Bu yazı, şimdiye kadar iki bölümü yayımlanan “Dünya Konjonktürü Değişirken Türkiye Ekonomisi” başlıklı yazı dizisinin üçüncü bölümü.[1] İkinci bölümden bu yana epey zaman geçtiği için başlıkta bunu belirtmedim.
Eylül Başında Türkiye Ekonomisi Nasıl Görünüyordu?
Amerikan Merkez Bankası FED’in 17-18 Eylül 2013 tarihli toplantısından önce Türkiye’ye bakınca görünen tablo şöyleydi: 22 Mayıs’ta FED Başkanı Bernanke, parasal genişleme programına kademeli olarak son verileceğini açıklamıştı. FED’in, Amerikan bankalarından devlet tahvili ve zehirli varlıklar alıp karşılığında taze basılmış para vermesinden oluşan programın sona erdirileceği açıklaması, dünya için yeni bir konjonktür demekti. Yükselmekte olan piyasalar (YAP), 2008 küresel krizinden bu yana FED tarafından dolaylı olarak YAP’lara pompalanan “sıcak para”yla bir bahar dönemi yaşamıştı. Başbakan Erdoğan’ın, “Batı ülkeleri derin bir krizdeyken biz hâlâ büyüyoruz” övünmesi aslında Türkiye’ye özgü bir durum değildi. Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Endonezya gibi ülkeler de –Batı’daki krize rağmen– krize girmemiş, değişen derecelerde büyümeyi sürdürebilmişti.
İşte bu nedenle, Bernanke’nin 22 Mayıs’taki açıklamasına YAP’lardaki yatırımcıların tepkisi çok sert oldu. Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarında bu ülkelerin –Türkiye dahil– hepsinde ulusal para birimleri büyük değer kaybetti, borsalar büyük düşüşler yaşadı. Bunun nedeni, sermaye akımlarının tersine döneceği beklentisiydi. Küresel likidite, yani hisse senedi/tahvil yatırımına yönelen veya kısa-orta vadeli kredi olarak verilen sıcak para hacmi daralacak ve dolayısıyla fiyatı da (faiz oranları) artacaktı. Bu, YAP’ların eskisi kadar dış kaynak sağlayamayacağı anlamına geliyordu. Bu durumda, YAP’larda şiddetli çalkantılar görülecekti. Uluslararası finans sermayesi (hedge fonlar, emeklilik fonları vs.) kendini güvenceye almak için YAP’lardan çıkacak ve “güvenli liman” ABD devlet tahvillerine yönelecekti. “Az kazanalım, ama sağlam kazanalım” diyecekti. YAP’lar, bir de bu para çıkışı nedeniyle sarsıntısı yaşayacaktı ki asıl krizlere davetiye çıkaracak olan bu fenomendi.
Bu senaryo kısmen gerçekleşti. Gerçekten de Türkiye dahil YAP’ların hemen hepsinde kısmi sıcak para çıkışları meydana geldi. Yeni sıcak para girişi ise gerçekleşmedi.
Kritik tarih, FED’in 17-18 Eyül’deki toplantısıydı. Piyasaların ve yorumcuların genel beklentisi, Eylül’de FED’in parasal genişlemeyi azaltma operasyonu başlatması yönündeydi.
Bu dönemde ben de, çoğu yorumcu gibi, AKP Hükümeti’ni zor günlerin beklediğini, hatta kriz öngörüsünde bulunmanın gerçekçi olduğunu savunmuştum. AKP Hükümeti neo-liberal politikalar izlemiş, işçi ve kamu emekçilerinin haklarını büyük ölçüde gasp etmiş, “taşeronluk” denilen modern köle-işçiliği olağanüstü ölçüde yaygınlaştırmıştı. Ama çabuk atlatılan 2009’daki büyük daralma dışında, 2002’den 2012’ye kadar (2012 hariç) kesintisiz yüksek büyüme hızları yakalamış, böylece işsizlik ve yoksulluğun toplumun daha geniş bir kesimine yayılmasını engellemişti. Üstelik tüketici kredileri-kredi kartları aracılığıyla alt-orta ve orta sınıfların tüketim kapasitesini genişletmişti. Gelgelelim bu konjonktür artık sona ediyordu. Artık 2012’nin ikinci yarısı ve 2013’ün ilk altı ayında olduğu gibi, faizleri düşürüp tüketici kredileri musluklarını sonuna kadar açarak –geçici bir süreliğine de olsa– ekonominin daralmasını önleyecek manevralara başvurmak imkânsızlaşacaktı. Yani, seçim döneminde oy avcılığı yapmak zora girecekti.
Kriz tahminine gelince, bunun başlıca iki nedeni vardı. Türkiye ekonomisi, YAP’lar arasında halen sıcak para çıkışına karşı en dayanıksız ekonomi olmayı sürdürüyor. Bunun, artık herkesin bildiği nedenleri var: yüksek cari açık; tasarrufların yetersizliği ve hükümetin teşvikiyle özel sektörün döviz cinsinden aşırı ölçüde büyüyen dış borcu; özel sektörün elindeki döviz varlığı ile borçları arasındaki farkın tehlikeli boyutlara varması ve özel sektörün borçları ile özsermayesi arasındaki oranın (kaldıraç) dünyanın en yüksek oranına ulaşması. Türkiye’nin sermaye hareketleri karşısındaki kırılganlığı ve Türk reel sektör şirketlerinin borç/özkaynak durumuyla ilgili iki önemli grafiği yazının sonunda “grafikler” bulabilirsiniz.
AKP İktidarının Kumarı: Şimdilik Kazanmış Görünüyor
Kriz beklentisine yönelik ikinci neden ise, konumuzu daha yakından ilgilendiriyor. Küresel finans akımlarındaki bu tersine dönüş işaretine karşın, AKP Hükümeti gerçekçi önlemler almamakta direniyordu. Neo-liberal ekonomik düzende sonunda kaybeden hep emekçiler, halk sınıfları olur. Fakat ekonominin daralması/işsizliğin artması, reel gelir düzeylerinin gerilemesi başka şeydir, bir kriz yaşamak başka şey. 2001 krizi, neo-liberal düzende krizin ne demek olduğunu hepimize gösterdi.
İfade/örgütlenme özgürlüğünün olduğu ve iktidarların toplumsal talepleri dikkate alınmak zorunda kaldığı ülkelerde, iktidarlar “geliyorum” diyen bir krize karşı önlem almaya zorlanır. Hükümetler, mecburen neo-liberal düzen içinde de olsa, oy kaybetme riskini göze almak ve ülkeyi krize sokmamak için belirli önlemlere başvurmak zorunda kalırlar.
Bu önlemlerin en önemlisi, sıcak para çıkışını azaltmak ve yeni sıcak para gelişini bir düzeyde de olsa güvenceye almak için faizleri yükseltmektir (faiz lobisi!). Merkez Bankası (MB), kısa vadeli bankaları fonlama faizlerini yükseltir. Bunu, bankaların, küçük tasarrufçuya enflasyonun üzerinde birkaç puan reel getiri sağlayacak şekilde mevduat faizlerini yükseltmesi izler. Sonra sıra, şirket ve tüketici kredisi faizlerine gelir. Zincirleme etkiyle bu faiz oranları da önemli oranda yükseltilir. Böylece ithalat bağımlısı bir kalıba dayanan yurtiçi tüketim azalır, dolayısıyla cari açık kısmen azaltılmış olunur. Bu yolla, FED’in eninde sonunda uygulayacağı parasal genişlemeye yavaşlatma operasyonun yol açacağı türbülansa, dörtnala büyüyen bir cari açıkla girilmemesi sağlanır. Son olarak, MB’nin kısa vadeli faizleri yükseltmesiyle tahvil/bono faizleri de, yeni koşullarda sıcak para için cazip olacak seviyeye çıkarılır.
22 Mayıs’tan bu yana bazı gelişmekte olan ülkeler, örneğin Brezilya, faiz yükseltme önlemine defalarca başvurdu. Bu arada, ileri-geri sıcak para hareketlerinin bu ülke haklarını perişan etmemesi için daha radikal önlemler de konuşuldu. Sıcak para akımlarına vergi konmasından sermaye hareketlerine daha sıkı denetimler getirilmesine kadar radikal önlemler tartışıldı. Bunların ne derece uygulandığını bilmiyorum. Fakat en azından bazı hükümetler nezdinde gündeme geldiler.
Ama “burası Türkiye”; hiç toplumun geleceğini düşünen rasyonel önlemler almak olur mu? AKP’nin ve (her ne kadar ilişkileri çatışmalı/gerilimli olsa da) Cemaat’in temsil ettiği oligarşik yapının bekası, seçimlerde AKP’nin çok yüksek oranda oy almasına bağlı. Zira artık yeni yetme “Anadolu burjuvazisi”nin geleneksel büyük sermayeyle ittifak kurarak oluşturduğu bu oligarşinin politikaları, farklı kesimlerini fazlasıyla mağdur etmeye başladı. Artık eskisi kadar büyümeyen bir ekonomide gelir düzeylerinin düşmesi, işsizliğin, özellikle genç işsizliğinin artması (şimdilerde % 18’e ulaştı), hanehalklarının kredi kartı/tüketici kredisi borçlarını çevirmekte zorlanması, kentsel/rantsal dönüşümün yüksek rant getirmeyen yerlerdeki ev sahiplerini mağdur etmesi, fırsatçılığı açıkça sırıtan niteliksiz eğitim politikaları, sağlıktaki pozitif uygulamaların özel hastanelerin kâr hırsı nedeniyle sürdürülemez hale gelmesi, büyük şehirlerde ulaşımın giderek pahalılaşması, her alanda, özellikle enerjide ağırlaşan vergiler, taşeronluk, esneklik gibi sömürüde sınır tanımayan istihdam yöntemlerinin yaygınlaşması toplumu zorlayama başladı.
İşte bu nedenle AKP Hükümeti kumar oynadı. Gerçekten de tam manasıyla bir kumardı söz konusu olan. Bir arkadaşımın tabiriyle, Cağaloğlu Ziraat Bankası şube müdürüne çevrilen MB Başkanı Başçı, alay konusu olan açıklamalar yapmaya zorlandı: “TL’yi aslanlar gibi savunacağız”, “dolar yükselir yükselir, sonra yorulur düşer”, “yıl sonunda dolar kuru 1,92 olursa şaşırmayın” gibi şeyler söyledi. Uluslararası finans kuruluşları ve yorumcuların şaşkın bakışları altında ciddiye alınabilecek bir faiz artışına dahi gitmedi.
Yukarıda değinildiği gibi, yeni konjonktürde en büyük risk cari açık olmasına rağmen, gerek şirketler gerekse tüketicilere kullandırılan kredi muslukları sonuna kadar açıldı. Güya % 15 oranıyla sınırlandırılacağı söylenen bir yıllık kredi hacmi büyümesi, Ekim itibariyle ticari kredilerde % 25, tüketici kredilerinde ise % 27-28 oranında artış gösterdi. Bunun nedeni, MB’nin kısa vadeli faizleri yükseltmemesi, dolayısıyla kredi faizlerinin tüketimi pompalayacak şekilde düşük tutulmasıydı.
AKP Hükümeti ve ekonomi yönetiminin hesabı şuydu: Ya FED, beklendiği gibi Eylül’de parasal genişlemeyi azaltmaya başlamazsa? O zaman YAP’larki çalkantı durulur, uluslararası sıcak paranın çıkışı sona erer ve hatta bir ölçüde geri dönmeye başlardı. Böylece, geçici de olsa büyümeyi finanse edecek sıcak para ve yurtdışı krediler –eski düzeyde olmasa da– tekrar akabilirdi.
O halde, tam üç seçim (Mart 2013 Yerel Seçimleri, Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve normalde Haziran 2015’te yapılacak genel seçimler) arifesinde faizleri arttırıp ekonomiyi daraltmanın ne alemi vardı? Önemli olan, yeni oligarşinin toplum üzerinde tahakkümünü sürdürmesine elverecek şekilde yüksek oy almak, merkezden yerel birimlere kadar hemen her şeyi kontrol etmek, bütün rant mekanizmalarını kendi çıkarına kullanmak değil miydi? Seçimlerden sonrası “Allah kerim”di, gerçekten kriz olacaksa bile, arada üç kritik seçim kazanılmış olacaktı. AKP iktidarı açıkça, “benden sonra tufan!” diyordu.
Evet, AKP iktidarı kumar oynadı ve kazandı. ABD’de Obama Yönetimi’nin sağlık reformuna karşı kararlılıkla direnen Cumhuriyetçiler, bütçe açığı sınırı ve borçlanma tavanı konusunda yönetimi yıpratmaya yöneldi. Obama Yönetimi’nin bütçe harcamalarını kısmak zorunda kalması, FED’in operasyonu başlatmak için temel aldığı büyüme göstergelerinde beklenen iyileşmeyi öteledi. YAP’ların haddinden fazla türbülansa girmesi gibi başka nedenlerinden de etkisiyle FED operasyonunu erteledi. Şimdi FED’ni parasal genişlemeyi azaltma operasyonuna en erken Mart 2014’te (tam yerel seçimler dönemi) başlayacağı tahmin ediliyor. Fakat Eylül veya Aralık 2014’e erteleneceğini düşünen yorumcular da var.
Böylece AKP Hükümeti kendisi için çok değerli bir zaman kazandı. 6 ay-16 ay deyip geçmemek lazım. Toplum mühendisliği açısından az bir zaman sayılmaz.
Ya Sonra?
Peki bu zaman, “seçimlerde sonra görüşürüz” mantığıyla şimdiye değin olduğu gibi kullanılırsa ne olur? Felaket telalığı yapmak istemiyorum, bunu bilimsel de bulmuyorum. Fakat gayet açık şekilde krize doğru gideceğimiz sır değil. Zira AKP’nin temsiliyetini üstlendiği oligarşinin bekası sağlansın da gerisi ne olursa olsun mantığı, cari açığı, dış borç seviyesini, kısa vadeli dış borç oranını mevcut seviyelerin üzerine çıkaracaktır. “Net uluslararası döviz pozisyonu” denilen, Türkiye özel sektörünün döviz varlığı/döviz borcu oranı ve “kaldıraç” denilen özel sektörün borç/özsermaye oranını daha da bozacaktır.
Fakat ekonomik olguları daha yakından incelemek adına, Türkiye’yi bekleyen risklerden önce, AKP iktidarının açık açık kumar oynağı ve şimdilik kazanır göründüğü Mayıs-Kasım 2013 döneminde ekonominin gidişatına bakmak önem taşıyor. Bu dönemde, özellikle Haziran-Ağustos 2013 döneminde yaşanlar, sınırlı sıcak para çıkışı koşullarında dahi döviz dengelerinin ne hale geldiğini gösteren bir “laboratuvar” niteliğinde. Ayrıca toplu verilere sahip olduğumuz son dönem olan Nisan-Mayıs-Haziran (ikinci çeyrek) ve sonrasında büyümenin niteliğine bakılması gerekiyor. Böylece riskleri de daha iyi değerlendirebiliriz.
Bu konuyu bir sonraki yazımda ele alacağım.
Grafikler: Türkiye açık ara en riskli ülke konumunda
Grafik – 1. Yükselen piyasalarda sermaye akışlarındaki ani duruşlar karşısında ülkelerin kırılganlığı (2012 veya en son verilere göre)
Kaynak: 21 Eylül 2013 tarihli The Economist dergisi.
Veri kaynağı: Economist Intelligence Unit; IMF; SWF Institute; World Bank; Haver Analytics; Chinn and Ito (2008); The Economist.
AÇIKLAMA: Grafik oluşturulurken temel alınan kriterler, bir ülkenin cari açığı, kredi hacmindeki büyüme, kısa vadeli brüt dış borç ve kısa vadeli dış borç ödemelerinin döviz rezervlerine oranı, ilgili ülkenin uluslararası para akımlarına ne derece açık olduğu.
The Economist dergisine göre, Türkiye 20 üzerinden yaklaşık 18 kırılganlık derecesiyle, 26 YAP ülkesi arasında sıcak para hareketlerindeki ani tersine dönüşlerden en olumsuz etkilenecek ülke. Türkiye’yi, yaklaşık 14 kırılganlık derecesiyle Romanya, Polonya ve Meksika izliyor. Ardından yaklaşık 12,3-12,1 kırılganlık dereceleriyle Arjantin, Endonezya, Şili ve Macaristan geliyor. Brezilya 12’nin biraz altında bir kırılganlık derecesine sahip. Güney Afrika 8,3’lük, Rusya 8’in hemen altında, Filipinler 6,2, Malezya ve Çin ise yaklaşık 4,5 kırılganlık derecesinde bulunuyor.
Grafik – 2. 2007-2012 arasında gelişmekte olan ülkeler reel sektör şirketlerinin borç/özkaynak (kaldıraç) oranlarındaki gelişme
Kaynak: IMF.
AÇIKLAMA: Grafik 2., 2007’den geçen yıla (2012) kadar gelişme olan ülke reel sektör şirketlerinin özkaynaklarına göre borçlarının nasıl bir gelişme izlediğini sergiliyor. Finans sektörü dışındaki Türkiye şirketlerin 2007’de borçları, özkaynaklarının % 65,1 imiş. 2012’ye kadar geçen sürede reel sektör şirketleri diğer ülkelerle aradaki farkı hızla kapatmış. Öyle ki borç/özkaynak oranı % 105,5 ile Türkiye’yi birinci sıraya oturtuyor. Fakat artış oranı daha dikkat çekici: Türkiye % 40,4 ile reel sektör şirketlerinin özkaynaklarına göre borçlarını en hızlı arttırdığı ülke olarak açık ara önde.
[1] Bkz. “Dünya Yeni Bir Döneme Girerken: Türkiye Ekonomisi ve Olası Politik Sonuçlar – I”, http://bgst.org/ulke-gundem/dunya-yeni-bir-doneme-girerken-turkiye-ekonomisi-ve-olasi-politik-sonuclar-i ve Dünya Yeni Bir Döneme Girerken: Türkiye Ekonomisi İçin Zor Zamanlar – II, http://www.bgst.org/ulke-temel-metinler/dunya-yeni-bir-doneme-girerken-turkiye-ekonomisi-icin-zor-zamanlar-ii.