Asıl yöneticisi ABD olan Cemaat’in “yolsuzluk ve rüşvet operasyonu”, elbette Tayyip Erdoğan’sız bir AKP Hükümeti’ni, o da olmazsa Cemaat destekli bir CHP Hükümeti’ni (CHP, eski merkez sağ kadrolar, eski derin devlet unsurları koalisyonunu) amaçlıyordu. Ülkede 30 yıldır akan kanı ve düşe kalka da olsa süren barış sürecini dert edenler, Cemaat’in çözüm karşıtı pozisyonunu bildiklerinden, “hükümet istifa!” eylemlerinden uzak durdular; bu “sivil darbe”nin değirmenine su taşımak istemediler.

Buna karşın, kurumsal düzeyde BDP’de somutlaşan bu çizgi, Erdoğan’a sık sık şu çağrıyı yaptı: Yolsuzluk meselesini ört pas etme; asıl önemlisi bu durumdan çıkmak istiyorsan demokratikleşme ve barış yönünde adımlar at. O zaman güçlü toplumsal ittifaklar kurabilirsin.

Böyle olmadı. T. Erdoğan, kendisine yönelik tasfiye operasyonu karşısında, âdeta “darbe öyle yapılmaz böyle yapılır” dercesine bütün devlet gücünü elinde toplayan bir strateji geliştirmeyi tercih etti. Tabii arkasını askeriyeye dayamayı ihmal etmeden. Yargı içindeki “çete”, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla “mili orduya kumpas kurmuş”tu. Böylece Yaşar Büyükanıt dönemindeki Dolmabahçe protokolünde cisimleşen AKP-TSK ittifakı, daha da güçlendirildi. Şimdi bu davalarda yeniden yargılamanın önü açılmaya çalışılıyor.

Bunlar olurken, “yolsuzlukları protesto etmekle” meşgul olan sol muhalefet ve sendikalarımızın aklına, “bir de KCK davası vardı” demek gelmedi. KCK davasının da olağan mahkemelerde yeniden görülmesi, bütün bu “derin devlet/paralel devlet” yapılanmalarının yasal temelini oluşturan Terörle Mücadele Yasası’nın (TMY) tümüyle kaldırılması, hâlâ sahiplenilmeyi bekleyen demokratik talepler olarak önümüzde duruyor.

Güç Yoğunlaştırma Hamleleri: Olağanüstü Hukuk Düzeni Erdoğan’a da Lazım  

Tayyip Erdoğan, demokratikleşme ve barışa dönük adımlar şöyle dursun, bütün gücü elinde toplamaya çalışıyor. Burada birkaç önemli adım var. Birincisi, HSYK yasa tasarısı. Hükümet’in komisyondan geçirdiği yasa tasarısı, Adalet Bakanı vasıtasıyla HSYK’yı doğrudan hükümete bağlamayı amaçlıyor. T. Erdoğan muhalefete, “gelin anayasal düzenleme yapalım, tasarıyı dondurabiliriz” dediyse, bunun tek nedeni AB’den yasa tasarısına gelen güçlü tepkiler. Bu tepkileri savuşturabilmek için Cumhurbaşkanı, “tasarının genel kurula getirilmemesini” umuyor.

Diğer önemli adım, AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni kaybetme telaşıyla Mustafa Sarıgül’ün adaylığını bertaraf etme girişimi. Hükümet denetimindeki TMSF, seçimlere 2,5 ay kala, 1998’de el koyduğu bir bankaya Sarıgül’ün borcu olduğunu hatırladı.

Son derece dikkat çekici bir diğer adım ise, sivil darbe girişiminin olağan şüpheli destekçisi olarak görülen Koç Grubu’na ait TÜPRAŞ’a kesilen cezaydı. Rekabet Kurulu, haksız rekabet gerekçesiyle TÜPRAŞ’a yarım milyara (eski parayla katrilyon) yakın para cezası kesti.

***

Tayyip Erdoğan, sivil darbe girişimine karşı otokratik bir yönetim kurma stratejisiyle karşılık veriyor. Demokratik katılım kanallarını açmak yerine, “düşman hukuku” olarak nitelendirilen olağanüstü yargılama ve cezalandırma rejimi, “Cemaat’in değil benim elimde olsun” diyor. Demokratik Kürt Hareketi ve toplumsal muhalefetin diğer bileşenlerinin AKP iktidarını hiçbir şekilde sınırlandırmamasını istiyor. Yerel seçimlerde iktidarını güvenceye aldıktan sonra Kürt sorununda “istediği kadar ve istediği ölçüde” adım atacak.

Yeni Özgür Politika yazarlarından Muzaffer Ayata ise şu soruyu soruyor: ABD’nin güçlü desteğine sahip, iyice palazlanmış bir paralel devlet yapısını, bürokrasideki tasfiyelerle nasıl bitirebilirsin?[1]

Paralel devleti tasfiye etmenin yolu, sadece savcı ve polis şeflerini görevden almaktan değil, güç odaklarına olağanüstü yetkiler veren 90’lardan kalma kurumsal yapıları demokratikleştirmekten geçiyor. Ama “olağanüstü yetkiler” Erdoğan’a da lazım.

Kaosu Derinleştirmeye Aday En Önemli Faktör: Ekonomi     

T. Erdoğan otokratlığa doğru adımlar atadursun, ülkede tam bir yönetim krizi doğuracak, barış sürecini tehdit edecek ve halkı yoksullaştıracak başka bir dinamik güçleniyor: Ekonomideki hızlı bozulma.

Yakına kadar uluslararası finans çevrelerinde, AKP-Cemaat krizinin ekonomide ciddi bir krize yol açmayacağı, bazı göstergeler kötüleşse de yerel seçimlerin ardından durumun düzeleceği görüşü hâkimdi. Nihayetinde büyük güçlerin politikalarını dikkate alan üç önemli derecelendirme kuruluşu (Fitch, Moody’s ve Japan Credit Rating), Ocak başlarında art arta açıklama yapmış, siyasi çatışmanın, Türkiye’nin kredi notunu düşürecek düzeyde riskler içeremediğini duyurmuştu. 2012’de Fitch, 2013’te ise Moody’s tarafından Türkiye’ye (en düşük basamakta) “yatırım yapılabilir ülke” notu verdiğini hatırlatalım.

Ben bu açıklamayı, ABD’nin, AKP Hükümeti’ne karşı operasyon politikasına uygun bulmuştum. ABD, Tayyip Erdoğan’ın gitmesini istiyor, fakat operasyonun ekonomik bir krize yol açıp Türkiye’yi çok yıpratmasını istemiyordu. Böylece, uluslararası fonlara, “Türkiye’den büyük bir çıkış yapmanıza gerek yok” mesajı verilmişti.

Fakat son gelişmeler işin rengini değiştirebilir. Merkez Bankası’nın (MB) günlük olarak yaptığı müdahaleler, döviz kurunun yükselişini durduramıyor. Bunun da basit bir nedeni var: Türkiye cari açığı çok yüksek bir ülke. Gerek bankacılık gerekse reel sektör şirketlerinin çok fazla yurtdışı borcu var. Kimisi yaptığı ithalatın karşılığını ödemek için döviz satın alıyor. Kimisi ise, yükselen kurlar karşısında, “belki bir daha bu fiyattan döviz bulamam” diyerek gelecekteki borç ödemeleri için şimdiden döviz satın alıyor.

Durum çok basit şekilde şöyle anlatılabilir: Türkiye ekonomisi 2013’ün ilk 11 ayında yaklaşık 56 milyar dolar cari açık verdi. Yani yılda kabaca 60 milyar dolar cari açık veriyor. Buna ilaveten, aşağıdaki Tablo 1’de görülebileceği gibi, Türk özel sektörü tehlikeli boyutlarda bir dış borç stoğuna sahip. Daha önemlisi, kısa vadeli dış borç stoğunun çok yüksek oluşu: 107 milyar dolar. Uzun vadeli dış borç stoğu ise 148 milyar dolar. “Kısa vadeli” demek, “bir yıl içinde ödenmesi gereken borç” demek. Sonuçta, Türkiye’nin ve büyük ölçüde özel sektör şirketlerinin cari açığı finanse edebilmek için gelecek yıl 50-60 milyar dolar bulması, artı mevcut borçlarını çevirebilmek için de (roll over) 107 milyar dolar yeniden borçlanabilmesi gerekiyor.

Tablo - 1: 2013 Ağustos İtibarıyla Özel sektörün Kısa/Uzun Vadeli Dış Borçları

(milyon dolar

Toplam kısa vadeli dış borçlar

Özel sektör KV dış borçlar

Finansal kuruluşlar KS dış borçlar

Finansal-olmayan kuruluşlar KV dış borçlar

125.153

107.642

73.324

34.318

Toplam uzun vadeli dış borçlar

Özel sektör UV dış borçlar

Finansal kuruluşlar 

UV dış borçlar

Finansal-olmayan kuruluşlar

UV dış borçlar

247.499

147.638

62.324

85.314

 Kaynak:evds.tcmb.gov.tr (Merkez Bankası elektronik veri dağıtım sistemi)

Döviz kurundaki artışın durdurulamamasının nedeni politik. T. Erdoğan otokratik  yönetim tarzına Merkez Bankası’nı da (MB) dahil edeli çok oldu. Seçimler öncesi ekonomi durgunlaşmasın, millet tüketici kredisi almaya ve tüketmeye devam edebilsin diye, MB Başkanı’nın faizleri yükseltmesi yasaklandı. Şu anda (resmi) enflasyon % 7,5 dolayındayken, MB’nın kısa vadeli bankaları fonlama faizi % 7,75’e yakın. Bu çerçevede oluşan devlet tahvili faizleri ise % 10 civarında.

Amerikan Merkez Bankası (FED), küresel krizden bu yana piyasalara sürdüğü büyük likiditeyi geri çekmeye başlarken, kriz “gelişme olan ülkeler”e (GOÜ) kayma eğiliminde. Zira GOÜ’lerden büyük sermaye çıkışı riski var. Türkiye, “en kırılgan 5 GOÜ”nün içinde yer alıyor. Buna karşın –MB’ye konan faiz yükseltme yasağı nedeniyle– Türkiye’nin tahvil faizleri,  daha fazla “sıcak para” çekip döviz kurundaki artışı frenleyecek bir “cazibeye” sahip değil.

Nitekim 2012’yle karşılaştırıldığında, FED’in pompaladığı likiditeyi geri çekeceğini duyurduğu Mayıs 2013’den Kasım’a kadar oluşan veriler, Türkiye’ye “sıcak para” akışının çok azaldığını ortaya koyuyor. 2012 Mayıs-Kasım döneminde yurtdışı fonların Türkiye’deki hisse senedi ve tahvil yatırımları (artı Türkiye’de tuttukları mevduat ve bankaların yurtdışından sağladığı kısa vadeli krediler) 23,4 milyar dolar iken, 2013’ün aynı döneminde gelen sıcak para 5,5 milyar dolara düşüyor.[2] Özellikle hisse senedi ve tahvil yatırımlarındaki (portföy yatırımları) sert düşüş, Türk bankalarının yurtdışı piyasalara tahvil ihraç ederek ve kredi alarak borçlanmasıyla telafi edilmeye çalışılıyor. Buna, “borçlanma yaratan finansman” deniyor.

Sadede gelirsek, şunları söyleyebiliriz: Tayyip Erdoğan’ın sivil darbe girişimine karşı otokratik arayışlara yönelip bütün gücü elinde toplamaya devam etmesi, Avrupa Birliği (AB) ve Avrupa Konseyi’yle (AK) ilişkilerin bozulmasına yol açabilir. Tek başına HSYK yasa tasarısının geri çekilmemesi bile bu sonucu doğurabilir.

Tayyip Erdoğan’ın ekonomide “seçimden sonra tufan” tavrını sürdürüp MB’nın faiz artırımını engellemeye devam etmesi, işleri kontrolden çıkarabilir. Buna bir de AB’yle ilişkilerin bozulması eklenirse, miktarı azalmakla birlikte Türkiye’ye gelmeyi sürdüren uluslararası sermaye “çıkmayı tercih edebilir”. Türk banka ve reel sektör şirketleri çok yüklü kısa vadeli dış borçlarını çevirmekte zorlanabilir ve ülke gerçek bir krize girebilir. Zaten döviz kurundaki hızlı yükseliş, şirketlerin bilançolarını bozmaya başlamış durumda.

Gelişmelere hem ekonominin kendi özerk dinamikleri hem de başta ABD olmak üzere büyük güçlerin politik kararları yön verecek. Kısa vadede tahmin yapmak çok zor. Fakat şunu söyleyebiliriz: Demokratikleşme yönünde adım atma zorunluluğu ile ekonomik krizin önlenebilmesi herhalde hiç bu kadar iç içe geçmemişti. Tersi de geçerli: Otokratik yönelimin devam etmesi, hem siyasi hem de ekonomik düzeyde bir kaosa yol açar.  

 

[1] Bkz. “Erdoğan Demokratik Bir Cephe Oluşturma Arayışında Değil”, 18.01.2014, http://www.yeniozgurpolitika.org

[2] Veriler, Uğur Gürses’in “Sıcak Paranın Vedası” başlıklı yazısından alındı. Radikal, 15.01.2014.