Yayına Hazırlayan: Erdi Aydın – Maral Çankaya
Yervant Tolayan’ın Anılarında Mardiros Mınakyan ve Osmanlı Dramatik Kumpanyası
Bir gün İstanbul’daki Ermeni gazeteleri iki satırlık bir ilan yayınladı. İlanın altındaki imza başoyuncu Mardiros Mınakyan’a aitti(1). İlan, adeta gazetenin bir köşesinde kaybolmuştu: “Genç, tiyatroya yeni başlayan oyunculara ihtiyacım var; tatminkâr bir maaş ve tiyatro sanatını öğretmeyi taahhüt ediyorum. M. Mınak – Osmanlı Dramatik Kumpanyası Başoyuncusu.”
Bu birkaç satır bir grup genci coşturmak için yeter de artardı bile. O gençlerin hepsi de tiyatro aşığıydılar ve Mınakyan’ın davetine icabet ettiler. Böyle bir fırsat insanın karşısına her zaman çıkmazdı! Kaçırılmaması gerekirdi. Hem oyuncu olacak, hem de maaş alacaktık. İnsanın bahtı açılmaya görsün, bütün iyilikler beraberinde gelir!
Hepimiz birer Bedros Atamyan (1849 – 1891) olmaya karar vermiştik. O zamanlar Atamyan olmayı istemek tiyatro sever gençler arasında bir modaydı. Eğer bir Atamyan olamayacaksak, oyuncu olmanın ne değeri vardı! Büyük sanatçının anısı, ölümünün hatırası hala akıllarda tazeydi ve her genç onunla coşuyordu. Onun başarıları, ölümünden sonraki cenaze merasimi, ölümünün halk arasında yarattığı sızı birçok gencin uykusunu kaçırıyordu. Diğer taraftan onun fakirliği, çektiği acılar ve yaşadığı dram, bir kahramanın kafasında taşıdığı İsa’nın dikenli tacı gibiydi.
Aramızda çok coşkulu bir arkadaşımız vardı: Yenovk Şahen. Çok büyük bir tiyatro tiryakisiydi. Nereden bulduysa bulmuş, Atamyan’nın sahne kostümlerini ele geçiştirmişti: Mayo, ayakkabı, Othello’nun paltosu, Hamlet’in kılıcı…(2) Sanat uğruna evde geçirdiğimiz her akşama kendini davet ettirirdi veya davet edilmeksizin gelirdi. Bu buluşmalarda yanmış bir tıpanın kömürüyle ağzını burnunu karalara boyar ve herhangi bir eşyayı Desdemona gibi karşısına koyup, tek başına Othello rolünü oynamaya başlardı. Coppée’nin Demircilerin Grevi’nden ve Hamlet’ten tiratlar okurdu. Nihayetinde Atamyan’nın repertuarını ezberlemişti. Rahmetlinin yerini tutmak ve onun bıraktığı açığı kapatmak istiyordu. Atamyan’ın mayosunu, onun ayakkabılarını giydiğinde, Othello’da Atamyan’ın giyindiği paltoyu sırtına attığında ya da Hamlet’te kullandığı kılıcı beline taktığında Atamyan’ın yeteneğinden bir şeylerin kendisine geçeceğine sıkı sıkıya inanıyordu. Herkes onunla dalga geçerdi ama o bunlara aldırmazdı. Bir oyuncuya yakışan küçümsemeyle “Profanlar(3) ne anlar ki?” derdi.
Maalesef bahtsız arkadaşımız kendi emeline ulaşamadı. Kendisini en son 1915’te Ayaş’taki tren istasyonunda gördüm. Sürgüne yollanmış diğer Taşnaksutyun aydınlarıyla birlikteydi. Onlarla beraber Anadolu’nun derinlerine sürüldü ve bir daha da geri dönmedi. Tiyatroyu çok seven bu fedakâr gen, düzenli çalıştığı işini bırakıp kendini tiyatroya adamıştı ve Ermeni oyuncular arasında acıdan başka hiçbir şey tatmamıştı. Ermeni tiyatrosunun rönesansını sağlayacağına inandığı ve siyasi görüşleri o yönde olduğu için maalesef koyu bir Taşnaksutyun üyesiydi. Taşnak olmadığım için birkaç kere kafamı yarmaya bile çalışmıştı(4). Ve büyük tiyatrocu Yenovk Şahen böylece belirsiz bir şekilde öldü gitti.
Atamyan’ın tahtına aday olan tek kişi Yenovk değildi. Hiç birimiz Tryants veya Rıştuni gibi komedyen olmak istemezdik, buna tenezzül bile etmezdik. Tiyatro aşkıyla dolmuş olan gençler hep kahraman rolleri almak isterdi: sevmek, sevilmek, ölmek isterdik. Komedi sanatı hiçbir zaman aşk uyandırmazdı kalplerde. Nankör bir alan gibiydi bu gençler için, tabii bu çok yanlış bir fikirdi. Komik bir oyuncu çok çabuk bir şekilde popüler olur, halk tarafından sevilir, alkışlanırdı. Aşk konusunda ise komedi oyuncularının trajedi oyuncularına nazaran daha fazla kadının kalbini fethettikleri görülmüştür. Kadınlar komedyene güler ve biri gülmeye başladı mı o ilişki başlardı. Moliére komedi hakkında “güldüm ve işte silahsızım” demiştir. Trajedide başarısız olan oyuncular yüreklerine taş basıp komedi oynarlardı. Ama trajedi oynamak yüreklerinin derinliklerinde hep bir köz gibi yanar o közü tutuşturmak için bir kıvılcım ararlardı. Hangi komik oyuncu aşığı oynamak istemezdi ki bizim zamanımızda?
Ahmet Fehim kısa boylu yetenekli bir Türk oyuncuydu. Yüzü hiç güzel değildi, doğa onu hor görmüştü. Gururu incinmiş bir şekilde şöyle derdi: “Kim demiş Othello ya da Hamlet oynayamayacağımı? Sanatçı mıyım, değil miyim? Kısa boylu bir Othello ya da çirkin bir Hamlet olamaz mı? Othello’nun boylu poslu birisi olduğunu ya da Hamlet’in Antik Yunan Tanrılarınınki gibi bir burnu olduğunu kim, nereden biliyor?”
Oyuncuların birçoğunun sadece kendi isteklerinin peşinden gittikleri için aldıkları kararlarda yanıldıkları sanılır. Bu gerçekle uyuşmaz. Ünlü bir oyuncu 40 yıl boyunca sadece trajik rollerde oynar ve kendini trajik bir oyuncu olarak algılarmış. Fakat 60 yaşında yaptığı hatayı fark edip şöyle bir itirafta bulunmuş: “Ben komedyenmişim aslında! Senelerce boş yere yanlış yoldan gittim.”
Dokuz on arkadaş arasından sadece ben Atamyan olmak konusunda umutsuzdum. İsteğim daha mütevaziydi: Sadece oyuncu olmak istiyordum. Ne rol verirlerse oynamaya hazırdım. Yalnız bir şartım vardı: Annem ve babam sahneye çıkmama izin vermeliydiler! O zamanlarda anne ve babanın izni olmadan hiçbir şey yapmaya cesaretimiz olmazdı. Ne kadar dizginsiz, büyük lafı dinlemeyen, yaramaz çocuklar olsak da babamızın iznini almalıydık. Durumu canlandırmanız için şöyle bir örnek verebilirim: Otuz kırk yaşlarında, evlenmiş barklanmış, saçları beyazlamış insanlar vardı ve onlar babalarının karşısında sigara bile içemezlerdi, babalarıyla sizli bizli konuşurlardı. Ben de babama “efendi” diye hitap ederdim.
Doğal olarak babamın karşı geleceğini biliyordum, zaten editör olmama da karşıydı. Yazdığım yazıları hiçbir zaman iyi bulmazdı. Kendisinin de bu işlerden dili yanmıştı ve bana hep öğütler verirdi. O hep bir zanaat öğrenmemi, zanaatkâr olmamı isterdi: Marangoz, çiftçi, demir ustası… Bunlar birer altın bilezikti. “İnsanın mutluluğu bedensel güvenindedir, ekonomik olarak güvende olan insan özgür olan insandır.” derdi. Babam muhafazakâr ve cahil değildi ama böyle düşünüyordu. Sözgelimi burada, Sovyetler Birliği içerisinde çok daha güvenli bir hayatı olacağını nereden bilebilirdi ki? Kendisi de bu yoldan geçtiği ve bu hayatın zorluklarını bildiği için böyle söylüyordu.
Onun bu konudaki antipatisini çok iyi bilmeme ve vereceği cevabı tahmin etmeme rağmen evlatlık görevimi yerine getirip bir kere de ona sormak istedim. Mınakyan’ın ilanını göstererek doğrudan sordum: “Efendi! Ben oyuncu olacağım.” Çok komik bir şey söylemişim gibi güldü ve “Nereden esti?” diye sordu. “İşte! Yeni oyunculara ihtiyacı varmış, hem oyunculuk öğretecek hem de para verecekmiş.” Kulisleri bilen bir insan olarak şöyle dedi: “Kim bilir aralarında ne kavgalar olmuştur.” “Ben de başvurayım, bakalım ne olacak! Bana bir referans kâğıdı yazamaz mısınız?” Böyle bir referans istemeye yüzüm de vardı kendisinden! Ciddi olduğumu görünce büyük bir ihtişamla öğüt vermeye, kendi anılarını anlatmaya başladı. Onun anıları zaten beni zamanında coşturmuştu: Venedik’ten İstanbul’a döndüğünde yaşadıklarını anlatmaya başladı. Ünlü bir anlatıcı ve hatipti. En basit hikâyeyi bile onun ağzından yüz kere de duymuş olsam tekrar tekrar dinlerdim, çok hoş anlatırdı. Zamanının en iyi şiir okuyan ustalarından biri olabilirdi ama o zamanlar böyle sıfatlar yoktu.
“Ben tabii ki tiyatroculuğun ayıp olduğunu düşünen ya da oyuncuları rezil insanlar olarak gören bir aptal değilim. Hayır, tam tersine biliyorum ki tiyatrocular dünyanın en masum, büyük kalpli, dürüst, saf, işine kendini veren insanlardır. Tiyatroyu da seviyorum, onun ahlaki ve eğitici boyutunun da farkındayım ve bunun en büyük savunucusuyum. Ama evladım, bu kadarla bitmiyor tiyatroculuk. Çok nankör bir meslek, bizim oyuncularımız hala bir gün aç bir gün geziyorlar. Sen ne bakıyorsun Munesillilere, Sarah Bernhardtlara! Onlar saray hayatı yaşıyorlar, hem kendi ülkelerinde hem turnelere gittiklerinde. Onlar başka, onlar zengin bir milletin evlatları, bizim gibi değiller.”
Bir anda Ortaköy Tiyatrosu’ndaki temsillerini anlatmaya başladı: “Orada Atamyan, Siranuş, Mınakyan, Mağakyan vardı. Her gün Pera’dan Ortaköy’e yürüyerek giderdim. O zamanlar daha tramvay yoktu. Gerçi olsa ne fayda! Tramvay olsa bu sefer de vapur bileti almaya paramız olmadığı için yine yürüyerek gidecektim. Pera’dan Ortaköy’e yürümek 4 saatlik yoldu. Biz, eski ahitte bahsedilen Yahudilerin kutsal eşyalarını sakladıkları kutu gibiydik. Tiyatro aşkına o yolu teperdik. Zavallı Siranuş da bizle o taşlı yollarda eziyet çekerek yürürdü. Doğru düzgün yemek bile yemezdik. Yaşasın on paralık ekmek! Ama mutluyduk çünkü gençtik, deliydik, herhangi bir endişemiz yoktu. Aç karnına içimizden geldiği gibi gülüyorduk. Başımızda Mağakyan vardı, dünyanın en filozof insanıydı ve kunduracılık yaparak istediği kadar para kazanabiliyordu. Fakat aç yatmayı ve Ermeni tiyatrosunda rejisörlük yapmayı tercih ediyordu. Konservatuar ya da yüksek bir okul görmeksizin kendi ayakkabısından yukarı çıkmayı başarabilmişti. Gezgin Yahudi(5) oyununda Tokober rolünde muhteşemdi. Nasıl da oynardı! Doğallıkla, realist bir şefkatle sahnede önündeki leğende kendisine teslim edilmiş olan Louis ve Blach kardeşlerin iç çamaşırlarını yıkardı.”
Babam öğüt verirken coşmuştu. Nihayetinde eski bir oyuncuydu ve beni tiyatrodan soğutmak yerine daha çok coşturuyordu. Asıl hedefi beni soğutmaktı.
“Ah Atamyan’ı Kan Lekesi’nde, Paris Fakirleri’nde ve İddiasız Aşk’ta görecektin! Artür Düznar, Peirre Berine, Ergole Mortesilla rollerini oynamıştı. O zamanlar henüz Othello ve Hamlet oynamazdık(6). Çok sonra, Kafkaslara ikinci kez gittiğimizde Shakespeare oynamaya başlamıştık. Kan Lekesi’nin çevirmeni Srabiyon Tıhliyan’dı. Şimdi bizim matbaanın yakınında bir kahvede oyuncu Sancakciyan’la ile birlikte tavla oynuyor. Doktor Lusinyan vardı. Kan Lekesi’ne müdahale edip Ermenice kelimelerin ayağını ve kolunu kesmişt:. “bidi” “di” olmuştu “horyeğpayr” “hor” olmuştu. Baronyan Tadron (Tiyatro) adlı dergisinde Lusinyan’a karşı şunları yazmıştı: “Bu işin içinde muhakkak bir operatör var çünkü operatörler de insanın vücudunu gereksiz yere kesmeye alışıktırlar. Zavallı Ermenice kelimelerini kesiyorlar. Kaldı ki onlar haykıramazlar bile.”
Ne harika kadın oyuncularımız vardı. Maryam Dsahikyan şimdi yaşlanmış. Karşıdaki hacı Aram’ın şekerci dükkânına geliyor lokum almaya. Yeranuhi ve Verkine Karakaşyanlar vardı. Yeranuhi Kafkaslar’da bir prensle evlendi. Verkine Karakaşyan, yani küçük Karakaşyan, İzmir’de zengin bir Ermeni tüccarla evlendi. Bizim evimizde kalırlardı. Ferdiye Eğri Sokak’ta. Arusyak vardı bir de. O İstanbul’da ilk kez sahneye çıkma cesaretini bulan kadın Ermeniydi. Şimdi Surp Pırgiç’te unutulmuş ve terk edilmiş şekilde yaşıyor.”
“Ama efendi” dedim “büyük oyuncuların hepsi de çok para kazanmışlardı. Eğer akıllı olsalardı kendi hayatlarını güvence altına alabilirlerdi.” “Akıllı olsalardı önce tiyatrocu olmazlardı” dedi babam ciddi bir şekilde. “Tiyatro öyle bir alan ki insan kanunun dışında, farklı bir boyutta yaşıyor! Öyle farklı bir heyecanla, ruh haliyle, hayatla ki diğer normal zanaatkârların, hatta diğer sanatçıların hayatlarına benzemez bu hayat. Yemek yemek, uyumak, uyanmak farklı saatlerde olur onlar için. Oyuncu olmayan insanlar gibi tasarruf edemezler yarın için. Hayatlarını düzene sokamazlar. Atamyan çok para kazandı ama öldüğünde çok fakirdi. Tiyatro öyle bir alan ki ortalama bir yeteneği kabul edemez. Edebiyatta, kunduracılıkta, ressamlıkta ortalama olabilirsin ama ortalama oyuncu olamaz. Bizim matbaanın birkaç adım ötesinde bulunan pavyonu biliyorsun. Orada oyuncu Sancakçıyan ve oyuncu Baronyan akşamları fasulyesiyle, pilakisiyle birkaç bardak beleş rakı içebilmek için gönüllü garsonluk yapıyorlar. Mınakyan çok büyük bir oyuncu başı. Ama Kadıköy’deki zavallı dairesinde kendisi ancak yaşıyor. Diğerlerini de alsan aynı. Gözlerinin önünde! İşte Ermeni oyuncuların trajik hali. Bu işten hayır yok.”
İşte böyle konuştu günlerimin ve gecelerimin yaratıcısı… Fakat eski bir halk deyişi vardır: Deli öğüdü ne yapsın, kara sabunu ne yapsın. Eğer insanlar büyüklerinin deneyimlerinden faydalanmış olsalardı, geçmiş yanlışlardan örnek alsalardı dünya ve insanlar bambaşka olacaklardı.
Ertesi Cuma sabah erkenden Galata Köprüsü’nden kalkan Kadıköy vapuru hepimizi aldı ve Kadıköy’e doğru yola çıktı. Papazın Bağı denilen tiyatroya gidecektik. Başoyuncu bizi orada bekliyordu. Babamın sadece bir kartvizitini çalmış ve yanıma almıştım. Bu, bir onay ve referans işaretiydi. Bu yaptığım tabii ki düzgün bir davranış değildi ama bu günahımı neden saklayayım. Şimdi bunu itiraf ederek biraz vicdanımı rahatlatıyorum ve diğer yandan da yükümü hafifletiyorum. Vapurda Bedros Baltazar bu hac ziyaretimizin amacını öğrenince bize acıdı. “Deli misiniz nesiniz, aynı vapurla hemen geri dönün, vakit erkenken hemen geri dönün!” Bu adam da aynı babam gibi konuşuyordu. “O zaman bu adam bizi neden çağırdı?” diye sorduğumuzda Baltazar açtı ağzını yumdu gözünü ve Mınakyan’a küfür etmeye başladı. Zamanında dili nasıl da yanmıştı kim bilir. “Ulan, bu onların hepsinin alışkanlığıdır. Kendi temsillerini gerçekleştirmek için reşit olmayan çocukları toplarlar, ikna ederler, sahneye çıkarırlar, bir iki güzel bir şey söylerler, oyunculuk zehrini onların kalbine akıttıktan sonra bırakırlar ne isterlerse yapsınlar!” Herhalde herkes böyle başlamıştı oyunculuğa. “Siz beni dinleyin evlatlarım. Sizinle bir ağabey olarak konuşuyorum. Geri dönün. Bu yol yol değil, çıkmaz! Bu sözlerimi unutmayın ileride çok pişman olacaksınız.” Neyse ki vapur Kadıköy iskelesine ulaşmıştı. Bu kötümser oyuncudan kurtulduğumuz için mutluyduk. Adam oyunculuk sanatının kutsallığını anlayamazdı. Hayatta her şeyi siyah görüyordu. Kim bilir! Belki de başarısız olmuş ve oyunculuğa küsmüştü.
Tozdan yapılmış halılardan geçerek Kadıköy’de Papazın Bağı Tiyatrosu’na yürümeye başladık. Orada büyük ustanın önüne çıkmanın gururunu yaşayacaktık ve orada geleceğimiz belli olacaktı. Ama Baltazar’ın karamsar sözleri üzerimizde kötü bir intiba bırakmıştı. “Keşke oyuncu olacağıma papaz olsaydım” demişti bize. Gerici adam, papazmış!
Günlerden cumaydı ve öğlen vakti bir temsil olacaktı. Her Pazar ve Cuma oynarlardı. Gayrimüslimler fazla olduğu için Müslüman bir ülkede Pazar günü de bir bayram olarak algılanmıştı. Mayıs ayıydı ve tiyatro sezonu yeni açılmıştı. Mınakyan’ın yeni oyuncular çağırmasının nedeni de şuydu: Oyuncuların önemli bir kısmı rollerin ve kâr payının dağılımı ve diğer bin bir türlü küçük sorun yüzünden kızmış, Mınakyan’ın yanından ayrılmış ve ayrı bir kumpanya oluşturmuştu. Böyle olaylar çok olurdu. İsyankâr oyuncular Türk tiyatro sever gençler tarafından finanse edilip köyün merkezinden Kuşdili’ndeki daha uygun bir tiyatroyu kiralamışlardı ve orada Fransız dramları, komedileri ve vodvilleri oynarlardı. Fru Fru, Karnaval Gelini, Evlenmek gibi sürprizler… Dolayısıyla Mınakyan, kumpanyasından eksilen insanların yerini doldurmak için dışarıdan yeni oyuncu adayları davet etmişti. Kendisini bırakıp giden arkadaşları “Seni terk edelim, bakalım yalnız başına neler yapabileceksin!” demişlerdi. “Gidin gidin, bakın ben sizsiz neler yapacağım, neler!” demişti usta da. Böylece ilan verip yeni oyuncuları neden istediği belli oluyordu. Tiyatronun kutsal ateşiyle yanmış, tiyatronun entrikalarından ve oyunlarından bihaber mayıs güneşinin altında muazzam bir sıcak altında ve bizim şerefimize serilmiş toz halıların üstünden oraya doğru ilerliyorduk. Eski arkadaşları tarafından terk edilmiş Ermeni tiyatro ustasının kışlasıydı orası. Biz de genç kuvvetlerdik ve cephe gerisini güçlendirmeye gidiyorduk.
Halk Mınakyan ve arkadaşları arasında çıkan çatışmayı merak ediyordu. Çünkü bu kumpanya başkentin ve bütün ülkenin en ünlü kumpanyasıydı. Mınakyan yanında olanlar vardı çünkü o 10 yıldır tiyatroyu omzunda taşıyan Güllü Agop’un (Hagop Vartovyan’ın) arkadaşıydı. Mınakyan karşıtlarının sayısı da az değildi. Bunlar genelde onun eski repertuarından sıkılmış olan gençlerdi ve artık yeni piyesler istiyorlardı. Mınakyan acıklı melodramlarıyla onları çok sıkmıştı. Yani eski ve yeni kavgası vardı. Eski paşalar ve beyler Mınakyan tarafındaydılar ve onlar Mınakyan’ın kazanacağından emindiler. Bu eski kurt 50 yıl içerisinde neler görmüştü neler! Ama genç entelijensiya yeni repertuar taraftarıydı. Fakat esasında henüz itiraf edilmemiş bir milliyetçilik vardı. Türk oyuncularla ve Türkçeyle yeni bir Türk Tiyatrosu kurmak istiyorlardı. Mınakyan’ınki Ermeni Türkçesiydi ve bunu istemiyorlardı. Mınakyan’ın çevirilerine ve oyuncuların sahnede konuştukları dile “Ermeni Türkçesi” diyorlardı. Türkçe’nin nüanslarına ve telaffuzuna dikkat eden insanlar Mınakyan için “Türkçeyi hem yanlış telaffuz ediyor hem de yanlış öğretiyor” derlerdi. Gerçekten de Türk aydınının gözünde Mınakyan’ın ve oyuncuların Türkçesi sonsuz bir alay konusuydu. Ama ne yapalım, ister istemez Türkçeyi yanlış vurgularla ve telaffuzla konuşan Ermeni oyunculara dayanmak zorundaydılar çünkü kendi aydınlarının sahneye çıkması yasaktı. Türk kadınlarının sahneye çıkması, bunun gündeme getirilmesi bile yasaktı.
Mınakyan akıllı bir adamdı. Kumpanyasının telaffuz konusundaki eksiklerini biliyordu ve bu konuda Türk seyircisine daha az antipatik görünmek için ilk başta kendisininki olmak üzere, arkadaşlarının telaffuzlarını düzeltmeye çalışıyordu. Fakat şu gerçeği herkes biliyordu ki insan sadece kendi ana dilini hakkını vererek konuşabilir. Ne kadar uğraşırsan uğraş, çalışırsan çalış nihayetinde farklılık belli eder kendini. Paris’teki ünlü oyuncu Maksudyan 7 yaşından beri Paris’tedir ve Fransızcadan başka bir dil de bilmez. Kendisi Fransız sahnesinin büyük oyuncularından biri sayılıyor bugün. Fakat konuştuğu klasik olmayan Fransızcada yabancı vurgusu var, doğrudur.
Şu sözü telaffuz ettirmeye çalışırken Mınakyan’ın döktüğü teri ve Ağavni Binemacıyan’nın döktüğü göyaşlarını çok iyi hatırlıyorum: “Binayen alezalik binayen aleh”. Mınakyan ısrar ederdi, Ağavni yapamazdı. Usta samimi bir şekilde kendi dilini ve öğrencilerin dilini Türkçeye evriltmeye çalışırdı. Fakat sonuç alamazdı. Türk tiyatro severler daha iyisi olmadığı için ister istemez bizim Ermeni Türkçemizle tatmin olurlardı. Ta ki Mustafa Kemal gelene ve bütün önyargıları kırana kadar.
Eski ve yeni tiyatro arasındaki kuvvetler dengesizdi. Yeninin zaferi pek mümkün değildi, hiç ümit yoktu. Öncellikle Mınakyan’ın deneyimi vardı ve Avrupa komedilerini sevmeyen, melodramlardan hoşlanan halkın büyük bir kısmı onun yanındaydı. Grubu da kendisini tamamen terk etmiş olsa bile müdavimleri vardı, ondan ayrılmaya cesaret edemezlerdi ve zaferin eninde sonunda onun olacağından emindiler(7).
Papazın Bağı ağaçlık bir bahçeyle çevrilmiş eski bir tahta binaydı. Yaban kestanelerinin yaprakları arasında kaybolmuştu. O günkü temsile iki saat vardı. Bahçede çok az insan vardı: büfeci ve diğer hizmetliler… Bahçeden geçip anlatılamaz bir heyecan ve çekinmeyle sahnenin arkasındaki kırık merdivenden çıkarak mihraba yükseldik. Bizi Mihran Garmiryan yani grubun rekvizitörü karşıladı. 20 yıldır bir buçuk satırlık roller oynardı. Herhalde o da buraya geldiği ilk gün bizim gibi tiyatro aşkıyla yanmış ve bir Atamyan olmak için gelmişti. Ama ondan beri hiçbir ilerleme kaydedememişti, tersine hep geriye gitmişti. Sadece yeni bir alışkanlık edinmişti: Hiçbir oyuncunun oynayışını beğenmezdi. Fikrini sorduklarında omuz silker geçerdi, cevaplamaya tenezzül etmezdi. Ümidini kaybetmiş bu artistin içinde insan egosu konuşurdu. Kendisi yetenekli değildi ve görünen o ki olamazdı da! Neden diğerlerinin yetenekli olduğunu kabul etsin ki! Diğerleri onu oyuncu yerine koymuyordu, o da onları büyük oyuncu yerine koymuyordu.
Bizi kinayeli bir bakışla aştan aşağı süzdü ve onun yeni düşmanlarıymışız gibi selamladı. Ne de olsa yarın öbür gün biz de ona emirler verecektik. “Ki.. ki.. kimi istiyorsunuz?” diye sordu. Biraz kekelerdi ve sara hastasıydı. İki buçuk kelimesini söylemek için sahneye çıktığında hastalanacak diye korkarlardı. Böyle olaylar olmuştu ama Mihran hep kulislere dönmüştü. İşte bu kadar kuvvetliydi görev aşkı. İşini yapan rekvizitör, melodramlardaki sayısız aksesuarları ezbere bilirdi ve defterine bakmaksızın yerlerini söyleyebilirdi. Mınakyan bu eski arkadaşıyla eksik olan herhangi bir şey için ağız dalaşına girmeyi severdi. Silah tam zamanında patlamazdı, tüfek geç patlardı, arabası sesi, kapı sesi duyulurdu… Ama bütün bu arkadaşça kavgalar İstanbul pavyonlarının karanlık bodrumlarından birisinde kadeh tokuşmaları eşliğinde sona ererdi.
“Anladım” dedi “siz de oyuncu olacaksınız. İyi akıl etmişsiniz. Ben de zamanında o akılla geldim. Siz de tadını alın bakalım.” Zavallı Garmiryan! Hayallerinin içinde hayal kırıklığına uğramış artist ahbabım! Kendisinden ve hayattan durmadan şikâyet eden, saf yüzüyle ve yüzünün tam ortasında, sürekli yanan bir volkan misali dışa çıkan domates gibi büyük kırmızı burnunla hala gözümün önündesin.
Birkaç oyuncu merakla etrafımızı sarmışlardı: Sancakçıyan, Dikran, Baronyan, Hulusi… ve bize bakıyorlardı. Belki içlerinden “Bunlardan ne çıkar” diye geçiriyorlardı. “Müsü Mınak’ın odasında, gidin” dedi bizi başından savarak. Mınakyan, bu başoyuncu, devlet çevresinde ve halk arasında “Mınak Efendi” olarak anılırdı. Fakat kulislerde ve kendi arkadaşları için hep “Müsü Mınak” olarak kalırdı. Geniş fesiyle, dizlerine kadar resmi redingotuyla, kolalanmış beyaz yakası ve fiyonk papyonuyla gerçekten de efendiye benzerdi. “Müsü” lakabı kendi öğretmenlik zamanlarından kalmıştı. Türkiye’de öğretmenlere “müsü” derlerdi, çünkü “müsüler” okumuş olur ve Fransızca konuşurlardı. Mınak Efendi de kendi oyuncularının öğretmeniydi. ‘Loca’ denilen kapısız, camsız pencereli bir odadaydı. Tavanında parmağım kadar büyük delikler vardı ve gökyüzü o deliklerden gözüküyordu. Yağmur yağdığında locada oturan, soğuk bir duş alırdı. Müsü Mınak adet olduğu üzere temsilden çok önce tiyatroya gelmiş, makyajını yapmış, tiyatroya yeni başlayan biri gibi heyecanla temsilin başlamasını bekliyordu. Kendisi için kalabalığın, gelirin bir önemi yoktu. Bunları düşünmek onun için kabalık sayılırdı. Bir kere bile perdenin ucundan bakmamıştır. Para için oynamazdı. Para sadece bir takas aracıydı onun için. Bir gün, Ramazan ayında hava çok soğuk ve salon bomboştur. Mınakyan’a “Oyun oynanmaz, seyirci yok” diye bilgi gelir. “Hiç mi kimse yok?” diye sorar ve “sadece bir kişi gelmiş, en ön sırada” cevabını alır. “O kişinin günahı ne o zaman? Tam tersine oynamalıyız ve o insana tiyatromuza geldiği için teşekkürümüzü sunmalıyız.” der. Mınak ve arkadaşları bütün temsili o bir tek kişi için coşkuyla oynarlar. Oyuncular ağızlarının içinde dırdır etseler de ses çıkarmaya cesaret edemezler. Türk tiyatro tarihinde bu jest tarihi bir vakadır. Oyuncular için güzel ve ahlaki bir örnek olarak hep bu anı hatırlatılırdı.
“Merhaba Müsü Mınak” dedim babamın kartını vererek. “Vay” dedi yalancı bir edayla. “Bizim Yolo’nun oğlu musun? Ne kadar da büyümüşsün.” Sesini genişleterek babamın Ortaköy sahnesinde Serseriler’i oynarken kullandığı sesini taklit etti. Eski oyuncular Sancak ve Baronyan babamı tanıdıkları için o sahneyi hatırlayıp güldüler. “Nasıl ne yapıyor baban?” diye sordu. “Çok iyi, selam söylüyor” dedim. Tabii ki yalan söylüyordum! Tiyatroya girmiştim bile, artık aileden biri sayılırdım. “O değil ama” dedi gülerek, “baban buraya geldiğini biliyor mu?”. “Tabiî ki” dedim yalan söyleyerek yine. Yüzümde en ufak bir yalan ifadesi yoktu. Horoz da ötmedi beni ele vermek için(8).
Mınakyan yalanımı yemedi ama “Babanın geçtiği yoldan evlat da geçmeli” dedi. Diğer oyuncu adayları da kendilerini takdim ettiler. “Ne oynamak istersiniz?” diye sordu usta. Hepsi birden “Atamyan rolleri!” dedi. Usta iyi niyetle gülümsüyordu. Büyük, parlayan gözlerinin içinde kahkahanın yaşını görüyordum. Kahkahasını tutmaya çalışıyordu ama gözleri yaşarıyordu. Gözleriyle gülüyordu. Yenovk Şahen “İsterseniz size Hamlet’ten ya da Othello’dan bir sahne oynayayım, görün?” dedi “Gerek yok evladım.” dedi Mınakyan, “O zaman Aktör Kean’in ikinci sahnesinden büyük sahneyi oynayayım?” “Başka bir gün.” “İsterseniz size Demirciler’i okuyayım?” dedi Yenovk. Mınakyan’ın yanında deliye dönmüştü ve bir an önce yeteneğini göstermek istiyordu. Mınakyan bu coşku karşısından gururluydu. Demek ki çağrısı başarılı bir sonuç vermişti. Halkın damarlarına tiyatro aşkı aşılamıştı. İsmi bilinmeyen taze yeteneklerin sahneye çıkmasına vesile olacaktı. O da coşku içindeydi. Ah, kendisini terk eden sanatçılara kendini nasıl da gösterecekti, kendisi sanıldığı gibi yaşlanmamıştı ve yeni, genç yetenekler çıkararak eskilerin yerine koyabilirdi. Her zaman coşkuyla konuşan bir delikanlıydı kendisi. Anadolu’nun Kayseri ilinde öğretmen masasında otururken İstanbul’da tiyatro yaşamının tekrar canlandığını duymuş ve bir dakika bile tereddüt etmeden maaşını, okulunu, müdür makamını ve ders kitaplarını bırakıp çantasını alarak kendini Vartovyan’nın Gedikpaşa Tiyatrosu’na atmıştı. Öğretmen sakalıyla kulislerden içeri girdi ve herkesi şaşkınlık içinde bırakmıştı. “Eheey Vartov, ben geldim! Ne rol vereceksin bana?” O zamanlar gençti. Kadıköy yaz tiyatrosuna gittiğimiz zaman çok hareketliydi, hayat doluydu. Artık altmışına yaklaşmıştı. Fakat içinde sönmeyen bir ateş vardı. 20 yaşındaki gençlere kendi hareketliliğiyle taş çıkarırdı. Nargile içiyordu. Temsil sırasında yanındaki bardaktan rakısını yudumlardı. Böylece eski oyuncuların geleneğini devam ettirirdi. Kendisini dinlemeye gelen gençleri gördüğü gibi o an içindeki öğretmen yeniden canlanmıştı ve ağzı açılmıştı. Konuşmaya başladığında bütün bildiklerini bir kerede başkalarına aktarmak isterdi. Ermeni ve Türk tiyatrolarının canlı tarihi bizim önümüzde duruyordu. Vartovyan ve o, bütün eksikliklerine rağmen, onlarla başlayan ve bugünkü halini alan Türk tiyatrosunun öncüleridir.
“Bekardım. Kayseri’de bekâr öğretmen olmaz.” dedi ve zil çaldı. “Müsü Mınak, başlıyoruz.” dedi Çobanyan’nın büyük burnu. “Son ver hikâyene.” Zili Mınakyan’a verdi. Oyun Türkçeydi ama kulislerde Ermenice konuşuluyordu. Aslında bu yanlıştı ve zararlıydı. Oyunculardaki Ermeni vurgusunun belli olmasındaki başka bir nedendi. Bu kendi dilini ve edebiyatını seven Türk aydınları için şikâyet konusuydu. Mınak zili eline aldığı gibi bu hikâyesine son verdi: “Çocuklar kalanı başka bir zamana anlatırım. Burada kalın ve kulisten oyunu seyredin.”
Müsü Mınak sahneyi kurmaya da yardım ederdi. İş yapmayan ve yardım etmeyen oyuncunun vay haline! Mınakyan herkesi sirk artistleri gibi çalıştırır ve herkesin başında da kendisi olurdu çünkü eskilerden öyle görmüştü. “Tzo!”(9) derdi boş gezene “Şu halıların ucundan tut, şu masayı kaldır, sandalyeleri getir. Ne o zoruna mı gitti? Yürü hadi!” Tam bir belaydı. Oyuncular aralarda ustanın gözüne görünmemeye çalışırlardı. Hazırlık sırasında askeri bir komutana dönerdi ve oyuncuları da askerlere çevirirdi. Perdeyi açma işaretini her zaman kendisi vermeliydi.
Mınakyan Tiyatrosu’nda İtalyan tiyatrocuların etkisinden söz edilebilir. Mınakyan İtalyan rejisörler ve oyunculardan öğrendiği tiyatro dilini kullanıyordu. Diğer oyuncular kelimelerin anlamını bilmeseler de o kelimeleri kullanıyorlardı. Mınakyan perde açarken “aç” ve “kapa” anlamına gelen su ve tira derdi.
“Tiyatromuzdaki İtalyan etkisini belirtmek için başka kelimeler de kullanmalıyım.” derdi. Örneğin bosko, bahçe yerine kullanılırdı. Kamara habile süslü oda, kamara seprize dinlenme odası anlamına geliyordu. Sahil yerine ise riva kullanılırdı.
O dönem perdeyi çeken Kastamonulu makinist ve tiyatro çalışanları bu kelimeleri Türkçe zannederlerdi. Kendine İstanbul’da vatandaşlık hakkı edinmiş başka İtalyanca kelimeler de vardı. Örneğin varda, lengua, çervero, karbon. Bütün bunlar düşünüldüğünde şüphesiz ki Türkiye Ermenileri Tiyatrosu kendi başlangıç günlerinde İtalyan etkisi altındaydı.
Mınakyan’ın sahneye girişi özel bir ayin gibiydi. Sanki eski oyunculardan kalma klasiklerin özeti gibiydi. Öncelikle içki içerdi, daha sonra kendi arkadaşlarıyla şakalaşırdı. Kadın oyunculara kur yapardı. Bu hali ile biraz sonraki temsilden uzak görünürdü; şakalaşırdı fakat aklı sahnedeydi.
Mınakyan’ın üzerinde Vahram Papazyan etkisi yadsınamayacak derecedeydi. Halk Mınakyan’ı çok severdi, o sahneye girdiğinde eğilip selamını verir ve oyununa devam ederdi.
İzmir’de Mınakyan’a Rum çocukları “Ya Rabbis” diye seslenir peşinden koşarlardı çünkü sahnede sürekli olarak ‘ya rabbi ’anlamına gelen “Ya Rabbis” kelimesini tekrar ederdi.
Mınakyan tiyatroyu hem seyircisi hem de oyuncuları için okul gibi görürdü. Bu sebepten tiyatroya saygıda kusur edenleri affetmezdi. Kendisi o okulun müdürüydü, oyuncular öğretmenlerdi ve halk da karma öğrencilerdi. Seyirci tiyatroya muhakkak gelmeliydi. Seyircinin tiyatroda sadece eğlenmesi değil muhakkak ders alması da gerekirdi. Oyunlarda mutlaka toplumsal bir ders vermeliydi. Eğer bu ders yazar tarafında verilmediyse Mınakyan çeviri yaparken mutlaka bir şeyler eklerdi.
İlk kez hayatımda kulisteydim; dört bir yanıma bakıyordum. Sanırım akıllı gözlerle bakmıyordum ki bunu yıllar sonra bana böyle söylediler. Ne kadar enteresan bir hayat… Bir kaç saat için insanlar farklı bir hayat yaşıyorlar. Farklı bir insana bürünüyorlar. Sahne üstünde hıçkırıklarla ağlayan biri, kulise girer girmez gülmeye başlayabiliyordu. Sahne üstünde kendilerine ve halka ahlaki dersler verirlerdi ve kulisten içeri girdikten sonra edepsiz konuşmaya başlarlardı. Edepsiz şakalar yaparlardı. Şaşırmış gibiydim. Gözlerimi farkında olmadan Binemeciyan’nın güzel dekoltesine dikmişim. Kendisi de beni “Bu çocuğun bakışlarını hiç beğenmedim dik dik mememe bakıyor” diyerek kocasına şikâyet etmiş. Bunu yıllar sonra kendisi bir hatun anne olduğunda anlattı. Binemeciyan çok iyi bir oyuncuydu. Bir gün güzel dekolteli kadın “bana on paralık ekmek ve on paralık peynir alır mısın?” diye sordu bana. O zamanlar on paraya ekmek, on paraya peynir almak mümkündü. Bu kadar büyük bir onura eriştiğim için kıpkırmızı olmuştum. Koşarak gidip istediklerini tiyatronun büfecisinden almıştım. Kendisi bana para vermeyi teklif etmişti fakat ben bunu reddettim. İlk centilmenliğimdi bu benim. 20 parayla başladı ve git gide gelişti.
Oyun bittiğinde halk bahçeye dağıldı. Kendilerinden ayrılan grubun oyununa kaç seyirci geldiğine bakmaya giden Mınakyan’ın oğlu mutlulukla babasına gelip “Kuşdili’ndeki tiyatro yarı yarıya anca doluymuş” haberini vermesiyle Mınakyan epey mutlu oldu.
Mınakyan Tiyatrosu’nda oyuncuların aldıkları para 16 lirayı geçmezdi. En çok parayı Mınakyan alırdı. Binemeciyan ailesi grubun en zenginiydi. Kadıköy ve Haydarpaşa’da güzel evleri vardı. O dönemde böyle bir mal sahibi olmak kolay görünen bir şey değildi tiyatrocular arasında. Bu çiftin yanında, kısa etek giymiş bir kız vardı; 6 yaşındaydı. Kumpanyanın en küçüğüydü. Melodramlarda küçük erkek ve kız rollerini oynardı. Küçük burnu üstünde büyük camlı bir gözlük vardı. Bu da ona cüce bir profesör havası katıyordu. Küçük Eliz’di bu. Eliza Binemeciyan daha sonra Türk sahnesinin önemli bir yıldızına dönüşecekti: “Darülbedayi’nin videti” ve “İstanbul Ermeni Dramatik Kumpanyasının süsü”. Bir gün “Baron” dedi bana nazikçe, “Siz de mi oyuncu olacaksınız?”. “Öyle görünüyor” dedim. “Öyleyse yarın sabah provaya gelin” diyerek ciddi bir şekilde emretti.
Ertesi gün ilk vapurla Papazın Bağı’ndaydım. Tıpkı işe gider gibi. Mınakyan benden önce ordaydı. Sabahları çok erken uyanırdı ve piyesleri koltuk altına koyup provaya gelirdi. Diğer oyuncular toplanana kadar çeviri yapardı. “Benim bütün zenginliğim piyeslerimdir” derdi. Kilitli bir sandıkta saklardı piyeslerini… Her çeşit piyes vardı; Klasik, Ermenice, çeviriler, mizahiler… Bir gün bu piyesler ne yazık ki yanmıştı. Günlük repertuarı elinin altında olması için ayrı bir sandık içinde tutardı.
Mınakyan neden bütün anılarını yazmadı? Mınakyan’ın anıların yazma yetisi yokmuş diğerleri gibi. Birisi anlatmalıydı o da yazmalıydı. Her zaman anılarını yazmayı planlardı ama yazmadı. Ermeni tiyatrosunun tarihi açısından çok yazık oldu. Çünkü bu anılar Ermeni tiyatrosu için bir hazine değerinde olacaktı.
“Atamyan’la birlikte çalıştınız muhakkak” dedim ağzını aramak için. Onu konuşturmak istediğimi anlamıştı. Küçük bir konu açarsanız zaten kendi konuşmaya başlardı. Ben de her genç gibi konuşmaya meraklıydım zaten. Atamyan’la çok ilgiliydim. Onun hayatının ayrıntılarını öğrenmek istedim en yakın arkadaşından. “Atamyan benden 12 yaş küçüktü ve tabii ki benden çok sonra tiyatroya geldi. Çok şey geçmişti bizim başımızdan. Şaşırılacak piyesler oynadık. Atamyan küçük bir çocuktu. Bizim oyunlarımızı takip ederdi Ortaköy’de. Tiyatroya giriş ve çıkışı serbestti. Giyinirken hep benim yanımda olurdu. İlk kez benim vasıtamla Pera Şark Tiyatrosu’nda Guliyelmos İmparator oyununda sahneye çıktı. İki kelimelik ve üç jestlik bir roldü. Bu küçük rol o kadar dikkat çekti ki gazeteler onun hakkında yazılar yazdı. Herkes onun oyunculuğunu çok doğal buldu. Belki de o yüzden ‘‘küçük rol yoktur küçük oyuncular vardır’’ denildi. En küçük rolde bile gerçek bir oyuncu kendi yeteneğini gösterebilir. Atamyan 17 yaşındaydı o sıralar. Kadın gibi güzel bir gençti. Zaten şair ve ressamdı. Maalesef kısa boyluydu ve bu ömrünün sonuna kadar ona büyük bir acı verdi.
Suflör sahnenin hemen önüne otururdu. Eski bir kahve çalışanıydı. Aslında çok iyi okuyamıyordu. Provanın başından sonuna kadar sus pus oturup örnek alınacak bir sabırla Mınakyan’ın bütün kızgınlığını üstüne alırdı. Mınakyan suflöre ihtiyaç duyulduğu bir gün Osmanbey gazinosunda bulmuş almış getirmiş bu adamı canlı canlı atmıştı tiyatroya Mınakyan. “Bu yaşayan şehit” demişti suflör için. Mınakyan elinde piyesle ayakta suflörün yanına kılıç gibi dikiliyordu ve bu kılıç suflörün başına inecek gibiydi. Sanki kızgın bir haldeydi ve sanki atalarından gelen bir hıncı vardı bu suflöre karşı… “Öyle değil böyle, düzgün oku, okumayı öğren!” derdi. Mınakyan bunları yaparken geçen yüzyıl başlarındaki geleneksel Ermeni öğretmen tiplemesiydi adeta. Gelenek olduğu üzere oyuncular kendi rollerini suflör aracılığıyla öğrenirdi. Provayı bin kere durdurur kızgınlıkla suflörün elinden piyesi alıp kendi sufle etmeye başlardı. Fakat bu da olmazdı. Piyesi tekrar suflöre verip bir şey öğretmek için oyuncunun yanına gelirdi. Oyuncular küçükten büyüğe kadar korku içinde kendi rollerinin üstünden geçerlerdi çünkü rejisör kimsenin elinde kendi rolünü görmek istemez rollerin ezberlenmesini isterdi. Erkeklere “Ulan gidin köprüde su satın!” kadınlara ise “evlerinizde oturun da dolma yapın!” derdi. Bunlar en korkunç hakaretleriydi. Belli ki Mınakyan’ın gözünde su satmak veya dolma yapmak en beceriksiz insan işiydi. Bir kadın oyuncu bu sözlere bazen dayanamayıp gider bir köşede ağlardı. Hayatta bu kadar iyi olan bir insan prova esnasında tam bir diktatöre dönüşürdü. Prova esnasında karşısında sigara içmeye kim cesaret edebilirdi? Eski arkadaşları kulislerde saklanıp gizli gizli sigara içerlerdi. Prova esnasında birinin ağzında sigara görünce alıp atardı ve eklerdi: “Ne tüttürüyorsunuz? Ananızın sütü mü bu?” Doğal olarak kendisi bütün oyunu ezbere bilirdi. Birçok defa Türkçe ve Ermenice olarak sahnelemiş olan oyun zaten kendi çevirisi olurdu. Herkesin rolünü ayrı ayrı oynardı. Bu tarzı İtalyanlardan öğrenmişti. Ümitsiz bir ananın haykırışlarını, aşktan kendinden geçmiş bir kızın inlemelerini, âşık bir adamın jestlerini, komik bir adamın repliklerini, kötü adamın kulis ötesi bakışlarını, sözsüz oyunlarını ve kahramanın ağlayışını… Bütün bunları gösterirdi. Sıkılmak nedir bilmezdi. Aynı sahneyi on kere tekrarlayabilirdi. “Suratıma bak, oynuyorum. Dikkat!” derdi. Sanki halkın önünde oynuyormuş gibi oynardı.
“Oyun zamanı yaparım” diyen oyunculara, “Bilirim donuna yaparsın, şimdi yap da göreyim” derdi. Çok acımasızdı ve asla sözünü esirgemezdi. Kalın kafalı olup da söylediğini yapmayana kızar, sözünü yaptırana kadar peşini bırakmazdı…
Gerçekçi olması için kısık sesle konuşanlara “Sesini çıkar evladım. Yüksek sesle konuş. Mahallendeki kızlarla konuştuğun gibi konuş, “Seni seviyorum” dersen öyle mi dersin? Eğer böyle dersen senin sözüne inanmaz” derdi ve devam ederdi: “Göğsünden konuş. Konuştuğun zaman göğsünden bir şey süz. Hareket et. Ellerini cebine koyma. Doğal bir şekilde bırak. Dinle ve iyi öğren. Bir oyuncunun en iyi bileceği şey söylemeyi bilmesidir. Gözlerinle yüzünle takip et. Aptal aptal bakma. Anla ve hisset söylenilenleri. Repliğini öyle ver. Halk yüzünün üstünde görmeli konuştuğun insanın sözlerinin senin üstünde bıraktığı etkiyi. Bağır evladım bağır. En arkada oturan bile duymalı seni. Odada yalnız değilsin evladım. Halk bu sözleri duymak için para vermiştir. Farz et ki salondakiler insan kafası değil lahana kafası olarak farz et ve öyle bağır” derdi.
Mınakyan kendi eski rakı masası arkadaşlarına da bu ciddiyetle yaklaşırdı. Hatta onları rezil ederdi. Çünkü onların anlayışlı olacağına önceden emindi. Ağır sözlerine çoktan alışmışlardı ve her söyleneni yutarlardı. Bize de örnek olurlardı. Mınakyan kendi söyledikleri hemen kavrandığında çok zevk alırdı. Yeni başlayanların rollerini çalıştığını görünce burnunun altından gülerdi. Fakat ağzından iyi bir söz çıkmazdı. Takdir etmezdi.
Mınakyan’ın öğretim sistemini tarif etmek gerekirse, onun gözüne girebilmek için şunları yapmak gerekirdi:
- Yüksek sesle konuşmak ya da öyle bir konuşmak ki alçak sesle de olsa sesin duyulması.
- Söylediklerini hemen anlamak, çekinmeden uygulamak ve rolü gevelememek. “Vay haline sahne üstünde geveleyenlerin” derdi. “ Oyun, eksiklerine rağmen eriyen yağ gibi akmalı, bir bomba gibi uçmalı.” derdi.
“Ben yüzde yüz dinamizmi olan piyesler seçerim çünkü bizim beceriksizliğimizle o dinamizmin yüzde ellisini eksiltiyoruz, bari yüzde ellisi kalsın.” derdi.
Bir hafta Mınakyan’ın derslerini takip ettikten sonra biz isteklerimizin çoğundan vazgeçmiştik. İkna olduk ki Atamyan gibi olmak istiyorduk ve bu öyle kolay değildi.
Dinayet adlı oyunla ilk kez Kadıköy’de Papazın Bağı Tiyatrosu’nda sahneye çıkmıştır. Adının siyasi anlamı yüzünden yasaklanacaktı. Dinayet kötülük anlamı taşıyordu. Sultan Hamid’e sadık bir hükümet kötü bir şeyin -kelime bile olsa- var olmasına nasıl izin verebilirdi! Osmanlı da kötü bir şey yoktu çünkü her şey mükemmeldi. Allah ve padişah sayesinde ülkenin her tarafında saadet ve barış vardı. ”Asayiş berkemal” derdi.
Kumpanya bir aile gibiydi. Mınakyan öyle kurallar koymuştu ki, gruptan biri evlenecek olursa ek harcamalarına yetiştirebilmesi için alacağı para 1-2 artardı. Oyuncu olan herkes düzgün yaşamalıydı. Bu gelenekler eskilerden geliyordu. Hastalık zamanında da birbirine yardım etmek çok doğaldı. Hasta arkadaş, olduğu gibi alırdı bütün payını. Yaşlanmış, halden düşmüş oyunculara düzenli bir şekilde yardım etmek de oyuncu ailesinin yazılmamış kanunlarındandı. Necip Efendi yaşlandığında, oyuncular listesinde yazılıydı ve muhakkak hediyeler dışında küçük bir pay alırdı.
Mınakyan’ın benim zamanımda 3 büyük sandığı vardı. Piyeslerle doluydu. Benden önce birkaç sandık yanmıştı ve bu sandıklar eski Ermeni tiyatro yazarlarının klasik tarzda yazılmış eserleriydi. Ermeni tarihinden alınmış olaylar hakkındaydı. Bu piyes sandıkları kaza ile mi yoksa suikast ile mi bilmiyorum ama sonuçta yanmıştı. Birinci sandıkta eski piyesler vardı ve bunlar sahnelerden kalkmıştı. İkinci sandıkta daha az sahnelenen oyunlar vardı. Üçüncü sandıkta ise günlük repertuar vardı. Mınakyan’ın bütün zenginliği buydu. Çok sinirlendiğinde “Şimdi sandıklarımı alır giderim!” diyerek oyuncuları tehdit ederdi. Bir yere de gittiği yoktu aslında. Oyuncuları korkutmak için bunu söylerdi.
Ramazan ayı haricinde haftada üç, dört kez oyunlar olurdu. Ramazan ayında her akşam oyun oynanırdı. Büyük paralar kazanırlardı. Türkiye’deki bütün oyuncular Ramazan ayını iple çekerlerdi. Rüya ayıydı Ramazan. Kutsaldı gerçekten. Ramazanda bütün eski borçlar kapatılırdı. Oyuncuların bakkalları, fırıncıları, mal sahipleri Ramazan ayını beklerlerdi. Ramazan’da oyuncular kendilerine eşlerine çocuklarına yeni şeyler alırdı. Ramazan, Türk oyuncusu için gökten yağan ekmekti. Her oyun sonrasında gelen gelir muhasebede toplanırdı. Haftada bir büyük ve küçük oyuncular, yeteneklerinden bağımsız olarak yan yana gelir hesaplara bakıp parayı bölüşürlerdi. Grubun başı da kontrol ederdi. Gerçi Mınakyan para işlerine katılmayı sevmezdi ama eski matematik öğretmenliğinden kalma yeteneğini de bazen konuştururdu, çözülmeyen bir hesabı çözerdi ve kendi saygınlığını daha da sağlamlaştırırdı. Grubun oyuncuları bir gece öncesinden kendisine düşen payı hesaplarlardı. Büyük bir sürpriz olmazdı. Zaten hafta başı alacakları paradan hafta içinde de parça parça avans almış olurlardı. Hatta bazen ödeme günü geldiğinde çok küçük bir miktar borç altında kalırlardı. Herhangi beklenmedik bir durum için kasada ekstra para kalırdı.
Osmanlı Dram Kumpanyası uzun yıllar böyle devam etti. Türkiye’nin tek düzenli dramatik kumpanyası olarak kaldı. Arada sırada tartışmalar ve dedikodular yüzünden ikiye bölündü. Sonra tekrar birleşti. Mınakyan’ın eteği altında, ayrılamayan bir aile gibiydi. Eski, yeni oyuncu demeden herkes ona saygı duyardı
Mınakyan’ın kendi rolleri, Othello, Aktör Kean ve Venedik Taciri’iydi. Benliyan Tiyatrosu’nun operetlerinde de oynamıştı. Benim zamanımdaki rol aldığı oyunlar ise Suzan İmper, Bal Mumundan Heykeller Yapan Adam, Kumarbazın Sonu, Misk Sokağı’nın Cinayeti, Zavallılar, Paris Fakirleri, Paris’teki Eski Elbise Toplayıcıları, Taş Kırıcı, Kan Lekesi, Israrsız Aşık, Delilerin Hekimi, Delilerin Doktoru, Paris Dramaları, Seyyah Yahudi, Çocuk Hırsızı, İntikamcı Anne, Lyon Habercisi, Neyl Kulesi, Serseriler, Kör Faytoncu Jan, Yaşlı Marten’in Diktatörü, Dilenci Kadın, İki Yetim Kız, İki Vebalı, Evin Namusu ve Yaşlı Bir Gencin Romanı idi… Bunların büyük kısmı Tiflis’te ve Bakü’de de oynanmıştır. Kafkaslarda hala oynanır.
Mınakyan’ın ekolü Fransız Frederic Lımet ve İtalyalı Salvini’ nin ekolüydü. Halkı muhakkak heyecanlandırmak ve dramın sonuna kadar götürmek hedeflenirdi ve Mınakyan bunu her zaman başarırdı. Eski tiyatroculara has bir şeydi bu. Yeniler de bunu es geçmezlerdi. Şimdi bunu “formalizm” adıyla anıyorlar. Heyecanlandırmak için mendilini çıkarırdı, ayaklarını titretirdi, sesine ağlamaklı duygu verirdi ve sonuç mükemmel olurdu. Bütün seyirciler ceplerinden mendillerini çıkarıp burunlarına götürürlerdi.
Temsiller alaturka saatle Ramazanlarda akşam 3:30’da başlardı ve sabahın 9’unda biterdi. Alaturka saat ile güneşin batışı 12 idi. Herkes verdiği paranın karşılığını almak isterdi.
Doktorlar Mınakyan’a rakıyı ve nargileyi yasakladıktan sonra temsil sırasında üç dört saat zarfında yirmi tane Bomonti bira bitirmeye başladı. Mınakyan içmesine rağmen oyuncularına içmemesini söylerdi. Oyunun bütün yükü ondaydı. Kendisi farklıydı, kendisi ne yaptığını bilirdi. Kulislerde hep disiplin vardı.
“Vay kendi rolünü bitirdikten sonra gidip seyircilerin arasına oturan oyuncunun haline!” derdi. Oyununu bitiren kuliste kalacaktı. Şişli mezarlığına gömüldü Mınakyan. O zamanlarda mezarlık müdürü tiyatroyla ilgili olduğu için, tiyatroculara ayrı bir yer yapılmıştı.
Sisak Manuk der Krikoryan
Mınakyan melodramların iyi adamıyken Krikoryan ise hep kötü adamıydı. Çok iyi bir oyuncuydu. Sisak, Mınakyan’la hep beraberdi ve Osmanlı Tiyatrosu’nun önde gelenlerinden biri olarak anılır. Türk tiyatroseverler ve aydınlar, hayranlıkla hatırlar onu.
Aliksanyan
Aliksanyan, Osmanlı Tiyatrosu’nda Sisak’ın hastalığından ve ölümünden sonra onun yerini aldı. Sisak döneminde ona rakip oyuncu olurdu hep. Tabi Sisak gibi bir artistin başarısını ondan sonra devam ettirmek zordu. Türk tiyatroseverlerin aklından Aliksanyan dahi Sisak’ın anısını silemedi. Fakat onun yokluğunu çok da hissettirmedi. Çok mütevazı ve iyi bir artistti. Çok nazik bir insandı. Çok az konuşurdu. Kötü karakterleri oynar, bu yüzden sahne üstünde nefret edilirdi. Çok heyecanlı seyircilerin Aliksayan’ın realizm kokan oyunundan etkilenip silah çektikleri ve sahneye sandalye attıkları bile olurdu. O anlarda Aliksanyan oyunu durdurup sahnenin önüne gelirdi. Suflörün yanında peruğunu çıkarıp kendi kelini göstererek:
“Afedersiniz beyler, heyecanlanmayın lütfen. Ben vaaksuni (vatan haini) değilim. Ben Aliksanyan’ım” derdi. Ancak o zaman Anadolulu Ermeni milliyetçiler olayın bir oyun olduğunu anlayıp sakinleşirlerdi. Ben de böyle bir olaya denk gelmiştim. Türkçe Timurlenk oynuyorduk. Aliksanyan da Timur’u oynuyordu. Haliyle gökten inmiş melek gibi oynamıyordu. Orda olan bir Tatar Subay, Timur tiplemesinden memnun kalmamıştı. Silahını çekti. Aliksanyan sakin bir şekilde sahnenin önüne gitti “Beyler af edersiniz, piyesin yazarı ben değilim. Ben sadece oyuncuyum” dedi. Fakat piyesi bitirmek imkânsız oldu o gün. Polis geldi ve oyunu yasakladı. Bir daha bu piyes oynanmadı.
O zamanlar adımız Osmanlı Dramatik Kumpanyası olsa da savaş sırasında bizi Ermeni Kumpanyası olarak algılamaya başlamışlardı. Haliyle bizi istememeye başladılar. Türk halkı siyasi bölücülük suçlamasıyla artık bu oyuncuları yüzüstü bırakmışlardı. O zaman da Aliksanyan, yaşamak ve ailesini yaşatmak için göğsüne taş bastı ve o tiyatrodan uzaklaştı. Naşit ve Hasan’ın komedi tiyatrolarında çalışmaya başladı. Naşit ve Hasan onlara saygısından melodram da oynamaya başlamışlardı. Aliksanyan oralarda Avrupalı rollerde ve Naşit ve Hasan’ın İbiş fesinin yanında çıkıyordu. Bu düşüşü görmek çok hüzünlüydü. Şimdi Şişli Ermeni mezarlığında yatıyor. Aliksayan’ın hanımı İstanbul yakınlarında bulunan Ermeni köyü Bahçecik’ten gelmişti. Mınakyan’ın öğrencisiydi. Türk sahnesine uzun yıllar hizmet etmişti. Hem Osmanlı Dramatik Kumpanyası’na hem de onun dışında olan Türk kumpanyalarında yer almıştır. Darülbedayi’nin oyunlarına anne rolüyle katılmıştır. Mütarekeden sonra İstanbul Ermenileri Dramatik Kumpanyası’nın başoyuncularından biri olmuştur. Şimdi kendi çocuklarıyla Paris’tedir ve oradaki gruplara yardım etmektedir. Rubina Aliksanyan onların kızıydı. Eliz büyük bir kız olduğu için Mınakyan’ın grubunda çocuk rollerini o dönem Rubina oynamıştır. İlerde de İstanbul Ermenileri Dramatik Kumpanyası’nda Zaza’nın kızını oynamış, Paris’te Ermenice oyunlara katılmıştır. En son Mınakyan’ın tiyatrosuna katılmıştır.
Kever Holas
Holas tiyatroya oyuna 5 dakika kala gelirdi. Piyese ya da piyesin yazarına önem vermezdi. Bazen yazarı kenara atıp kendisi konuşmaya başlardı. İyi konuştuğu için herkes mazur görürdü. İyi bir anlatıcı ve filozoftu. Herkes Holas’ı çok sever, sesine ve konuşmasını hayran olurlardı. Ramazan’ın bütün iftarlarında beklenen misafirdi. Bildiği birçok hikâye vardı ve çok güzel anlatırdı. O zamanda başkalarını çeken sözler edebilmek çok değerli bir yetenekti.
Rupen Binemeciyan
Osmanlı Dramatik Kumpanyasının ilk aşığıydı. İkincisi Vahan Şahinyan, üçüncüsü Dülgeriyan’dır. Tabii konuştuğum dönemde Türk amatör gençler henüz Mınakyan kumpanyasına dâhil olmamışlardı. Rupen önceleri suflördü. Sonra artist oldu. Osmanlı Dramatik Kumpanyası’nda hep Mınakyan‘la beraber çalıştı. Edirneliydi. Hep Türkçe konuşurdu. Ermeniceyi sonradan karısından öğrendi. Türk tiyatro severler kendisini, güzel oyununu ve Türkçesini çok sever ve takdir ederlerdi. Komedilerdeki âşık rollerini çok iyi oynardı. Çok iyi bir aile babasıydı. Beş çocuğuna da çok iyi bir eğitim verdi. İki evi vardı. Zengin Ermeni oyuncuların çok ender bulunan bir modeliydi. Bütün hayatını Türk sahnesine adamıştır. Başından beri çok dikkatli bir adamdı. Bir kere şaşırdı. Şansını denemek için Kafkaslara gitti. Belki de Atamyan olmayı hayal ediyordu. Fakat orda kendi rollerinin iyi bir rakibi vardı: Apelyan. O da gençti ve seviliyordu. Binemeciyan onunla baş edemezdi çünkü Ermenicesi o kadar iyi değildi ve ailesiyle birlikte İstanbul’a döndü. Fakat Binemeciyan, ömrünün sonuna kadar Kafkaslardaki hayal kırıklığını unutmadı. Alaycı ve akıllı bir adamdı. Her seferinde genç yeni başlayan oyuncunun hüzünlü bir sahnesi olduğu zaman “Burnunu biraz yukarı çek evladım, başkaları da ağlar” derdi.
Ağavni Binemeciyan
Güzel sesli, bebek yüzlü bir kadındı ve bunun faydasını epey gördü. İlerlemiş yaşına rağmen genç kadın rollerini oynadı. Çok küçük yaşta tiyatroya girmişti. Balelere katılırdı. Osmanlı Dramatik Kumpanyası’nın bütün melodramlarında saf genç rollerini oynamıştır. Komedilerde de rol almıştır.
Eliza Binemeciyan
Ağavni ve Rupen Binemeciyan çiftinin kızıydı. Çok yetenekliydi. Küçük yaşından itibaren tiyatronun içinde büyümüştü. Kumpanyada özel bir yer tuttuktan sonra Darülbedayi’nin de ilk oyuncularından oldu. Mütareke yıllarında İstanbul Ermenileri Dramatik Kumpanyası’nda oynadı. Paris’te yeni çıkmış komedilerin de içinde olduğu, kendi repertuarını getirdi. Kafkas’tan gelen bir partneri vardı. Eliza partnerinin yol göstericisi oldu.
Mikail Çaprastcian
Yetenekliydi ve komik rollerin oyuncusuydu. Fakat Sovyet Ermenistan’ından ayrılarak çok yanlış bir şey yaptı. Yurt dışındaki Ermeni tiyatrosunda zavallı bir hayat sürüyor şimdi. Zamanında dans öğretmeni ve dişçiydi. Birçok kez başka bir grup kurmak için Osmanlı Dramatik Kumpanyası’ndan ayrılmıştır. Her seferinde söz vererek Mınakyan’a geri dönmüştür.
Krikor Çobanyan
Ünlü şair Çobanyan’la hiçbir akrabalığı olmamasına rağmen Hamit döneminde bu benzerlik nedeniyle çok sıkıntı yaşamıştır. Arşak Çobanyan ne zaman Avrupa’da Ermeni devrim hareketine bulaşsa ya da Sultana karşı bir yazı yazsa, İstanbul’daki bütün Çobanyanlar gibi bunun da peşine düşerlerdi. “Paris’teki Çobanyan neyin olur? ‘’Ne akrabalığınız var?” sorularına “Akrabalığım yok, yazılarını okumam!” derdi. Olaylar hiç bir zaman kötü sonuçlanmamıştı ama korkardı. Küfür ederdi lanetli Çobanyan’a. Ama içten içe ona teşekkür de ederdi. İsmi yüzünden de olsa siyasi şeylere karışmış olmaktan biraz da tiyatrocu olduğu için böbürlenirdi.
Çobanyan, Osmanlı Dramatik Kumpanyası’nın komedilerinde rol alırdı. Çok abartan bir insandı ve tiyatronun çok sevilen oyuncularındandı. Türk seyircisi Türkçesi’ndeki Ermenice vurguyu hoş görürdü. Çünkü seyirci yıllardan beri ona alışmıştı. Krikor Çobanyan sonuna kadar Osmanlı Dramatik Kumpanyası’nda kaldı. Mütareke yıllarında İstanbul Ermenileri Dramatik Kumpanyası’na katıldı. Kafkaslardan gelmiş oyuncu Krikor Avedyan’ın rakı arkadaşı oldu. İstanbul Ermenileri Dramatik Kumpanyası Doğuya ve Batıya dağıldıktan sonra tekrar Türk tiyatrosuna döndü. Orda ona baba derlerdi. Çok saygıyla davranırlardı, onu Türk tiyatrosunun en eski kurucularından biri olarak görürlerdi. Eski arkadaşlarını teker teker gömdü. Kendisi de çocuklarının yanına, Amerika’ya gitti. Orada öldü.