"Kimdim ben?

...Binlerce kelime, onlarca hikâye var boğazımda düğümlenmiş. Susuyorum konuşmam gereken yerlerde; dilimi tutamıyorum ne zaman susmam gerekse. Anlatacak çok şeyim olsa da, emin değilim anlaşılmak istediğimden.

Aynalar şehrine geldim çünkü benden evvel yazılmış bir hikâyenin içindeyim. Aynalar şehrindeyim çünkü kim olduğumun peşindeyim."

Şehrin Aynaları - Elif ŞAFAK

“Militarizmi görünür kılmak lâzım” diyor Ayşe Gül Altınay. Şu an daha net farkettiğim ama uzun bir süre kavramadan içinde yaşadığım, ailemden, yaşam tarzıma, sosyalizasyonumun bir parçası olan “militarizm”i ben de kendi hikâyemle görünür kılayım dedim. 

Benim gözümü açtığımda ilk gördüğüm militarizmin ta kendisiydi… Evet, militarizmin içine doğdum ben. Askeri hastanede dünyaya geldim. Beni hayata çeken de yine rütbeli bir doktordu. Er koğuşlarında geçti çocukluğum, hâkiye çalardı düşlerim. Benim çocukluktan beri tanıdığım arkadaşım olmadı hiç. İlk oyun arkadaşlarım askerlerdi. Dışarı adım atamadıkları kışlalarda, voleybol oynardık. Oyunun en heyecanlı yerinde babamı görünce, birden neden; “Emret komutanım!” diye bağırdıklarını hiç anlayamadım. Seksek oynamak için kullandığım tebeşirleri nöbet çizelgesinden çalardım. İlk evcil hayvanlarım da bahçedeki koruma köpekleriydi. Matematikte çözemediğim problemlere yardım eden askerler de vardı, bana fizik anlatanlar da. Bana İstanbul’un denizini nasıl özlediğini anlatanlar da vardı, izne gittiğinde köyünden patik getiren de. Bir sürü arkadaşım vardı; hepsi de yeşili çok seviyordu nedense.

Nöbet değiştirirken yüksek sesle tekmil verirlerdi. İzlerken çok eğelenirdim ben. Bana da öğretmişlerdi hevesle -belki de kendilerine söyletenlere inat onlar da benim komutanım oluyorlardı. Hiyerarşi kendini yeniden üretiyordu işte. Emir ve görüşlere hazır olan ben oluyordum, emreden onlar. Her ay yeni gelen asker ağabeylerin adını öğrenmek kardeşimle benim ilk bilmecelerimdi. Çarpım tablosundan sonra, babamın iş arkadaşlarının kollarındaki çizgilerin ne anlama geldiğini öğrendim: Her “pırpır”ın bir anlamı vardı, her artı pırpır babamınkiyle çarpılıp yanına bazen de yıldız konuluyordu. Ben arkadaşlarımın oyuncaklarını değil, babalarının yıldızlarını kıskanıyordum en çok. Bu pırpırlara göre sıralanmıştık lojmanda ve neden 2. katta oturduğumuzu da ondan sonra anladım: İlk kat sivil memurların, 2. kat astsubayların, 3. kat subaylarındı çünkü… Milli Güvenlik dersi almaya başlayınca nasıl da gururla saymıştım o pırpırları dersi veren komutana(!) Her dört yılda bir değişiyordu okulum, arkadaşlarım ve konuşma tarzım; bazen kelimelerin sonuna “da” ekliyordum, bazen “k”ları “g” gibi söylüyordum. Sonunda hepsi karışmıştı ve bana; “Uzaydan mı geldin, ne biçim konuşuyorsun?” dediklerin de çok ağlamıştım. Değişmeyen tek şey vardı, yeşil...

Annemden gizli çikolata almak için bakkala kaçma hevesim hiç olmadı; ordu kantininden alabilirdim -hem de harçlığımın çoğunu cebimde tutarak. İçeride bana benzeyenlerle (benden olanlarla) kalmak zorundaydım. Şeffaf sınırların arkasındaki astsubay lojmanında yine astsubay çocuklarıyla oynardım. Topum yan bahçeye kaçmamalıydı çünkü orası babamınkinden daha fazla pırpırı olanlarındı. Annem ise çalıştığı yetmiyormuş gibi, hafta sonları “çay partileri” hazırlıyordu ve pırpırı olmayan ama kocalarının pırpırları babamdan çok olan teyzelerle bir yerlere gidiyordu. Onları da annemin komutanları sanıyordum ama yıldızları yoktu.

Sonra, PKK ile yoğun çatışma zamanında OHAL Bölgesi’ne gittik. Yatak odasında koca bir tüfekle uyuyacaktık artık. Konuşulanları anlamadığım -hatta o dili konuşanlardan korktuğum- zamanlardı. Aslında onlar da benden korkuyorlardı. Görünmez pırpırlarım vardı çünkü. Ben bir asker kızıydım ve askerlik şubesinde yaşıyordum. Gördüklerimle anlatılanlar çok farklı da olsa… Ne onlar anlatabildi hikâyelerini, ne de ben… Bahçedeki köpekler artmıştı. Bir de sokakta oynamam yasaklanmıştı. Bir şey lâzım olursa asker ağabeylerden istiyordum. Hayret! Sokakta hiç kadın yoktu. Kocaman sakallı adamlar uzun elbiseleriyle dolanıyorlardı sokaklarda. Durup durup ellerini öpüyordu insanlar. Okul bahçesinde kızlar arka bahçede oynuyordu, erkekler ise ön bahçede. “28 Şubat” denince Türkiye’deki etkilerinden çok şu aptal şakaya maruz kalmak bezdirdi beni: “Siz şimdi 28 Şubat’ta hindi kesip kutlarsınız da!”

Üniversitede orduevinde kaldım. Gene benim gibi yetişmiş, “biz”den olanlarla beraberdim. Onlar “asker ağabey” değillerdi artık. Oyun arkadaşlarım da değillerdi. Artık odamı temizliyorlar, odada tuvalet kâğıdı kalmadığında getiriyorlardı. Hiçbir zaman Asmalı Konak’ın sonunu izleyemedim; çünkü 23’te kapanmak zorundaydı televizyon. Akşam yemekleri resmî resepsiyonlara benziyordu: Kumaş pantolon ve kravatlı “çağdaş” gençler ile hep beraber yemek yiyorduk; ama astsubay kızı olarak üniversiteden sınıf arkadaşım olan subay kızı ile değil… Onun da bir sınırı vardı. Nöbetçi komutanlara göre değişiyordu içerideki yaşam biçimi ve kuralları. Şimdi askerlerle arkadaştık ama oynadığımız oyunlar ve anlatılan hikâyeler değişmişti. Kimlikler daha belirgindi: delikanlı, ‘gay’, Doğulu, Batılı, vb… İnsanın olduğu her yerde olduğu gibi, yaşam kendi yolunu buluyordu sonunda. O beni görmezse ben de onu görmüyordum(?!) Onun askerlik hatıralarında yer alacak, benim üniversite yıllarını hatırlayınca gülümseyeceğim trajikomik hikâyelerin aktörleri oluyorduk. O, bahçedeki ördekleri kedi yemesin diye tuttuğu nöbeti hiç anlatmayacaktı belki - ben de bir askere âşık olduğumu.

Babam sonunda emekli olup “sivilleşti”; fakat “Cemil Bey”den önce “komutan” diye çağrılıyor şimdi. Yaşadıklarım bana çok şey öğretti, çok şey kattı. Akademisyen olma yolunda bir “asker kızı” olarak, militarizm ve milliyetçilik ile onların toplumsal cinsiyetle ilişkileri üzerine çalışıyorum. Ve teoriyi yaşamım üzerinden anlatabiliyorum. Kendimi tanımlamak için bana ayna oldular; çünkü benden evvel yazılmış bir hikâyenin içindeydim.