Bu yazı daha önce http://www.feminisite.net sitesinde yayınlanmıştır. 

Mısır’da son iki haftadır yankılanmakta olan “Git Mübarek Git” sloganları eşliğindeki protestocu talepleri geri çevirmesinin üzerinden henüz 24 saat geçmemişti ki, Başkan Mübarek 11 Şubat 2011’de nihayet sahneden çekildi. Tahrir Meydanı’nda toplanan protestocuların sürükleyici coşkusu kelimelerle tarif edilemez. Mısırlı göstericiler başarıları karşısında zafer çığlıkları atarken, kanallarını El-Cezire’nin -Arapça veya İngilizce- yayınına ayarlamış tüm dünyadan insanlar, yaşamları boyunca karşılaştıkları en dokunaklı sahnelerden birine tanık oldular. Bu tarihsel dönemecin yankıları tüm bölgede hissediliyor; Cezayirliler ve Yemenliler meydan okurcasına sokaklara dökülüp Mısır’dan yayılan sloganın aynısını tutturuyorlar: “Halk Rejimin Düşmesini İstiyor!” Tunuslular, Mısırlılara ayaklanmaları ve “Yeter” diye bağırmaları için ilham vermişse; Mısırlılar da, Maya Angelou’nun beklenmedik bir zamanda gelen kehanet dolu çığlığına yeni bir anlam katmaları ile tarihe geçebilir:

“Adımı tarihe

Acımasız ve çarpık yalanlarınla yazabilirsin,

Beni çamurlara bulayabilirsin,

Ama ben hâlâ, tıpkı toz gibi, yükselirim… Yükselir, yükselir, yükselirim.[[dipnot1]]

Şu soru Ortadoğu siyasetini izleyen pek çok kişinin kafasını meşgul etmeye devam ediyor: Apolitik olmakla eleştirilen bir halk, nasıl oldu da böylesine örgütlü ve sarsıcı bir seferberliğin üstesinden gelmeyi başardı? Daha bir ay önce gittikçe tırmanan bir dinsel-mezhepsel çatışmaya sürüklenen bir ülke, nasıl oldu da Arap dünyasında yaşanan zamanımızın en sarsıcı olaylarından birini gerçekleştirmek üzere birleşti? Daha bir ay önce, bir araca konan bomba sonucu yirmi üç Hıristiyanın öldürüldüğü İskenderiye, bugün Kıptîlerin ve Müslümanların birikte dua ettiği gösterilere ev sahipliği yapmakta ve camilerle birlikte kiliseler de protestocuların toplantı merkezleri olarak hizmet vermekte. Milyonlar sokaklara dökülürken, ne bir kilise saldırıya uğradı ne de mezhepsel bir vaka rapor edildi. Tüm bunlar, Kıptî Kilisesinin Papası III. Shenouda’nın protestoların daha ilk gününde Mübarek’i desteklediğini net bir biçimde açıklamasına rağmen gerçekleşti.

Peki öyleyse, birdenbire sahnede beliriveren bu tarihsel birliktelik ve direniş ifadesini doğuran faktörler nelerdir? Hiç şüphesiz Tunus’taki ayaklanma, Mısırlıları sokağa dökmeye teşvik eden bir katalizör görevi gördü. Arap dünyasından herkesin bildiği gibi Tunus hükümeti Mısır’dakinden daha baskıcıydı: Eğer Tunuslular zalim diktatörlerini def etmeyi başardılarsa, Mısırlılar neden yapamasın? Bununla birlikte, her ne kadar fitili ateşleyen Tunuslular olsa da, Mısır’daki kritik bazı toplumsal ve politik dönüşümlerin Ortadoğu’yu temelinden sallayan bu kitlesel isyana zemin hazırladığını söylemek gerekir. Son yıllarda Mısırlılar, seslerini duyurmak ve yönetenlerinin üzerine çökmüş rehaveti sarsmak için gösterilere ve sokak siyasetine gittikçe daha fazla başvurur oldular. 2004’ten beri Mısır’da sağlık çalışanları, tekstil çalışanları, eczacılar, doktorlar, avukatlar, hâkimler, taşıma işçileri, posta işçileri ve hatta emlak vergisi tahsildarları tarafından gerçekleştirilen pek çok greve ve oturma eylemine tanık olundu. Peki ya talepleri neydi? Zengin daha da zenginleşirken, bir zamanlar sıradan insanlara hizmet veren kamu kurumları harabeye dönüşür ve iş imkânları azalırken, ağırlaşan yoksulluğa karşı daha iyi ücret ve çalışma koşulları talep ediyorlardı.

2009’dan 2010’a kadar ivmelenerek devam eden bu grevlere rağmen, yalnızca birkaç zafer elde edilebildi; çoğu grev ya hükümet tarafından görmezden gelindi ya da şiddet kullanılarak kırıldı ve bastırıldı. Daha çok protestocuların azmetmelerine dayalı az sayıda küçük kazanımlar da vardı. Örneğin, hükümet asgari ücreti 400 Mısır pound’una yükseltti (70$ civarı); bu, eski ücretin neredeyse dört katı ancak hâlâ artan enflasyon oranlarını karşılamaya yetmeyen bir miktardı. Bir başka örnek, bağımsız iki işçi sendikasının ve bir işçi federasyonunun kurulması oldu: 1957’den beri hükümetin işçi aktivizmi üzerindeki boğucu hâkimiyetine karşı benzeri görülmemiş bir kırılma.[[dipnot2]]

Bunun gibi sonunda kısmî başarılar elde edilen grevler, iki ayrı duyguyu aynı anda hissettirdi: umutsuzluk, ve Mısır sokak hayatının nabzını tutan ve sokaklardan gelen ritmi dinlemeyi umursayanlar tarafından fark edilen bir olasılık. Bunlar arasında, önde gelen bir Mısırlı blog yazarı ve kusursuz bir etnograf olan Hossam Hamalawy’i sayabiliriz. Kendisi daha 31 Ekim 2010 tarihinde aşağıdaki notu yayımlamıştı[[dipnot3]]:

“Mısır’da havada bir şeyler var. Belki de bu, Mübarek Gazabının Sonbaharı’dır. Benim ve etrafımdaki pek çok kişinin hisleri bu yönde. Bir grev haberi okumadığımız veya duymadığımız bir gün bile geçmiyor. Patlamanın ne zaman olacağını kimse bilmiyor, ancak bugün karşılaştığım ya da görüştüğüm herkes bunun kaçınılmaz olduğunu düşünüyor gibi görünüyor.”

Patlamak üzere olan bu öfkenin en çok Mübarek rejiminin en ağır kurbanları olan “gençler” tarafından hissedilir olması, her yaştan Mısırlının kabul ettiği bir gerçek. Bir kez daha aynı postada Hamalawy, iki genç kadına seslenen yaşlı bir adamın sözlerinden alıntı yapıyor: “Sizin zamanınız savaş zamanından daha kötü [İsrail’le olan 1967 savaşını kastediyor]… Ve kim demiş savaş bitti diye? Gerçek savaş daha yeni başladı. Yoksulluğa, yolsuzluğa, açlığa bakın. Bu bir iç savaş. İsraillilerle olan savaştan daha kötü. Tanrı sizi korusun, sizlere güç kuvvet versin. Sizin nesliniz savaşta. Bu bir felaket, bizim neslimizin maruz kaldığından daha büyük bir felaket.”

 Sanki bu yetmiyormuş gibi, güvenlik kuvvetlerinin efsanevî zalimliği son birkaç yıldır yalnızca daha da pekişti, daha vahşi ve haddini bilmez bir hâle geldi. İşkence kurbanları yalnızca politik aktivistler değildi, aynı zamanda şu veya bu sebepten ötürü içeri alınan sıradan vatandaşlar da asla işlemedikleri suçlardan ötürü aşağılamaya ve işkenceye maruz kaldılar. Amn al-Dawla[[dipnot4]]  öteden beri ülkedeki en nefret edilen kurumlardan biridir; hatta tüm Mısır şehirlerinde hazır ve nazır bulunduğu hâlde protestolar başlayalı henüz 24 saat geçmemişken havaya karışıveren düşük ücretli polis kuvvetinden bile çok. Halkın önünde dövülerek öldürülen ve akabinde demokrasi yanlısı hareketin ikonu haline gelen blog yazarı ve internet caféişletmecisi Khalid Saeed’in başına gelenler, güvenlik güçlerinin o meşhur vahşiliğine dair örneklerden yalnızca biri. Hiç şüphesiz protestocular -Obama yönetiminin aksi yöndeki ısrarına rağmen- Başkan Yardımcısı Omar Soleiman’ı demokrasiye geçişte dürüst bir hakem (arbiter) olarak kabul etmediler; o, yalnızca Mısır polisinin eski amiri değil, aynı zamanda CIA tarafından yürütülen ABD’nin sınır ötesi işkence operasyonlarının (Rendition Program) Mısır’daki ayağının da baş işbirlikçisi idi.

Bu noktada bir soru işareti olarak akla şu soru gelebilir: Bu koşullar ne kadar korkunç olsa da -insanların sürünmeye devam ettiği ancak sefaletin sorumlusu olarak hükümetlerin devrilmediği- Pakistan, Hindistan, Endonezya gibi diğer pek çok Üçüncü Dünya ülkesinin durumundan farklı değil. Mübarek’in hükümranlığını farklı kılan, sistemin Mübarek’in izini taşımayan hiçbir yanının olmaması. Örneğin, Hindistan ve Pakistan’da insanlar ülkelerindeki çürümüş politikaları veya askerlik kurumunu suçlayabilirler; ancak, son 30 yıldır ülkede daimi olmuş bir iktidar sembolü yok. Mısır’da, Mübarek’in şahsiyeti –Irak’ta Saddam Hüseyin’in de olduğu gibi- sistemin en geniş düzeyde baskıcı yanını simgeliyor. Bu nedenle Mısırlılar, hep bir ağızdan “Irhal Irhal Ya Mubarek!” (Terk Et, Terk Et Ya Mübarek!) diye ısrarla bağırıyorlar. Sıradan Mısırlıların Mübarek’e karşı hissettiği kişisel öfke, bir taksi şoförünün Hossam Hamalawy’e sezgisel bir şekilde dile getirdiği şu sözlerde görülebilir (31 Ekim 2010 tarihinde yayımlanmış):

“Bu ülke çok yakında ateşe sürüklenecek. Buna daha fazla katlanamayız… Geldiğimiz noktanın sorumlusu Hüsnü Mübarek’in kendisi… Mübarek sorumlu… 1977’deki gibi bir başka intifada hareketi (bread intifada) olacak. Ve bu sefer ülkeyi baştan aşağı yakacağız. Arabaları, otobüsleri veya dükkânları yakmayacağız. Bunlar, bizim. Hayır hayır. Biz onları, bu hükümeti yakacağız. Polis karakollarını yakacağız.”

Ancak, Mübarek rejimini Saddam’ın Irak’ından farklı kılan bir şey var: Arap Ortadoğu’sunda Amerika’nın bir numaralı müttefiki olarak Mısır’a en yüksek mevkiyi sağlamak üzere sabırsız halkına sınırlı özgürlükler bahşederken, bir yandan da otoriter ve gitgide zalimleşen bir gücü elinde tutan Mübarek, bu ikisi arasında yıllar içinde dikkatlice oluşturduğu dengeyi korumayı başarıyor. Ne zaman Beyaz Saray “bölgeye demokrasi getireceğiz” patırtısı yapsa, Mübarek, bu tür boş çağrılara uymak için yularını azıcık gevşetmiştir. Bunun önemli bir etkisi; STK’lar ve yasal yardım örgütleri aracılığıyla ve (şu anda tanık olduğumuz kapsamda değilse de) patlayan protestolarla Mısırlılara, sivil ve siyasal haklar alanında aktivizm için -sınırlı da olsa- bir alan yaratmış olmasıdır.

Son beş yılda bu yeni aktivizmin en göze çarpan ve nispeten yeni yüzü blogçuluk (blogosphere) olmuştur. İçinde bulunduğumuz Mısır isyanı sıklıkla “Facebook devrimi” olarak adlandırılmakta. Sosyal paylaşım ağı sitelerinin oturma eylemlerini ve gösterileri harekete geçirmede ne kadar hayati bir rol oynadığı üzerine sayısız yazı ve yorum var. Yine de, bu yorumların ardındaki teknoloji merkezli bakışın ötesine geçmek gerekir. Sonuçta teknoloj dünya çapında kulanılıyor, ancak şu anda Mısır’da olduğu gibi bir amaca hizmet etmek üzere nadiren seferber edilmiştir. Mısır’daki “Facebook kuşağı” tam olarak kim? Mısır’ın politik kültürünü somut olarak dönüştürmek üzere ne yapmış?

Mısır’daki blogçuluk ilk kez 2004’te Kifaya! (Yeter!) hareketinin doğuşu ve hareketle ilintili büyük çaplı gösterilerle gündeme geldi. Bu gösteriler Mübarek tarafından şiddet kullanılarak dağıtıldı ve liderleri hapse gönderildi. Önde gelen genç blogçuların çoğu, internet yorumcusu ve aktivisti olarak kendi tarihlerinin başlangıcını bu gösterilere dayandırıyor. Daha önce bir avuç olan blog sayısı, 2005’le birlikte yüzlerle ifade edilir hâle geldi ve şimdi de binleri bulduğu tahmin ediliyor. Mevcut durumda üç milyonun üzerinde Facebook üyesi var; seksen milyon nüfusa oranla hâlâ nispeten küçük bir oran. Nüfusunun büyük çoğunluğu okuryazar olmayan bir ülkede sayıları az da olsa bu blogçular, her yerde rastlanan ve çoğu Mısırlının başına gelen ama haber medyasında nadiren ifşa edilen veya kamuoyuyla paylaşılan polis şiddetini dile getirdi ve gözler önüne serdi. Asla işlemedikleri suçlardan ötürü şiddete ve işkenceye maruz kalan masum Mısırlıların cep telefonu kameralarıyla çekilmiş Youtube’daki titrek görüntüleri, bu blogların ve Facebook sayfalarının olağan bir parçası hâline geldi. Kahire’de yaşadığım sıralarda, 2008’le birlikte bloglar, sansür yasalarının verili kabul edildiği Mısır’da gazeteciliğin ikamesi hâline geldiler.

Bu aktivist bloglar Mısır’daki siyasi yelpazenin her kesimine değiyor: İslamcılar, ulusalcılar, laikler, liberaller ve solcular. Siyasi talepleri, mevcut gösterilerin işaret ettiği dört maddeli bir gündem etrafında birleşiyor: (1) Mübarek’in hükümranlığına son; (2) Mübarek’in oğlu Gamal Mübarek’in başkan olarak “verasetinin” reddi; (3) siyasi özgürlükler alanının genişlemesi ve serbest seçimleri getirecek demokratik kurumların oluşturulması; (4) devlet kaynaklı şiddete ve faillerinin zulmüne hemen son verilmesi. Bunlar -dinsel veya politik aidiyetleri ne olursa olsun- Mısırlıların çok büyük çoğunluğunun etrafında birleşebileceği taleplerdi. Müslüman veya Hıristiyan kökenli şiddetin alarm düzeyinde arttığı bir ülkede aktivist bloglar, yeni bir politik aidiyet etiğine olanak veren nadir bir alan sağladı. Peki, neden? Charles Hirschkind’in dediği gibi bu, kısmen, yukarıda özetlendiği hâliyle geleneksel politik ayrımları kesen bir siyasi platform oluşumuna bağlı, kısmen de blogçuluğun bireyselleşmiş ortamına özel hitap biçimi ve iletişim kurallarıyla ilintilidir.[[dipnot5]] Kişisel profil sayfasıyla blog ve Facebook formatı, bireysel blogçuların İslamcı-laik ayrımını aşan bir karakter takınabilmelerini, genç erkek ve kadınların sıcak siyasi meseleler üzerinde kritik yazılar yazabilmelerini mümkün kıldı. Herhangi bir konu bloglar dünyasında bir kez momentum kazandığında (cinsel taciz ya da HIV-AIDS gibi), normalde bu konuyla ilgilenme eğilimi göstermeyecek kişiler de hep bir elden oluşturdukları bu tartışma zeminini canlı tutmak için konuya açıkça dahil oluyordu. 

Başlangıçta aktivist blog yazarlarının çoğu laiklerden oluşuyordu, fakat kısa bir süre içinde onlara İslam yanlıları da katıldı. Laikler kadar İslamcı blogçular da, kendilerini temsil etme iddiasında olan siyasi partilerin yaşlı liderlerinden yana hayal kırıklığı içindeydi. Onlar da eski kuşakları karakterize eden eylemsizlikten, endişeden ve kapalı alan korkusundan bıkmışlardı. Bu yüzden de geleneksel olarak ait oldukları yaşlılar kanadıyla bağlantılarını koparıp, 1990’lı yılların siyasi literatürü içinde düşmanları olarak kabul edilen Mısırlılarla el sıkıştılar. Örneğin, Islamonline (başlangıçta geleneksel bir İslami siteydi) web sitesinde yazan genç blogçular bu kuşağın bir parçasıydı. Bu blogçuların katkıları kritik bir düzeye eriştiğinde, Islamonline’ın Körfez ülkelerindeki para kaynakları siteyi kapatmaya karar verdi; bu da İslamcı blogçuların çoğunu, değişimin tek yolunun değişimi ulusal olarak üretmek olduğuna ikna etti.

İslamcılar ve laikler arasındaki eski bölünmeyi dönüşüme uğratan bu yeni politik bilinç, yeşertilmeye çalışılan ortak hareketin en önemli meseleleri etrafında bütünleşen protestocular arasında oldukça yaygın. Bunun en açık örneği, Mübarek rejiminin haydutlarını Kahire ve İskenderiye’de halkın üzerine saldığı 3 Şubat 2011’de görüldü. Mısır’da insan hakları hareketinin önde gelen isimlerinden biri olan Hossam Bahgat’ın “Demokrasi Şimdi!” adlı şovu üzerine kendisiyle yapılan bir söyleşide bildirdiği gibi; Müslüman Kardeşler’in üyeleri, saldırıların hız kazandığı hafta sonu boyunca protestocuları bu katillerden korumak için oluşturulan hattın en ön saflarındaydı ve göstericileri savunuyorlardı. Kendisine, Kardeşler’le yapılacak bir ittifaka karşı çıkıp çıkmayacağı sorulduğunda Bahgat, (kadın hakları ve azınlık hakları da dahil) birçok konudaki duruş farklılıklarına rağmen, Müslüman Kardeşler’in siyasi sürece tam olarak katılmalarına karşı çıkmayı bir sivil haklar aktivisti olarak vicdanının kabul etmeyeceğini söyledi. Onlar da, tıpkı kendisi ve yoldaşları gibi, Mısır’ı dönüştüren devrimin ayrılmaz bir parçasıydı. Aynı hedefe kilitlenmişlerdi.

Protestocuların arasında merkezî bir liderliğin yokluğuna dair ve bu eksiğin yeni bir hükümet oluşturma işini -imkânsız olmasa bile- oldukça güçleştirdiği konusunda pek çok şey söylendi. ABD dış işlerinden bazı yorumcular ve medya bu meseleyi, düzen ve istikrarı temin etmek için Mübarek rejiminin bazı figürlerini muhafaza etmeyi önermeye kadar vardırdı. Ancak bu akıl yürütme silsilesi iki önemli nedenden ötürü yanlıştır: Birincisi; zaten tam da bu eksiklik, yani halkı isyana çağıran ya da başkaldırıyı düzenleyen bir merkezî siyasi otorite olmaması sayesinde hareket bu kadar etkin olabilmiştir. Esasında, eğer bu ayaklanma büyük ölçüde yozlaşmış olan mevcut siyasi partilerin koalisyonunun bir ürünü olsaydı, ölüm döşeğinde olan eski düzenin semptomları tarafından istila edilmiş olurdu. İkincisi ise; bu ayaklanmaya katılan genç erkek ve kadınların çoğunun, ne yaptıkları ya da ne hakkında konuştuklarından haberi olmayan naif ve idealist bireyler olmamalarıdır.

Bu devrimin bazı mimarlarının ne kadar sofistike ve dirayetli olduklarından emin olmak için, her ikisi de insan hakları alanında öne çıkmış kişiler olan Hossam Bahgat ve Soha Abdelaty’nin The Washington Post’ta erken bir aşamada konuk yazar olarak yayımladıkları makaleye bakılabilir. Mısır ayaklanmasının ilk aşamalarında, özgür ve adil bir seçimi teminat altına almak üzere, Mübarek istifa etmeden önce gerçekleştirilmesi gereken anayasal düzenlemeleri tarif etmişlerdi. Bu düzenlemeler arasında 30 yıllık olağanüstü hâlin kaldırılması ve Mübarek tarafından seçimleri düzmece hâline getirmek için çıkarılmış bir dizi anayasal kararnamenin yürürlükten kaldırılması da vardı.[[dipnot6]] Bahgat ve Abdelaty, üzerine gölge düşmüş Mısır yargısı ve politik sistemi üzerinden işleri öğrenmiş genç insan hakları aktivistlerinin birer temsilcisidir. Hükümetin siyasal süreçler üzerindeki boğucu baskısı dikkate alındığında, ülke meselelerini geliştirmeyi dert eden Mısır’ın en parlak beyinleri son yirmi yılda ekonomik ve sosyal adalet hedeflerine ulaşmak için sivil toplum kuruluşlarına ve yasal yardım örgütlerine yöneldiler. Süreç içerisinde bu genç erkek ve kadınlar, Mısır’ın yasal ve siyasi labirentlerinin giriş ve çıkış noktalarını öğrendiler. Ülkenin reel-politik işlerinin dışında değildiler, onun esas parçalarından biri oldular. Onların, kenarda durup gösterilerin doğmasına yol açan ve şimdi de meydanı işlerini yapmak üzere siyasetçilere bırakması beklenen kişiler olarak değil, ülkenin geleceğine gerçek anlamda yön verecek kişiler olarak anlaşılması gerekiyor.  

Mübarek’in istifasıyla, Mısır devriminin bu mimarlarını göz korkutucu bir dizi iş bekliyor. Bu işler arasında Mısırlıların büyük bir çoğunluğu için sivil ve politik hakları güvence altına almak kadar, günde sadece 2 dolarla var olmaya çalışan milyonlar için (Mısırlıların yüzde 40’tan fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyor) ekonomik adaleti sağlamak da var. Mısır’ın yeni düzeninin liberal bir demokrasinin karakteristikleri olan sivil ve siyasi haklar üzerinde temellendirileceğine dair hiç şüphe yokken, Mısır gibi ülkelerde aynı derecede önem taşıyan bir diğer mesele ise; yoksulların, alt ve orta sınıfların aleyhine çalışarak sadece ülkenin zenginlerine hizmet eden ekonomik sistemin varlığıdır. Kamu kurum ve hizmetlerinin çok büyük bir kısmının -ilk kez kuruldukları Cemal Abdül Nasır zamanından bu yana- birer yıkıntıya dönüşmesine izin verilmiş durumda. Yetersiz bakım ve eksik personel yüzünden devlet hastanelerinde sayısız Mısırlı ölüyor. Devlet üniversiteleri bir zamanlar iftihar edilen eğitimi vermeye artık muktedir değil. Konut sıkıntısı, işsizlik ve temel sosyal hizmetlerin eksikliği, reel ücretler düşerken enflasyon oranının hızla artması, çoğu Mısırlı için gündelik hayatı katlanılmaz hâle getiriyor. Son on yılda sanayi ve hizmet sektörlerinden işçileri grevlere ve oturma eylemlerine iten şey bu yaşam koşulları. Bu işçiler Mısır’da son iki haftadır gerçekleşen gösterilerin ayrılmaz bir parçası. Bazı sendikalar, gösterilere resmi olarak Mübarek’in istifasından hemen önceki günlerde katıldılar. Bunun, gösterilerin evriminde bir dönüm noktası olduğunu düşünmek mümkün.

Yeni bir liberal demokratik rejimin sivil ve siyasal hakları teminat altına alması muhtemelken (ki bu kendi başına bile takip eden aylar için önemli bir başarı olabilir), ekonomik adaletsizliği ve eşitsizliği gidermek için gereken reformların bu çerçevede hayata geçirilip geçirilemeyeceği belirsizdir. 1970’ten bu yana Mısır ekonomisi, ABD’nin bastırmasıyla Dünya Bankası, IMF ve USAID tarafından uygulanan neoliberal reformlara maruz kaldı. Mısırlı elitler, bu Amerikan güdümlü reformların hem faydacısı hem de ortağıydı. Mısır toplumunun bu kesimi acaba şu ana kadar siyasi yozlaşma ve otokrasiye karşı mücadelede eşit ortaklar olarak yer alan yoksulların, işsizlerin ve işçilerin taleplerine uyum sağlayabilecek mi? Tahrir Meydanı’ndaki protestocular müteakip aylarda siyasal ve sivil haklarını kazansalar bile, ekonomik adalet için mücadele etmeye devam edecekler mi? 

ABD hükümetinin bütün bunlarda oynayacağı rol çok büyük önem taşıyacak. Her ne kadar Obama hükümeti Mısır halkının gerçek bir demokrasi taleplerine gönülsüzce bile olsa baş eğmiş olsa da, bu hükümetin ABD’nin ekonomik çıkarlarının Mısır’da, daha genel olarak bölgede, yeniden yapılandırılmasına tahammül edeceği oldukça şüphelidir. Yerel politikalarında bile Obama, neoliberal sermayenin açgözlü eğilimlerini zapt etmek için herhangi bir şey yapacağına dair en ufak bir sinyal vermiş değil. Hâl böyleyken, yeniden seçilmesinde en ufak bir katkı sağlamayacak bu yabancıların çilelerine sıra geldiğinde, farklı davranacağına inanmak için hiçbir neden yok. Sonuç olarak, sıradan Mısırlıların gündelik hayatlarında kayda değer bir reform, ancak Mısırlı elitlere ve büyük Avrupa-Amerikalı neoliberal düzene karşı kendi ısrarlarıyla olabilecek. Bütün bunlar muazzam derecede güç olsa da son iki haftada gördüklerimize dayanarak Mısırlıların aslında imkânsızı başardıklarını söylemek gerek. En azından, artık Mısır’ın yönetici sınıfları tarafından göz ardı edilemeyecek yeni bir politik hesabı harekete geçirdiler. Şimdi bütün gözler, zamanımızın bu anıtsal mücadelesine perçinlenmiş durumda.