Türkiye Cumhuriyeti tıpkı diğer ulus devletler gibi kurulduğu günden bu yana egemenliğini savaşla ve şiddetle inşa etmiş bir devlet. Cumhuriyetin kurulduğu günden daha da öncesine dayanan ve bugün halen devam etmekte olan ulus inşası sürecinde bütün etnik ve dini farklılıklar tekleştirilmeye çalışılmış ve homojen bir toplum yaratılmaya çalışılmıştır. Devlet yetkilileri bu sayede bir ulus yaratabileceklerini ve devleti ayakta tutabileceklerini düşünmüşlerdir. Ancak yüzyıllardır aidiyetlerini bambaşka dini, etnik ve cemaatsel terimlerle kuran milyonlarca insanı Türk yapma ya da hepsine Türk ve Sunni olduklarını kabul ettirme fikri beraberinde sayısız isyan, mücadele ve katliam getirmiştir. Ulusun inşası ile elele giden devlet ve egemenliğin tesisi egemenlerin kendi kurdukları yasaları askıya alarak, şiddet ve zor yoluyla mümkün olmuştur. Militarizm ve şiddet bu Türkiye ulus-devletinin tarihinden hiç eksik olmamış, kıyımlar, yaratılan ötekiler ve sürekli bir tehdit algısı sayesinde merkezi kimlik de inşa edilmiştir.

İnşa edilen Türk kimliği içerinde dini referanslar taşıyan ve cinsiyetlendirilmiş bir kimliktir, bu kimlik geçmişin inkârına dayanmaktadır ve yine ortak bir ulus-devlet pratiği olan tarihin yeniden yazılmasıyla beraber geri kalan bütün hakikat rejimleri ve bilme biçimlerinin yerini almaya çalışan milliyetçi, devletçi ve modernist bir anlayıştır. Her ne kadar devlet elitlerinin ve yöneticilerinin kafasındaki bu bütünlük ve homojen ulus fantezisi hiçbir zaman toplumsal bağlamda tam olarak sahiplenilemeyecek bir proje olsa da bunun gerek askeri biçimlerle gerek de eğitim yoluyla topluma öğretilmeye çalışılması sancılı bir süreçtir. Devlet yöneticileri belirli materyal pratikler, söylemsel taktikler ve stratejiler aracılığıyla kendi arzuladıkları toplum fikrini yaygınlaştırmaya ve ulus-devlet inşasını hızlandırarak bu değerleri içselleştirmiş vatandaşlar-tebalar yaratmaya çalışırlar. Bu pratiklerin başında askerlik ve ordu, milliyetçi ve cinsiyetçi eğitim politikaları gelir. Unutmamak gerekir ki, bütün bunlar öncelikle zor ve şiddet yoluyla mümkün olur ancak bu kurucu şiddet sayesinde oluşturulan “toplumsal mütabakat” belirli söylemler eşliğinde devlet-vatandaş bütünleşmesine ve milliyetçi-ulusal değerlerin sahiplenilmesine neden olur. Bütün bu pratikler ve söylemlerin merkezinde duran askerlik, militarizasyon, eğitim ve toplumsal cinsiyet bir arada düünülmesi gereken olgulardır.

Bu yazı boyunca temel amacımız Ayşegül Altınay’ın The Myth of Military Nation: Militarism, Gender, and Education in Turkey adlı kitabı vasıtasıyla Türkiye’de militarizmin tarihi, gündelik hayatla etkileşimi, kültürde yer etme biçimlerinin detaylı bir analizini sunmak ve diğer taraftan da anti-militarizm ve vicdani reddin dünyada ve Türkiye’deki mücadele tarihine bakarak milliyetçi ve militarist bakışa karşı düşünülebilecek / düşlenebilecek siyasal tahayyüllere yönelik kapı açmaktır.

Ordu-Millet Miti ve Sivil Militarizm Kavramsal Çerçeve ve Yaklaşım

Ayşegül Altınay The Myth of Military Nation: Militarism, Gender, and Education in Turkey adlı kitabını 1980 sonrasında akademik literatürün gerek politik gerek de entelektüel ajendasında önemsizleştirilen devleti toplumsal ve kültürel analize geri getirmek çabası bir parçası olarak görür. Altınay’a göre 60’lar ve 70’lerdeki siyasal süreçler ve bunun akademiye yansıması öncesi, antropologlar kültürü iktidar ilişkileri ve tarihten bağımsız kendi içinde homojen bir kategori olarak inceliyorlardı. Bu dönemde gelen sert eleştiriler ve disiplinin kendi içindeki dönüşümü sonrasında gündelik hayatın antropolojisi ve “aşağıdan kültür” gibi yaklaşımlar disiplindeki yeni yaklaşımları belirleyen temel metodolojik yaklaşımlar haline geldi. Her ne kadar bu bakış açısı ve metodolojik farklılık, gerek gündelik yaşam içerisine gömülü iktidar ilişkilerinin analizini gerek de kültürün ve ezme ezilme biçimlerinin “doğallaştırılmış” hallerini tersyüz ederek bunları yeniden düşünmeyi mümkün kılsa da, araştırma ajandasından devletin çıkmış olması çok ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkıyordu. İlginç ve ironik bir biçimde, “devletin ihmali 20. yüzyıl toplumsal çalışmalarında özellikle kritiktir, zira her şeyin ötesinde bu yüzyıl dünyanın her tarafından ulus-devletleri kapsayan bir uluslararası sistemin kurulmasına tanıklık etmiştir.”[[dipnot1]] Özellikle vurgulanması gereken bir nokta da bu dönemde insanların gündelik yaşamlarının ve kültürlerinin “milliyetçilikten ve devlet inşası süreçlerinden” daha önce hiç olmadığı kadar etkilenmiş olduklarıdır.

Öteki tarafta da, siyaset bilimi bölümlerindeki yaklaşımlar gibi devleti analizin merkezine yerleştiren, onu bir “şey” gibi inceleyen ve böylece devletin gündelik yaşamda üretilmesini ve yeniden üretilmesini mümkün kılan pratikler ve söylemleri önemsemeyen metodolojik bakışlar ortaya çıkmıştır. Kendisinin de belirttiği gibi Altınay’ın kitabı “kültür, milliyetçilik, devlet ve vatandaşlar arasındaki karmaşık ilişkilerin farklı disiplinlerdeki akademisyenler tarafından incelendiği” (s. 5) bir interdisipliner alanda konumlanmıştır. Bu bağlamda, bu kitap “devleti geri getirme” literatürdeki önemli bir boşluk olan militarizm ve militaristleşme analizi eksikliğini giderme çabası olarak yorumlanabilir. Altınay, orduyu sadece bir kurum olarak düşünmektense askerlik düşüncesinin ve pratiklerinin kültürel yaşama dâhil oldukları, insanların gündelik yaşamlarının farklı güç ilişkileri, teknikler, pratikler ve mitler etrafında militarize edildiği ve cinsiyetlendirildiği süreçlere bakmanın daha anlamlı olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda, yazar ordu-millet mitinin şeceresini çıkararak zorunlu askeri hizmetin söylemsel alanda ne gibi yollarla Kurtuluş Savaşı’nın bir gerekliliği olmaktan çıkarılıp Türk milletinin kültürel bir özelliği haline getirildiğini gösterir. Medeniyeti devlet-inşası ile ilişkilendiren ve hiç bir milletin Türkler kadar çok devlet kurmadığını iddia eden yeni Kemalist yönetim ve kurumları bu sayede medeniyetin merkezine Türkleri oturtacak şekilde bir tarih icat etmişlerdir. Ordu-millet mitinin kurucu bir mit haline gelmesiyle bir yandan devlet inşası ve savaşlar sosyopolitik sorular olmaktan çıkarılmış diğer taraftan da ordu-millet miti kültürel bir kurum olarak konumlandırılarak tarihsizleştirilmiştir. Roland Barthes’in dediği gibi “tarihten doğaya geçişte mit ekonomik bir şekilde işler: insan eylemlerinin karmaşıklığını ortadan kaldırır, onlara özlerin basitliğini bahşeder.”[[dipnot2]] Barthes’in bu konuda yazdıklarını temel alan Altınay bu kurucu mit sayesinde ordu-millet düşüncesinin doğal göründüğünü iddia eder.

Savaş sonrası dönemde ölüm ve savaş fikrinden uzaklaştırılan ordu fikri sayesinde, askerlik tarih dışı bir kültürel/ulusal/ırksal öz olarak konumlandırılır ve bu sayede “politik tartışmaların da dışında bırakılır.” (s. 30) Bu durumun doğal bir sonucu olarak, “ulusal siyasette ve kültürel pratikte bağımsız, militer olmayan, sivil bir alan için çok az yer kalır. Eğer her Türk asker doğarsa, bütün Türk yaşamı asker yeşilinde sürmektedir (ve de sürmelidir). Bunun dışını/ötesini düşünmek hain olmak ya da Türk olmamakla eşitlenecektir.” (s. 30) Askeri güç ve devlet inşası kapasitesi, Türklerin askeri ruhlarıyla ilişkilendirilir. Gündelik yaşamda kültürel bir hale getirilse de “bu ruhun” meydana geldiği yer zorunlu askerlik hizmetidir. Otoriter askeri söylem, otoriter bir pratik tarafından güçlendirilir ve bu sayede “kışlalar eril kimlik ve ‘ulusu tahayyül etmek’ (Anderson 1991) için temel mekânlar haline gelirler.” (s. 31) Ancak en az kışlalar kadar önemli olan bir nokta, askeri toplumsal düzenin barış zamanlarında dahi toplumdaki sorgulanamaz kabulüdür. Alfred Vags tarafından sivil militarizm diye tanımlanan bu durum ve pratikler bir düşmanla savaşın ve dövüşmenin gerekliliğine olan sarsılmaz bir inancı içeren askeri hiyerarşilerin, değerlerin ve ilkelerin gündelik yaşamdaki tezahürlerine işaret eder.

Altınay, militer millet olmayı “otoriter bir söylem” orduyu da “‘şeylerin ulusal düzenine’ (Malkki 1995) merkezi konumdaki bir ‘kutsal’ kurum” olarak kavramsallaştırarak ciddi bir eleştirel bakış açısı ve üretken bir metot getirmeyi başarmaktadır. Ancak farklı “düşmanların” farklı dönemlerde ne tip materyal ve söylemsel stratejiler, teknikler ve süreçlerle inşa edildiğine ve yeniden üretildiğine dair pek de ipucu vermemektedir. Savaşın stratejileri, teknikleri ve mantığının, vatandaşların birbirleriyle ve devletle gündelik ilişkilerinde nasıl yollarla üretildiği, hangi bedenlerin potansiyel olarak daha tehlikeli ve devlet düşmanı olarak kodlandığı ve ünlü filozof Giorgio Agamben’in izinden gidersek hangi bedenlerin ve yaşamların daha harcanabilir olduğu ve bunun egemenlikle ilişkisi yer yer kitabın kapsamı dışına çıkmakla beraber ciddi bir okumayla izini sürebileceğimiz sorulardandır.

“Ulusal projelerin aynı zamanda toplumsal cinsiyet projeleri olduğunu” iddia eden Sylvia Walby’i takip eden Altınay bu sayede ulusal egemenlik projesi ve ordu-millet inşasında eril ve dişil kimliklerin üretildiği süreçlere odaklanır. Tartışmalara sadece kadınları ekleyerek ya da cinsiyet hanesine tik atarak geçmektense, Joan Scott ve birçok önemli feminist düşünürün izinden giderek toplumsal cinsiyet rollerinin vatandaşlık, askerlik hizmeti ve devletle ilişkili olarak nasıl inşa edildiğini ve yeniden üretildiğini sorgular. Bu sayede bize sunduğu, toplumsal cinsiyet farklılaşmasının “devlet tarafından tanımlandığı ve yönetildiği” (s. 34) bir matristir. Bu matriste bir yandan Cynthia Enloe’nin öne sürdüğü gibi “erillik direkt olarak devlete bağlıdır” (s. 34) öte yandan da dişilliğe birçok farklı rol atanır. Bu rollerin hangileri üzerine yoğunlaşılacağı politik konjektür ve söylemler tarafından belirlenmektedir. Bu konuda geleneksel kadın rolleri analık ve askerleri bekleyen eşlik durumlarıdır. Sabiha Gökçen’in hikâyesi üzerine yoğunlaşan Altınay bu durumlara ordu milletin ‘kızlarının’ da savaşçı olarak düşünüldüğü dönemleri ekler. “Analar ve eşler olarak, milletin askeri gücünü ‘yeniden üretmek’ ve ‘desteklemek’le sorumludurlar; kızlar olarak ise bu gücün içine dolaysız bir şekilde katılmaya davet edilmişlerdir.” (s. 50-51)

Ancak bu noktada Sabiha Gökçen’in bekâr oluşu onun askeri rollerle özdeşleştirilen bir kadın figür olmasını kolaylaştırmıştır. Buna ek olarak, savaşan asker kız geçici bir figür olarak karşımıza çıkar. Neredeyse bütün durumlarda karşımıza çıkan ordudaki erkek varlığına ve ulusal güce endekslenmiş bir faillik halidir. Kadınlar üzerlerinde modernleşme pratiklerinin gerçekleştiği bedenler ve semboller olarak düşünülür ve fail/özne olma durumları ancak bir davet yoluyla mümkün görünmektedir. Kitabın genel argümanına paralel olarak, Ayşegül Altınay burada da cinsiyetlendirilmiş kavram ve inşaların askeri alan ve gündeliğin alanı arasında nasıl gidip geldiklerinin ve ne yollarla tercüme edildiklerinin detaylı bir analizini sunmakta ve cinsiyetlendirilmiş ordunun nasıl doğallaştırıldığını göstermektedir.

Peki genç erkekler ne yollarla üretken ve uysal bedenler haline gelir, iktidarın militer işleyişini ulus devlet düzeni ve hegemonik erilliğe bu kadar içkin kılan nedir? Altınay’a göre askeri eğitim ve fiziksel şiddet genç insanları bireyselliklerinden çıkarıp askerler olarak kalıba sokmaktadır. Bu süreçler Jacolyn Cock’un terimleriyle “otoriteye karşı itaatkâr, düşmana karşı saldırgan” askerler yaratmaktadır. (s. 67) Bu bağlamda her asker bir ulusal kimlik edinmekte ve bu ulusal kimlik de düşmanla savaşmaya hazır üniformalı adamlar tarafından temsil edilmektedir. (s. 68) Ulusal öznenin oluşumu askeri eğitime içkin fiziksel ve psikolojik şiddet, disiplin, cinsiyet ayrışması, askerde verilen dil ve okur-yazarlık eğitimi gibi birçok faktörü kapsamaktadır. Bu pratikler aynı zamanda genç erkekler arasındaki dilsel, dini, sosyo-ekonomik ve etnik farklılıkları silerek onları tek kalıp Türk Sünni ve erkek kimliği etrafında birleştirir. Eugen Weber’in ufuk açıcı eseri Peasants into Frenchmen’den faydalanan Altınay, askeri pratikler ve eğitim arasındaki ilişkiler ve benzerlikler üzerine yoğunlaşarak her ikisinin de uysal ve üretken bedenler üretme stratejileri ve kesiştikleri alanlara bakar.

Bu bağlamda kitabın son bölümünde sivil okullardaki Milli Güvenlik dersleri ve okul koridorlarındaki askeri ritüeller ve sembollerin sorgulanmayan anlamları konu edilmiştir. Altınay, 1980 darbesinden sonra içeriği ve yapısı değişen bu dersin anlamları ve önemi üzerinde durur. Her ne kadar ders farklı konum ve pozisyonlardaki öğrenci grupları için değişik anlamlar taşıyorsa da askeri personelin okullardaki varlığının sivil militarizasyondaki rolü detaylı bir şekilde incelenir. Batı bölgelerinde siyaset tartışmalarına dönen ve neyin siyasal alana dâhil olup neyin olmadığını, tartışmaların izleğini ve hudutlarını, uyulması gereken kuralları sürekli olarak öğrencilere hatırlatan bu ders Kürt öğrenciler ve diğer etnik ve dini azınlıklar tarafından büyük bir suskunlukla karşılanmaktadır. Milli Güvenlik dersi bir taraftan kendini Türk olarak tanımlayan öğrencilerin “hassas vatandaşlar” olarak yetiştirilmesini mümkün kılan bir milliyetçilik, militarizm ve erkeklik dersine dönerken diğer yandan öteki grupların dışlanmışlık hissini derinleştiren, toplumsal baskı ve korku dinamiklerini etkinleştiren bir ders haline gelmiştir.

Dünyanın ilk Savaşçı Kadın Pilotu

Ayşe Gül Altınay, kitabın önemli bir bölümünü kadınların ulus-devlet içindeki rolüne ayırır. Rol modeli olarak ise karşımıza Atatürk’ün manevi kızı olarak bilinen, ilk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen çıkar.

Sabiha 12 yaşında, öksüz ve yetim kalmış bir çocukken tanıştığı Gazi Paşa tarafından evlatlık edinilir. Özel bir eğitim alarak Mustafa Kemal ile birlikte yaşar. Soyadı kanununda bizzat Atatürk tarafından ona Gökçen (göğe ait) soyadı verilir. Dönemin ilk Türk uçaklarını izleyen Gökçen, Atatürk’ün verdiği soyada da layık olmak amacıyla ona pilot olmak istediğini söyler. Atatürk bu işe onay verir ve yine özel hocalarla pilotluğu öğrenen Sabiha’dan onu daha da çok gururlandırmasını ve dünyanın ilk kadın savaş pilotu olmasını ister. Sabiha manevi babasını onurlandırmanın ve vatanına hizmet etmenin verdiği heyecanla işe koyulur ve bu eğitimi de alır. Tüm dünyaya Türk kadınlarının neler yapabileceğini kanıtlamak için artık iş başına geçmelidir. Kore savaşına gitmesine kadın olduğu için Birleşmiş Milletler engel olunca 1937 yılında ülkenin geri kalanına yansıtılmadan “sessizce” gerçekleştirilen Dersim Harekâtı’na katılır. Bu görev “feodal” Dersim’in modern Tunceli olabilmesi için, yani vatanın refahı için hayati önem taşımaktadır. Sabiha Gökçen için de görev tanımı bundan ibarettir. Bu vatan hizmetidir, ötesi yok. Attığı her bomba Dersim’i modern olma yolunda bir adım daha ileri taşıyacaktır. Sabiha görevini başarıyla yerine getirir. Cebinde Atatürk’ün, düşman eline sağ geçmesin ve namusuna zarar gelmesin diye ona armağan ettiği kendi silahıyla, resmi kayıtlara göre 5000 kişinin öldürüldüğü Dersim’den alnının akıyla çıkar.

“Cumhuriyet Kadınları”na bir örnek teşkil edip T.C. düşmanlarına da gözdağı vermek amacıyla, Sabiha erkek alanı askerlik ve militarizme adım atmış olur. Ya da daha doğru bir tabirle asıl amacı manevi babasını mutlu etmek olan Sabiha, erkek alanı militarizme uzaktan (özel hocalar, tek kişilik dersler, imtiyazlı araçlar) dâhil edilir. Bu dâhiliyeti göstermeci olarak değerlendirmek pek de yanlış olmaz. Sabiha’nın iradesinden, içinde yer aldığı olaylara, daha doğrusu katliamlara karşı bilincinden ya da karar verme yetkisinden bahsetmek güçtür çünkü. Sadece manevi babasının tahayyüllerini gerçekleştirmek, onun gösterdiği şekliyle vatana hizmet etmek amacıyla yokla çıkar ve kendisi için şekillendirilen yolu adım adım takip eder.

Sabiha’nın gizli Dersim harekâtındaki bu başarısı alenen bir törenle kutlanır. Dersim’den söz edilmezken Sabiha başarıyla derslerini verdiği gerekçesiyle övgülere nail olur. Gazeteler Türkiye ve dünyanın ilk kadın savaş pilotundan övgüyle bahsederler. Temenni daha nice Gökçenler yetişmesidir. Atatürk’ün de temennisi bu olacak ki, Sabiha’yı her zamanki gibi askeri üniformasıyla götürdüğü balolardan birinde ondan gidip bu konuyla ilgili Mareşal Fevzi Çakmak’la konuşmasını ister. Sabiha elini öptüğü mareşalin kutlamalarına teşekkür ettikten sonra askerlik görevinin henüz muğlâk olduğunu hatırlatarak kadınların da orduya katılmasının önünü açacak olan yasayı geçirmesini, Türk kadınlarına bekledikleri “müjdeyi” vermesini rica eder. Mareşal ciddileşir ve “Lütfen bunu benden isteme. Bir milletin var olması için, kadınlarının yaşaması gerekir.” der.

Sabiha için bu konuşma bir dönüm noktasıdır. Başarılarının kadınların önünü açacağı yanılgısı sona ermiştir. Askeri üniforması, medyanın övgüleri ve halkın desteğiyle o üzerine düşen görevi yerine getirmiş ve devlet ihtiyaç duyarsa, ya da izin verirse Türk kadınlarının neler yapabileceğini göstermiştir. Daha fazlasına gerek görülmez, kadınlar eski rollerini üstlenmeye devam edebilirler. Bu yüzleşme karşısında Sabiha, orduya katılmayı ilk kez vatani görev olarak değil de kadınlar için bir erişim alanı olarak görmeye başlar.

Sabiha Gökçen’in anıları da Atatürk’ün ölümüyle birlikte biter. Zaten o günü kendi ölümü olarak görmüş, orduya istifasını vermiştir. Belki de Sabiha Gökçen’in otobiyografisinin Atatürk Kitapları kısmında olmasının nedeni budur. Ya da Atatürk’ün manevi kızı olmasının diğer tüm vasıflarının önüne geçmesi bundandır.

Sabiha Gökçen’in yüzleştiği bu cinsiyet engelinin temelini en açık görebileceğimiz yer belki de 1927 anayasasının mecliste tartışıldığı gündür. Üyelerden biri, Hakkı Tarık Bey, kadınların çeşitli çalışmalar yaptığını, oy hakkı için mücadele verdiklerini ve bunu almalarının bir an meselesi olduğunu hatırlatmış ve yasalardaki zorunlu askerlik hizmetinin sadece erkekleri kapsamasının bu çerçevede gözden geçirilip oy vermek gibi vatani bir görev olan askerliğe kadınların da bir şekilde dâhil edilip edilemeyeceğini sormuştur. Aldığı yanıt kadınların bu işi yapabilecek beceride olmamaları ya da benzeri bir şey değildir. Kurtuluş Savaşı’nda kadınlar orduya pek âlâ destek verip savaşabileceklerini kanıtlamışlardır ve ileride gerek olduğunda bunu yine yapacaklardır. Fakat onların bunu yapması için erkeklerde olduğu gibi zorunlu askerlik kanununa gerek yoktur!

Bu konuşmadaki diğer bir kritik nokta da kadınların oy hakkı mücadelesinden bahsedilmesidir. Günümüzde yaygın olan “Türkiye’de oy hakkı kadınlara devlet tarafından bahşedilmiş, altın tepside verilmiştir” inancı o dönem pek de geçerli değildir. Çünkü kadınlar savaş döneminden itibaren örgütlü bir şekilde toplanmış, kararlar almış, cemiyetler, kampanyalar kurmuş meclisin kurulmasından itibaren oy hakkı için mücadele vermişlerdir. Tabi ki bu mücadeleleri meclis tarafından kırmızı halıyla karşılanmamıştır. 16 Ocak 1923’te Nezihe Muhittin öncülüğünde kurdukları Kadınlar Halk Fırkası meclis tarafından kapatılmış ve ancak Türk Kadın Birliği olarak faaliyetlerine devam edebilmiştir. Bu feminist azınlıkların içinde de azınlıklar vardır. Kürt Kadınları Teali Cemiyeti ya da Ermeni feminist Hayganuş Mark (14 yıl çıkan Hay Gin-Ermeni Kadınları dergisi editörü) diğer kadınlardan pek de destek görememişlerdir. Ulus-devlet yapısındaki milliyetçi feminizm onların mağduriyetini bayağı bir geri plana atmıştır.

Fatmagül Berktay’ın da bahsettiği gibi Türkiye tarihinde milliyetçilik ve feminizm el ele yürümüştür. 1. Dalga Kadın hareketinin başlangıcına bakılırsa tüm dünyada milliyetçiliğin hâkim olduğu bir dönemde feminist mücadele ilk tohumlarını atmıştır. Bu açıdan bakıldığında feminist mücadele içerisindeki kadınların sadece oy hakkı değil, askerlik hakkı için de mücadele edebildikleri görülür. Feministlerin çoğu kadınlara askerlik hakkı verilmesinden yanadır. Fakat zorunlu askerlik erkekler için olduğu gibi kadınlar için de istenmeyen bir olgudur.

Kadınların orduya katılımı da başka bir tartışma konusudur. Sabiha Gökçen örneğinde de görebileceğimiz gibi Türkiye’de kadınların militarizmle ilişkisi etnik ve politik problemleri çözecek bir araç olarak kullanılmıştır ancak. Kadınlar pek çok şeyi yapabilecek güçtedirler, bunun birkaç örneği iftiharla sunulur. Ama devletin ve milletin bekası için çok gerekli olmadıkça evlerinde oturmalıdırlar. Buna karşı çıkan, devlet ve ordu politikalarına eleştirel bakan kadınlar da vatan haini iddia edip sürülmüştür. Tıpkı savaş boyunca ve yeni rejimin kurulması sürecinde canla başla mücadele ettikten sonra sürülen Halide Edib gibi.

Anti-militarizm ve Vicdani Ret 

Ayşe Gül Altınay, The Myth of the Military-Nation kitabının vicdani retle ilgili bölümünde Türkiye’de yaklaşık on beş yıllık bir tarihi olan vicdani ret hareketini tarihsel bir şekilde, vicdani retçilerden anlatılarına dayanarak anlatıyor. Türkiye’de vicdani ret hareketinden bahsedebilir miyiz veya on beş yıllık bu süreci nasıl değerlendirebiliriz gibi sorulara yanıt arayan Altınay, hareketin tıkandığı noktalara da değiniyor. Ancak kitaba geçmeden önce uluslararası vicdani ret hareketinden ve diğer ülkelerdeki örneklerinden bahsetmek faydalı olacaktır.

Bugünkü anlamıyla zorunlu askerlik uygulaması Fransız Devrimi’nden sonra Cumhuriyet’in kendini kral yanlılarına karşı koruma amacıyla çıkarılan yasayla başlar. 1798’de çıkan yasa şöyle der: “Her Fransız erkek bir askerdir ve ulusunu savunma borcu bulunmaktadır.” Bazı Avrupa ülkelerinde 17. yüzyıldan beri gönüllülük esasına dayanan askerlik, I. Dünya Savaşı’nda ortaya çıkan büyük ordular ve asker ihtiyacından dolayı zorunlu hale getirilmeye çalışılmış ve ilk vicdani ret taraftarları da böyle ortaya çıkmıştır. Bugün dünyada yaklaşık 88 ülkede zorunlu askerlik uygulaması kalkmış durumdadır. AB ülkelerinin tamamı vicdani ret hakkını tanımıştır ancak bazı ülkelerde vicdani retçiler için askerlik yerine kamu hizmeti uygulaması bulunmaktadır. Vicdani ret hakkı Avrupa Parlamentosu ve BM İnsan Hakları Komisyonu tarafından temel insan hakkı olarak kabul edilmiştir. Avrupa Parlamentosu’na üye olduğu halde vicdani ret hakkını tanımayan iki ülke vardır: Türkiye ve Azerbaycan. Avrupa ülkelerinin çoğunda askerlik zaten çok uzun zamandır gönüllülük esasına dayandığı için vicdani ret hareketleri doğmamıştır. Ancak zorunlu askerlik uygulaması açısından burada bahsetmeye değer iki Avrupa ülkesi mevcut: İspanya ve Almanya.

İspanya’da bir milyondan fazla insanın ölümüyle sonuçlanan iç savaşın ardından ülke yönetimine Francisco Franco geçmiştir. Faşist ideolojiye sahip yönetimin 40 yıllık iktidarının son dönemlerinde küçük çaplı bir şiddet karşıtı hareket oluşmaya başlar. 1968’de tüm Avrupa’ya hâkim olan sosyal devrim umudunun etkisiyle bu hareket vicdani ret hakkı ve zorunlu askerliğe alternatif sivil hizmet hakkı talep etmeye başlar. Pepe Beunza’nın 1971’de vicdani retçi olmasıyla büyüyen seferberlik süreç içerisinde ülkeye yayılır ve tüm vicdani ret gruplarını bir araya getiren savaş karşıtı ve anti militarist bir harekete dönüşür. 1975’te Franco’nun ölmesiyle ülke demokratikleşme sürecine girer ve yeni demokrasi 1978 Anayasası’yla şekillenir. 1978 yılında vicdani ret hakkı kabul edilse de mücadele askerlik yerine uygulanan kamu hizmeti de kaldırılana kadar devam eder. İlk retçiler arasında iki eğilim mevcuttur. İlk eğilim yasalara uyma taraftarıyken diğeri vicdani reddi bir sivil itaatsizlik stratejisi olarak yorumlayıp toplumun demilitarizasyonuna yönelik bir hareket olarak görür. İlerleyen yıllarda çıkan yasayla birlikte ret başvurularını onaylayan bir konsey kurulur ve vicdani retçilerin ret nedenlerini inceleyen mahkemelerin meşruluğu kaldırılır. Ancak anti militarist hareketin tek mücadele alanı vicdani ret değildir, İspanya’nın NATO üyeliği ve askeri harcamalara karşı sivil itaatsizlik gibi konularda da kampanyalar yürütülür.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da Müttefik kuvvetler Alman toplumunda kökleşmiş olan Nazizm ve militarizmin tamamen yok edilmesi amacıyla geniş çaplı bir politika uygulamaya başlar. Bu kapsamda sanayinin silahsızlandırılması, ordunun terhisi ve savaş suçlarının yargılanması vardır. Savaş sonrası Doğu ve Batı Almanya’nın kendi orduları yoktur, bunun yerine bu ülkelerde Müttefik güçlerin orduları görev yapar. Bu halkın genelince de desteklenen bir durumdur çünkü Almanya halkı ülkenin tekrardan bir militarizasyon sürecine girmesine karşıdır. Savaş sonrası Batı Almanya’da hükümet yeniden silahlanmanın mümkün olup olmadığını araştırmak için eski Nazi subaylarını topladığında ise toplum genelindeki askerliğe karşı olan isteksizlik ortaya çıkar. Bunun üzerine ‘Alman askerini kötülemeyi’ bırakıp ‘Avrupa Atlantik savunmasındaki boşlukları doldurmak için Alman halkında var olan askeri gücün’ ortaya çıkarılmasına önayak olacak bir şeref bildirgesi yayınlanmasını talep eder. Bu talep ise 1951 yılında NATO kuvvetleri genel komutanı General Eisenhower’in şu sözleriyle gerçekleşir: ‘Alman askeri anayurdu uğruna cesur ve şerefli bir şekilde savaşmıştır.’

Batı Almanya’da kurulan Ulusal Demokratik Parti, eski Nazi subaylarının aktif siyasete katılmasını sağlar, dahası 1952’de bu askerlere yönelik siyasi düzenlemeler tamamen kaldırılır. Savaş sonrasında devletin silahsızlanmasını ateşli bir şekilde savunan aynı politikacıların tekrar militarizasyon sürecine girilmesini talep etmeleri birçok çevre tarafından Batı ve Doğu Almanya arasındaki gerilimi artıracağı için protesto edilir. 1956 yılında zorunlu askerlik yasasını çıkarılır ancak askerlik görevini yerine getirmek istemeyenler için kamu hizmeti uygulaması getirilir. Almanya bu uygulamaya sahip olan birkaç Avrupa ülkesinden biridir ve kamu hizmetinin yarattığı bedava iş gücü o kadar büyüktür ki Almanya ekonomisinde önemli bir paya sahiptir.

1968 yılında Avrupa’da hâkim olan sosyal devrim umudunun ABD’deki yansımaları Vietnam Savaşı’nda görülür. ABD’de kura yoluyla askerlik İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da sürer ve 60’larda Vietnam Savaşı’nın kızıştığı dönemlerde desteklenmeye devam edilir. 1950-1953’teki Kore Savaşı ve sonraki Vietnam Savaşı’nda devam eden bu uygulama 1973’te kaldırılır. Vicdani retçi olmanın bedeli Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcıyla ve Vietnam Savaşı’nın bitişi arasındaki dönemde önemli ölçüde azalmış olmasına rağmen İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da vicdani retçiler hapse atılmaya devam eder. Vietnam Savaşı’na karşı çıkanlar sadece barış yanlıları değildir. Orduya alınan birçok kişi asker kaçağı olup Kanada veya Batı Avrupa’ya kaçar. Diğerleriyse vicdani retçi olmayı talep eder. Reddedilenler hapis cezasına çarptırılır. 1965’te Daniel Seeger davasıyla ilerleme kaydedilir. ABD Yüksek Mahkemesi, vicdani retçilerin dini nedenlerden dolayı zorunlu askerliği reddedebileceğine karar verir. Ancak bu durumu değiştirmez. 1965-72 arası 4000 kişi askerlik yasayı ihlal ettiği için hapse atılır. Askerlik şubeleri geleneksel barış kiliselerine mensup kişilerin askerlik retlerini kabul etse de bunların dışında askerlik yapmayı reddeden her kişi uzun süre cezaevinde kalır. Soğuk Savaş döneminde erkekler kadar kadınlar da savaş karşıtlığı yaptıkları için hapse girer.

Bugün dünyadaki diğer ülkelerde de Türkiye’ye benzer durumlar yaşanmaktadır. Toplumsal militarizasyonun Türkiye gibi güçlü olduğu ülkelerden biri olan Güney Kore’de vicdani retçilik Kore toplumuna yabancı bir kavram olarak durur. İkiye bölünmüş bir toplum olmanın getirdiği militer toplum yapısı Güney Kore’de çok kuvvetlidir. İç savaşın ve çatışmaların hüküm sürdüğü Kolombiya, Angola, Kongo, Sudan vs. ülkelerdeyse insanlar, hem gerilla kuvvetleri hem de resmi ordu tarafından silâhaltına alınmaya zorlanmaktadır. İsrail’deyse daha farklı bir durum söz konusudur. İsrail kadınlar için de askerliği mecbur tutmaktadır. Böyle olunca İsrail’deki ret hareketi başka bir boyut daha kazanır. Çünkü İsrail toplumundaki militarizasyonun neden olduğu cinsiyetçilik bu kadınları fazlaca etkiler ve orduya alınan kadınlar yoluyla militarizm kendini yeniden üretir.

Peki, Türkiye’deki vicdani reddin kısa tarihi asker-millet miti ve militarizasyon hakkında neler diyor? Türkiye’de vicdani ret ilk defa Vedat Zencir ve Tayfun Gönül’ün 1990’da retlerini açıklamasıyla gündeme gelir. Zencir’in ret gerekçesi tanımadığı insanları öldürmenin ve bir komuta zinciri altına girmenin kişiliğine ve değerlerine aykırı olmasıdır. Bunun üzerine “halkı askerlikten soğutmak” suçuyla yargılanırlar. Zencir davadan beraat eder, Gönül’ün cezasıysa paraya çevrilir. İlk defa gündeme gelen bu davalar tartışma ve ilgi uyandırır.

Vicdani retten dolayı askerlik süresini cezaevinde geçiren ilk kişiyse Osman Murat Ülke (Ossi)’dir. Türkiye’de örgütlü bir ret hareketi olmaması yüzünden Ossi ve arkadaşları bu dönemde seslerini olduğunca duyurmaya çalışırlar ancak çok ciddi bir başarı elde edemezler. Vicdani ret hareketi içerisinde kurulan ilk kurumsal yapıysa 1992’de açılıp bir yıl sonra kapatılan Savaş Karşıtları Derneği’dir (SKD). Bu dönemde SKD’nin Uluslararası Vicdani Retçiler Buluşması’nı İzmir’de düzenlenmesiyle beraber Türkiyeli retçiler, diğer ülkelerden gelen retçilerden öğrendikleriyle deneyim ve güç kazanırlar. Vicdani ret hareketiyle birlikte şiddetten arınmışlık ve anti militarizm olgularıyla tanışan ve başta bunları reddeden hareket içindeki sol görüşlü insanlarsa, silahlı mücadele yanlısı sol politikanın kendini anti militarizm temeline dayandırarak muhalefet etmesi gereğine inanmaya başlarlar ve muhalif örgütlenmelerini bunun üzerine kurarlar.

Vicdani ret mücadelesi iki hatta ilerler. Birincisi; diğer sol gruplar, insan hakları kuruluşları ve Kürt hareketiyle barışçı bir tepki üretmek için ortak bir platformda buluşmak. İkincisi; askerliği reddederek savaşın insan kaynağını ortadan kaldırmak. Ancak anti militarist söylemler, bazı muhalif gruplar tarafından hoş karşılanmaz. Şiddetin devlet dışı uygulayıcıları bu şiddete ya sessizce göz yumar ya da devrim mücadelesi olarak savunurlar. Bu dönemde mücadele provokatif gösteriler, sokak tiyatroları ve yaratıcı eylemliliklerle devam eder.

Retçileri televizyon programlarına çağıran yapımcıların ve sunucuların da askeri mahkemelerde yargılanmasıyla retçilere destek olmanın siviller üzerindeki yaptırımları da görülmüş olur. Bu dönemde açılan İzmir Savaş Karşıtları Derneği ise (İSKD) 1990’lar boyunca vicdani reddin ana merkezi olur. Dernek savaşı haklı/haksız ayrımı yapmadan “insanlık karşıtı, eril dünyanın kadınlara yönelik bir şiddet tarzı ve ekolojik felaketlerin baş nedeni” olarak tanımlanır. Hedefiyse anti militarizayon, kadın hareketi, pasif direniş, ekoloji, şovenizm karşıtlığıyla ilgisi olanlar ve savaş mağdurlarıyla birlikte mücadele etmektir.

Osman Murat Ülke (Ossi)

Vicdani retçi olduğunu için askerliğini cezaevinde geçiren ilk kişi olan Ossi’nin hikâyesi ondan sonraki vicdani retçilerin başına gelenleri özetler. Retçi olması üzerine gözaltına alınıp birliğine gönderilen Ossi, üniformayı giymeyi reddettiği için askeri cezaevine yollanır. Emre itaatsizlik suçlamasıyla çeşitli cezaevlerine sevk edildikten sonraysa tekrar birliğine gönderilir ve üniformayı reddettiği için tekrar hapse girer. Uluslararası Af Örgütü, Ossi’nin serbest bırakılması ve retçiler için alternatif kamu hizmet programlarının uygulamasını talep eder. Ossi’nin mahkûmiyeti sırasında uluslararası destek ve eylemler de devam eder. Ossi cezaevlerinde geçirdiği iki yılın ardından serbest bırakılır ancak dışarıdaki yaşamında bütün vatandaşlık haklarından mahrum bırakılır. Banka hesabı açmaktan sigortalı bir iş bulmaya, pasaport veya yeni bir kimlik almaya kadar birçok işlemi gerçekleştirmesine izin verilmez. Tekrar askere çağrılmasalar da vicdani retçiler cezalarını çektikten sonra sistematik bir biçimde devlet tarafından göz ardı edilir ve yok sayılırlar. Yazar on dört yıllık vicdani ret hareketini değerlendirmeye çalıştığı son kısımda militarizme yönelik örgütlü politik aktivizmin tıkandığı ana noktaları şöyle sıralar:

  • Vicdani retçiliğin ağır bedeli: Nihayetinde birliği ve cezaevi arasında süregelen kısır döngü sonucu bir ömür cezaevinde veya kışlada geçebilir. Bu durumun psikolojik ve fiziksel etkileri yanı sıra aile ve çevre baskısı, iş bulmanın olanaksızlığı, hiçbir yasal işlem yapamıyor olmak diğer sonuçlardan bazılarıdır. 
  • Militarizmin hem devlet hem de toplum temelinde yaygın ve kökleşmiş olması: Eğitimin bireyleri militer sisteme hazırlayan yapısı, medyanın kamuoyunu şekillendirmedeki inanılmaz etkisi, muhalif gruplarda bile vazgeçilmez sayılan silahlı mücadele örgütlenmesi toplumun militarizasyonunu ve bunun vicdani retçiler için ortaya çıkardığı zorlukları göstermektedir. 
  • Hareketin kendine has sınırlamaları: Hareketin çoğunluğu kurumsallaşmayı, hiyerarşiyi ve liderliği reddeden anarşistlerden oluşur. Bu durum hareketin politik ve kurumsal örgütlenmesi önünde büyük bir engel teşkil eder. Anarşizm ve anti militarizm arasındaki gerginlik, vicdani ret ve total ret kavramlarıyla yeni bir boyut kazanır. Total retçiler tüm zorunlu hizmetlere karşı çıkarken, bazı vicdani retçiler askerlik yerine alternatif kamu hizmet talep eder. İlerleyen yıllarda hareket içerisinde yürütülen tartışmalar sonucu kitlesel eylemlilikler gerçekleştirebilmek için vicdani retçiler, belli anarşist ilkelerinden ayrılmak zorunda kalır. 
  • İzmir merkezli örgütlenmenin 1996’da dağılması üzerine birkaç farklı grup meydana gelir. 2003’te dört kişinin daha retçi olmasıyla birlikte hareket, geniş bir hareket ağı kurma amacıyla nükleer karşıtı aktivistlerden feministlere, insan hakları savunucularına kadar çok farklı politik ajandaları olan gruplarla örgütlenmeye çalışır. Bundaki amaç anti militarizmi insanlara gösterebilmek ve anlatabilmek için başka yollar yaratmaktır. 
  • Sayıları az da olsa hareket içerisindeki kimi retçiler, militarizm eleştirisinin mevcut cinsiyetçi düzen eleştirisinden bağımsız ele alınamayacağını vurgular. Çünkü toplumun militarizasyonu ilk elden en fazla kadınları etkiler ve bir kadın da oğlunu, kardeşini askere göndermek istemediği için vicdani retçi olabilir.