüstriyel tarım, küresel olarak ticareti yapılan bir avuç ürünün monokültür verimi üzerine odaklanarak –bir çeşit zihinsel monokültür sayesinde- yapay bir şekilde verimliymiş gibi sunuluyor. Tam olarak bu sebepten açlık ve yetersiz beslenme endüstriyel tarımın yaygınlaşması ile doğru orantılı olarak artmıştır. Genetik mühendisliği ise verim arttırıcı bir teknoloji değildir. Sadece Bt. toksin genlerini ya da zehirli bitki öldürücülere dayanmaları için gereken genleri bitkilere yerleştirmiştir. Bu uygulama, toksinlerin verimini arttırdı, yiyeceklerin değil. Sorumlu Bilim İnsanları Birliği’nin (Union of Concerned Scientists) “Verim Arttırma Başarısızlığı” raporu, Naydanya’nın “İntihar Tohumları” ve “Üretkenliğe Dayanan Biyoçeşitlilik: Yiyecek Güvenliği için Yeni Bir Paradigma” raporları, genetik mühendisliğinin üretimi artırmaya katkıda bulunmadığını gösterecek veriler içeriyor.
Burge: Dünyadaki yiyeceklerin büyük çoğunluğunu kadınlar yetiştiriyor ve Hindistan’daki çiftçilerin yüzde 60’i kadın. Aynı zamanda dünyada kronik açlığın pençesinde olan insanların yüzde 70’ini kadınlar oluşturuyor. Peki, neden dünyadaki yiyeceklerin büyük çoğunluğunu yetiştiren kadınlar sofrada en sonda geliyorlar?
Shiva: Yiyeceği yetiştiren çiftçilerin, dünyadaki aç insanların en büyük çoğunluğunu oluşturması gibi, yiyeceği üreten ve işleyen kadınlar da yetersiz beslenen insanların çoğunluğunu oluşturuyor. Yiyeceğin, üreticilerinden esirgenmesi endüstriyel yiyecek sistemlerinin ve toplumsal ayrımcılığın, adaletsizliğin bir sonucudur.
Burge: Navdanda kendini ‘kadın odaklı bir hareket’ olarak tanımlıyor; Anneannelerin Üniversitesi olarak bilinen, dişi mirasın öğrenildiği ve korunduğu dersler düzenliyor ve “Çeşitlilik için Çeşitli Kadınlar” adında, kadınların biyoçeşitliliği ve gıda güvenliğini savundukları küresel bir kampanya olan bir toplumsal cinsiyet programı var. Acaba bize Naydanya’nın kadınların fakirleşmesi üzerine odaklanmasının neden bu kadar önemli olduğunu açıklayabilir misiniz? Neden ekoloji ve feminizmin beraberliğinin özgürleştirici bir beraberlik olduğunu düşünüyorsunuz?
Shiva: Tarımın baskın olan modeli kapitalist ataerkiden gelmiştir ve savaş üzerine kuruludur. Bu savaşlar zihindeki savaşlar olarak başlar, toprağa karşı savaşlara dönüşür ve kendi vücudumuza karşı savaşlar olarak sonuçlanırlar. Şiddet içermeyen bir yiyecek sistemi için hareketi kadınların yönlendirmesi gerekir çünkü onlar savaş ekonomisinin bir parçası olmadılar. Anneanneler, toprağı ve sağlığımızı koruyan, şiddet içermeyen bilgi mirasını ellerinde tutuyorlar.
Burge: Çalınmış Hasat adlı kitabınızda yiyeceği üretmeyen ya da toprakta çalışmayan şirketlerin, çiftçilerin emeğinin karlarını toplamasından, ‘küresel yiyecek kaynağının gasp edilmesi’nden bahsediyorsunuz. İnsanlar kendilerini zorlukla besleyecek kadar fakir bırakıldıklarında ve çok uluslu şirketler inanılmaz derecede güçlü ve zengin olduğunda, sıradan insanlar bu adaletsizliğe karşı koymak için gereken kaynakları nereden bulabilirler?
Shiva: Hepimiz her gün beslenmek zorunda olduğumuz için gıda, adalet için yapılacak bir devrimin sahnesi haline gelebilir. Eğer GDO’ya hayır dersek, organik yemeye özen gösterirsek, dev şirketler tarafından değil insanlar tarafından kontrol edilen başka bir yiyecek sistemi inşa ederiz.
Burge: ‘Serbest ticaret’ politikalarının gönülsüz bir nüfusa uygulanmasını tarif ederken, insanların iradesi göz ardı edildiği an bunun bir diktatörlük olacağını söylediniz. En güçsüz nüfusa (Monsato gibi bir tarım şirketinin Blackwater özel ordusunun hizmetlerini kiraladığı bir zamanda) uygulanan akıl almaz şiddetin ışığında, neden siz ve Naydanya şiddet içermeyen direniş stratejisine bağlı kalıyorsunuz?
Shiva: Naydanya’da bizler şiddet içermeyen direniş stratejisine bağlı kalıyoruz çünkü bu stratejinin daha fazla gücü ve direnci var.
Burge: Naydanya’nın çeşitli programlarında ve Çeşitlilik için Çeşitli Kadınlar’da birlikte çalıştığınız kadınların hayatları, kendilerini güçlendirecek araçlar ve kaynaklar verildiğinde derinden değişti. Bir kadının, bir ailenin ya da bir topluluğun dönüştüğüne şahit olduğunuz bir anı anlatabilir misiniz?
Shiva: Yirmi yıl önce, Bija adında bir kadın, hizmetçi olarak iş bulmak için bana geldi. Bija tohum demektir ve ben ona Tohum Saklama programında bana yardımcı olup olamayacağını sordum, o da hemen kabul etti. Yirmi yıl boyunca Bija Naydanya’nın tohum koruyucusu olarak çalıştı. Biyoçeşitliliğin korunması üzerine bilim insanları için dersler düzenliyor ve 2001 yılında Naydanya adına Portekiz’de Porto’da Slow Food Biyoçeşitlilik Ödülü’nü aldı. Bija’nın ulaştığı potansiyel her köylü kadında var olan potansiyeldir ve Naydanya’nın harekete geçirmek istediği tam da bu potansiyeldir.
Burge: Çeşitlilik için Çeşitli Kadınlar’da bulunan kadınlar ne tür bir gelecek tasavvur ediyorlar? Gıda güvenliği, biyoçeşitlilik ve sürdürülebilirlik üzerine kurulmuş bir dünya neye benzeyecek?
Shiva: Çeşitlilik için Çeşitli Kadınlar tarafından tasavvur edilen gelecek, her türün ve her insanın en yüksek potansiyeliyle gelişme alanının olduğu, birlikte yaşayabileceği ve barış, adalet ve sürdürülebilirliğin hüküm sürdüğü bir dünyanın yaratıldığı bir gelecektir.
Burge: Gelişmiş Batı ülkelerinde yaşayan bizler kronik açlık ve fakirlikle yüzleşen Hindistan’daki ve dünyadaki tüm diğer kadınlarla dayanışmak ve mücadelelerinde onlara yardımcı olmak için ne yapabiliriz?
Shiva: Çalışmamızı destekleyebileceğiniz üç yol var. Naydanya’ya bağış yaparak programlarımızı destekleyebilirsiniz. Bija Vidyapeeth – Tohum Okulu’ndaki derslerimize katılabilir ve açlığın çözümü olarak tohum saklama ve organik tarım programlarımızı ziyaret edebilirsiniz. Çalışmamızın dayandığı prensipleri yayabilirsiniz.
“Kadınlar bence, bitkileri evcilleştirip tarımı yaratanlardı. Ve tarımın kadınlar tarafından kontrol edildiği süre boyunca, gerçek yiyecekler üretildi. Tarım [kadınların öğrenilmiş ve aktarılmış] bilgisine dayanıyordu. Kadın merkezli bir tarım hiçbir zaman kıtlık yaratmadı. Yiyecek sistemini kadınlar kontrol ettiği sürece yiyeceksiz kalan bir milyar insan göremezdiniz, öte yandan 2 milyarının obez ya da diabetik olduğu bir insanlık da göremezdiniz. Yiyecek sistemini fethetmiş olan ataerkinin sihridir bu. Daha önceleri, ataerki yiyeceği kadına bırakmıştı, modern ataerki yiyeceği kontrol etmek istiyor . . . kadınların bilgisi tarımdan silindi . . . Sadece kadınlar tarıma geri döndüğü zaman güvenli bir yiyecek kültürümüz olabilir.”
Vandana Shiva