Yayına Hazırlayan: Duygu Dalyanoğlu

 Vahram Papazyan hakkında

1888’de Samatya’da doğudu. Mıkhitarist rahiplerin Sakızağacı ve Kadıköy’deki okullarında eğitim gödür. Ardından Venedik ve Milano’da eğitimine devam etti ve tiyatroyla ilgilenmeye başladı. Papazyan’ın almış olduğu eğitimin tiyatrocu olmayı seçmesinde önemli bir yere sahip olduğu görülür. Mıkhitaristler hem Ermenice hem Türkçe oyunlar üretmede öncü rol oynamış ve tiyatroyu halkın eğitimi için önemli bir araç olarak görmüşlerdir.  Papazyan 1908’de eğitimini tamamladıktan bir süre sonra İstanbul’a döndü. İstanbul’a geldiğinde katıldığı bir anma töreninde Abdülhamit’in İstibdat yıllarında yasaklamış olduğu bir şiiri okuyarak ilk kez dikkatleri üzerine çekti. Bu şiir sınıf arkadaşı olan Taniel Varujan’ın Kırım (Çartı) adlı şiiridir. Şiir 1895-1896 yıllarındaki Ermeni kırımını anlatmaktaydı. Papazyan, Samatya’da okul sıralarında bir çocuk iken sokaklarda bu kırımın etkilerine bizzat şahit olmuş bir sanatçıydı. Taniel Varujyan da bu gözlemlerine dayanarak bu uzun şiiri yazmıştı. Vahram Papazyan da 1895-1896 yıllarında hayatını kaybeden Ermenileri anmak için mezarlıkta yapılan bir törende çıkıp bu şiiri okudu. Henüz 20 yaşında bir genç olan Vahram Papazyan’ın İstanbul’da ünlenmeye başlaması böyle gerçekleşmiş oldu. 

Papazyan yıllar sonra Sovyetler Birliği’nde kaleme aldığı iki ciltlik Geriye Bakış (Hedatartz Hayyatsk) adlı otobiyografisinde, İstanbul dışında, İtalya, Fransa ve Rusya’nın sahnelere çıktığı önemli şehirlerindeki tiyatro ortamını detaylı bir şekilde anlatır. Burada anlatılanlardan anladığımız kadarıyla, Papazyan 1914 yılında Venedik’e geri dönmüştür ve orada yaşamaktadır. Bu sırada Avrupa’da savaş patlak verir ve Papazyan aldığı bir teklif üzerine Rusya’ya gitmeye karar verir. Yolculuk ettiği gemi İstanbul’dan geçerken 1. Dünya Savaşı koşullarında gemiye el koyulur. O sırada Papazyan da dostu ve üstadı olarak kabul ettiği Mınakyan’ı ziyaret etmeye karar verir. Mınakyan bir oyununda rol alması için ona ısrarda bulunur, o da kabul eder. Ancak oyun günü tiyatroya polisler gelir ve Papazyan’ı sorarlar. Tiyatrodaki Müslüman çalışanlardan birisi polisleri oyalarken ve Vahram Papazyan arka kapıdan kaçar. Vahram Papazyan anılarında bu anı, ‘‘üzerimde kostümlerle kaçtım, kendimi iskeleye attım. 1-2 gün bir yerde saklandım ve bir vapura atlayıp kaçtım’’ diye yazmıştır. ‘‘Yıllar sonra İstanbul’a dönüp o Türk çocuğu gördüm; ona o kadar çok işkence etmişlerdi ki, benim yaşlarımda olmasına rağmen oldukça yaşlı görünüyordu, çalışamaz durumdaydı.’’ Vahram Papazyan onun için bir tatlıcı dükkânı açar. ‘‘İşte böyledir dünya, Türkler vardı beni kovalıyordu, Türkler vardı beni kurtarıyordu. İşte ben bu güzel insanlar sayesinde hayattayım.’’ diyor anılarında. Savaşın bitmesiyle beraber, 1918’de İstanbul’a geri döner. Bir süre Kınalıada’da kardeşinin evinde kalır. Kınalıada’da o yıllarda faaliyet gösteren bir Ermeni Tiyatrosu’nda rol alır. 1921-22’de kesin olarak Ermenistan’a yerleşir. Gitmeden önce 1920’lerin başında Muhsin Ertuğrul ile birlikte İstanbul’da çeşitli filmlerde roller alır. Fakat gidiş o gidiş olur ve bir daha Türkiye’ye geri dönmez. 

Papazyan Türkiye’den ayrıldıktan sonra sadece Ermenistan’da yaşamamıştır. Rusya’nın farklı şehirlerinde sahneye çıkmıştur. Özellikle Othello rolü ile meşhur olur, Rusçası çok iyi olmadığı için diğer oyuncular Rusça oynarken o rolünü Fransızca ya da Ermenice oynar. Hatta SSCB döneminde sanatçıların yurt dışına çıkması yasakken bile yurtdışında çıkmayı sürdürür, farklı ülkelerde oyunlarda oynar. 1968’de Erivan’da hayata gözlerini yumar.

Vahram Papazyan gibi İstanbul’dan Ermenistan’a kaçan ve yerleşen bir oyuncu daha var: Hıraçya Nersesyan. Adapazarı doğumlu olan bu oyuncu o yıllarda İstanbul’da Vahram Papazyan kadar ünlü değil, fakat sonradan Ermenistan’da tanınan ve sevilen bir oyuncu oluyor. İşte bu iki İstanbullu samimi arkadaş beraber Ermenistan’a yerleşiyorlar. Bugün Ermenistan’da bu iki oyuncunun adı birlikte anılmaktadır. Sevan Değirmenciyan, Hıraçya Nersesyan’ın oğlu edebiyatçı Levon Nersesyan ile tanışma şansını bulmuş ve ondan şu hikâyeyi dinlemiştir: ‘‘Babam ölüm döşeğinde yatarken bir gün Vahram Papazyan geldi, elinde iki kağıt parçası vardı. ‘Gidiyoruz Hıraçya! Vizelerimiz geldi, İstanbul’a gidiyoruz!’ dedi.  Hepimiz bunun babamı sevindirecek bir yalan olduğunu biliyorduk. Ama bu iki adam ömürlerinin sonuna dek acaba bir daha İstanbul’u görecek miyiz diye yaşadıler.’’

Gönlümün Borcu (Sırdis Bartkı, 1958)

Bu eser, Papazyan’ın Türkiye’de birlikte tiyatro yaptığı ya da tanıdığı aydınlara gönül borcunu ödemek için yazdığı bir anı kitabıdır. Yazıldığı yıllarda Sovyet Ermenistanı’nda 1915 üzerine konuşmak yasaktı, Vahram Papazyan da bu kitabı yazarak 1915 üzerine üstü kapalı da olsa konuşmuş oldu. Aralarında Yenovk Şahen, Krikor Zohrab, Siamanto, Taniel Varujan, Rupen Sevag gibi 1915’te hayatını kaybeden aydınlara dair anılarını yazmıştır bu kitabında. Ayrıca kitapta hayatını daha ileriki yıllarda kaybeden Sibil, Hrant Asadur, Dikran Gamsaragan, Yervant Odyan, Teotig, Hayganuş Mark gibi aydınlara dair anıları da mevcuttur. Papazyan bu kitabı kaleme alırken kuru kuru olayları yazmamış, oldukça edebi ve ağır bir dil kullanmıştır. Bu anı kitabının tiyatrocu Yenovk Şahen ile ilgili olan bölümü şöyledir:

Acılar bir halkın başına yağmur gibi indiğinde o acı geçmiyor, buharlaşıp uçmuyor, toprağın üstünde kalıyor. Her şeyi unutan ve gizleyip örten denize doğru akmıyor, hep kalıyor. Bu acı damla damla toplanıp, o halkın kalbinde bir göl oluşturuyor. O kalp ne kadar büyükse o kadar büyük ve derin olur o kalpteki nefretin gölleşmesi… İşte bu kalplerden biri de Yenovk Şahen’in kalbi idi. Orada acı sadece yüzyılların kini ve nefretini sıkmamıştı. Kendisi de severek, sabırla o acıyı içinde büyütmüştü içinde ve milyonların kalbinde oluşan isyandan çıkan büyük, tükenmeyen bir şadırvana döndürmüştü o kalbi… Daha sonra bu şadırvan büyüyerek aristokrat bir kızgınlığa dönüştü ve bir şelale gibi aktı…

Yenovk Şahen - 1915Yenovk Şahen meyveleri ile ünlü Bahçecik’te (Bardizak) doğmuştu. Zavallı ve fakir bir ailenin çocuğu idi. Annesi ve kardeşi ile memleketini bırakıp İstanbul’a gelmişti. Nedendir bilinmez, içinde kendisinin de farkında olmadığı bir isyan, bir kızgınlık vardı. Kötülüğe karşı mücadele etmek, kavga etmeyi öğrenmek için gelmişti belki de İstanbul’a. Yenovk gibi bir ruh anlaşılamama tehlikesi ile karşı kaşıyaydı. O belki de geç kalmış bir faziletin çığlığı olarak o günün şartlarında komik kalabilirdi. Ve kaldı da. Kendi kimliğini çoktan kaybetmiş bir toplumda imkânsız bir adalet için düşsel değirmenlere karşı mücadele etti, La Mançalı şövalye Don Kişot gibi… Yenovk Şahen, Don Kişot’un İstanbul’daki hatırasıydı belki de.

Yenovk’u anlamak için onun annesine bakmak lazım. Her anne oğlu için bir başlangıçtır. Bir kitabın önsözü gibidir, okuyucu kitabı bir gülümseyiş ile açar. Bazı önsözler vardır bütün kitabı açıklar. O güzel önsözler ise o kitabı sadece anlatmaz aynı zamanda kabul edilir kılar. Öyle bir önsöz ki, o olmadan kitabı farklı dillere çevirmek imkânsız. Kitabı bitirip kapağını kapattığında şüpheye düşersin, kitabı mı bitirdim yoksa önsözünü mü okudum diye. İşte Yenovk Şahen’in annesi de böyle bir kadındı. Cesur kadınların güller gibi açtıkları Bahçecik’ten İstanbul’un ultra-Avrupalı semti Pera’ya giden oğlunu takip etmişti. Kendi geleneksel elbisesinden ödün vermeden… O küçük kadın parlayan yeşil gözleri, şalvarı ve boncuklu yazması ile adeta kavga arayan bir horoz gibi toplantılarda, sokaklarda, meydanlarda Yenovk’un peşinden gezerdi. Sütlaç gibi buruş buruş yüzü ve solgun yanakları vardı. O solgun yanakları bir kırım ya da sürgün haberi aldığında cehennem karanfili gibi yanardı. Böyle anlarda patlamaya hazır bir bomba gibiydi, onunla bir tartışmaya girmek bir yana dursun dediklerini kabul etmemek bile imkânsızdı. Bu yaşlı kadın sadece Yenovk’un önsözü değil doğanın yarattığı o kitabın ihtişamlı sonsözü idi. 

Halkımızın büyük çoğunluğunun kırımı ile sona erecek olan 1. Dünya Savaşı’ndan bir sene önceydi. Kafkasya’ya gitmeden birkaç gün önce Yenovk Şahen’i ziyaret etmek istedim. Beşiktaş’ın yukarısında, Şişli sınırında, yüksek duvarları olan, meyve ağaçları ile süslenmiş bir evin bodrum katında yaşarlardı. Ziyaretim esnasında Yenovk’u da beraberimde Kafkasya’ya götürme niyetinde idim, Yenovk’u orada daha büyük tiyatro imkânları olduğunu söyleyerek kandıracaktım ve Kafkaska’ya götürecektim. Ama tüm çabalarım boşunaymış. Yaşlı kadın kızgınlıkla bana baktı ve beni yolcu ederken fısıldadı: ‘‘Sen oyuncisin, oyunci kal ama Yenovk’um devrimcidir, o hep barikatların üzerinde kalacak. Eğer seninle Rusya’ya gitse bu kadar adaletsizliğin intikamını kim çıkaracak, sen işine git oğul!’’

Bir-iki yıl sonra ümitsizliğe kapılmış, hayal kırıklığına uğramış bu yaşlı kadın oğlunun ölüm haberini aldığı zaman kendi eli ile intikam almak istedi. Bir gece kaldığı evin sahibi bir eğlence düzenlemişti. Üzüntülü anne ise bodrum katında oğullarını acısını yaşıyordu. Bahçedeki güzel meyve ağaçlarından birini ateşe verdi. Çünkü üst katta eğlenen adam Türk zaptiyesinde memur idi ve Abdülhamit döneminde Talat Paşa hükümetinin sağ kollarından biriydi. 24 Nisan’daki Ermeni aydınlarının kırımından sorumlu olan biri idi. Bütün ev küle döndükten sonra görevini yerine getirmiş, belki de vicdanı rahatlamış biri olarak bahçedeki ağaçlardan birine, Yenovk’un her gün giydiği siyah paltosundan ördüğü iplerle kendini astı. Tekrar İstanbul’a döndüğümde, 1921 yılında, o evi ziyaret ettim. O meyve bahçesi damadın gelmesini boşuna bekleyen üzüntülü bir gelin gibi beyaz ve pembe çiçekler ile süslenmişti. O güzel evden geriye küle dönmüş odunlar kalmıştı. Kapıda duran Türk bekçi korkulu bir hayranlık ile anlattı tüm bunları bana. Kuran’dan bir alıntı yaptığını söyleyerek şunları söyledi: ‘‘Efendi, kadın sana karşı iyiyse cennet meyvesidir, ama içinde intikam varsa Azrail’den daha keskin cehennem şeytanıdır.’’

Genç bir delikanlı iken hafta sonunu ailem ile geçirip, her pazar gün batarken Kadıköy vapuru ile Moda’daki Mıkhitarist okuluna dönerdim. Galata İskelesi’nde vapuru beklerken benden biraz büyük gençlerin, yeni çıkan bıyıklarını kıskançlıkla seyrederdim. Benim üst dudaklarım da o bıyıkların tatmin edici gölgesini bekliyorlardı. Kavrulmuş kestane ya da dondurma yiyerek vakit geçiren o kalabalık arasında gözüm her zaman, benden biraz büyük bir gence takılırdı. O genç, her zaman biletçi kulübesine yaslanmış olurdu. O silüet hep diğerlerinden farklı gelirdi bana. Çelik kıvılcımlar saçan yeşil gözleri, tertemiz tıraşlanmış yüzü bende ilgi uyandırırdı. Bıyık bırakan diğerleri onu biraz da aşağılarlardı belki de. Bense bıyık bırakmak varken neden tıraş olduğunu merak ederdim. Gemi, Galata İskelesi’nden uzaklaşıp, Haliç’ten çıkıp, Sarayburnu’nun altın kubbeli köşklerini geçip, Adalar’a selam vererek Haydarpaşa İskelesi’ne yanaşırdı. Artık karşı gelmekten yorulmuş güzel bir kadın gibi, bin bir nazla Kadıköy İskelesi’nde dururdu. Gürültülü bir ayin eşliğinde, kalın halatlarla iskeleye bağlanırdı bu gemi. Bu esnada yeşil gözlü bu genç kimseye bakmaz, hiçbir şey görmezdi. Sanki etrafında olup bitenler karşısında sağırdı, kördü. Gemi yanaştığında şapkasını çıkarır, dalgalanan saçlarını rüzgârlara teslim ederdi ve gözünü ufka bile dikmeden yürürdü. Sanki hiç kimsenin görmediği bir şeyi görüyordu. Bu şeyin peşinden gitti hep. Kanlı ayaklarla hep onun peşinden gitti ama yetişemedi…

Gemiden indiğinde Mühürdar’a kadar büyülenmiş bir şekilde onu takip ederdim. Orada yaşıyordu, ben de onu evine ulaştırıp Moda’ya kendi okuluma giderdim. O eski evin yarı açık kapısından çıkan annesinin ‘‘geciktin oğlum, gözüm yollarda kaldı’’ dediğini duyduğumda ben de kendi yoluma giderdim. İşte bu kadının yeşil gözlü oğlu Yenovk idi. Bahçecik’ten İstanbul’a gelmişti ve Mınakyan’ın yanında oyuncuydu. Oyunculuk, açıklanamayan heyecanlarla yüklü bu kalp için kendini var etmenin tek yoluydu. Gizli saklı suçlarla kokuşmuş bir vicdan için itiraf ya da dua ne ise oyunculuk da Yenovk için oydu. İşte bu arayışı yüzünden oyuncu olmuştu. Kesinlikle sanata zıt bir insan olmasına karşın kötü dünyanın unutuşunu sanatın düşsel dünyasında bulmuştu.

1908 ya da 1909 yılı idi. Ben o zamanlar tiyatroya yeni başlayan bir amatördüm. Yenovk Şahen’in tertiplediği bir oyuna katıldım ama hangi tiyatroda olduğunu hatırlamıyorum. Sadece Pera’da olduğunu hatırlıyorum. Hugo’nun saf melodramlarından birisini oynuyorlardı, daha doğrusu oynadıklarını sanıyorlardı (1). Yenovk milletini yıkan siyasete karşı nefretini, saray soytarısı Triboulet’nin ağzından kusmaktaydı. Bu saray soytarısının tek mutluluk kaynağı kızı idi fakat kral kızını kaçırmış, kirletmiş ve onun ölümüne sebep olmuştu.  Triboulet kiralık katil tutmuştu ve kralın cesedi bir çuvalın içinde önüne gelmişti.  Final sahnesinde Triboulet’yi oynayan Yenovk’un zafer kazanmış ayaklarının altında kralın cesedi bulunduğunu sanmakta ve ona nefretini kusmaktaydı. Hâlbuki çuvaldaki kızının cesedi idi. Yenovk kendinden geçmişti, oyuncu Yenovk sahneden gitmiş yerini adeta isyankar Yenovk’a bırakmıştı. Hugo’nun metni gitmiş tiyatro yerini siyasete bırakmıştı. Kral François I, Sultan Abdülhamit’e döndü, bir süre sonra 2. Wilhelm oldu ve bunu Avrupa’nın bütün impratorları sırası ile takip etti. En son sıra Rus Çarı’na geldi. Seyirciler şaşkınlıktan taşa dönmüştü, korkudan dilleri tutulmuştu, koltuklarında hareket bile edemiyorlardı. Sonra bu durum yerini kahkahaya bıraktı. Artık oyuna ciddiyetini kazandırmak imkânsızdı. Seyirciler arasından bağırışlar, çağırışlar yükseliyordu; kimisi kahkahadan kırılıyordu. Triboulet Yenovk da bunlardan cesaret alıp yeni yeni replikler söylemeye başlıyordu.  Önce Habsburg Kralı’nı andı, daha sonra Ermeni Kilisesi’ne taş attı, ardından Rum Patriği’ne dokundurdu sonra da Surp Pırgıç Hastanesi’nin yönetim kurulu ve Pera’daki Surp Yerrortutyun kilise yönetim kurulu nasibini aldı. Sinirlenmiş bir şekilde sahnedeki çuvalı tekmelemeye başladı. Çuvalın içinde de kızı rolündeki Eliza Binemeciyan vardı. Zavallı kız! O da ‘‘yardım edin, boğulacağım’’ diye bağrıyordu. Binemeciyan’ı kulisten sahneye atlayan oyuncular kurtardı ve perde gülüşler, alkışlar, protestolar ve sloganlar eşliğinde indi. 

Bu perde bir daha Yenovk Şahen’in tertipleyeceği hiçbir oyun için kalkmayacaktı! O tiyatroya girmesi yasaklanmıştı. Yenovk Şahen sonrasında kendi yaptıklarının sonuçlarından korktu. Bu olaydan sonra oyunculuk yapmaya devam etti ama bir daha oyun organize edip tiyatro sahipleri ile muhatap olmadı. 2. Meşrutiyet’in karışık politik ortamında bu olay çok da problem çıkarmadı. Fakat Mınakyan bu olayı duymuş ve kendinden geçen bu oyuncuya tiyatrosunun kapılarını kapatmıştı. Yenovk da o dönem yeni kurmakta olduğumuz Ermeni Dram Kumpanyası’na dadandı. O tiyatronun kurucusu bendim ve Yenovk adeta bana yapıştı. Ama ben bundan hoşnuttum. Böylesine dizginlenemez bir karakter ile birlikteydim. Deli olduğunu söylerlerdi. Bazen hak verirdiniz. O yıllarda –sadece o yıllarda mı acaba- kendimi akıllı olmayanların safında gördüğüm için sevdim o deliyi bir akıllı gibi… O da bunu hissetti. Yıllar zarfında aramızda öylesine bir bağ oluştu ki Yenovk’un deliliklerini dizginleyebilecek, ona yön verebilecek sadece ben vardım.

Benim de dalgacı, yaramaz karakterim olduğu doğrudur. Benim zavallı, saf ve iyi niyetli arkadaşımın başına bazı çoraplar ördüğüm de doğrudur. Hangisini anlatayım? Bir tanesi Türk mezarlığındaki Hamlet provasıydı…(2) Bu, benim zavallı dostumun maruz kaldığı kötü şakalardan yalnızca biriydi ama o beni kardeşçe affetti.

Yenovk ‘‘deliyse de cesur bir deliydi’’ demek lazım. Dünya adaletini koruyan Don Kişot’a o kadar benzemişti ki onun bir hatırasıydı sanki. İstanbul’un bütün serserilerinin, dolandırıcılarının korkulu rüyasına dönüşmüştü. Deli, Yenovk için lakap gibi bir şeydi neredeyse. Bazen de deli diye kimse onunla uğraşmıyordu. Bu karakteri ile cemaatin başına dert olmuştu. Kimisi tipini de korkunç bulurdu. Yemyeşil gözleri cehennem feneri gibi yanardı, eski ve birçok yerden yamalı siyah pardösüsü sol omzundan düşmüş, elinde bir çınar ağacından kopartılmış bastonu ile toplantılarda birden ortaya çıkardı. Vay dolandırana, vay yetimlerin hakkını alan dükkâncıya… Kendi milletini sevmeyen serserinin vay haline… Kim cüret ederdi Yenovk’dan yediği dayak için karakola gitmeye. ‘‘Delidir’’ derlerdi. İstanbul polisi de kendi sağlıklı başına bela almak istemezdi. Polisler ona ‘‘Bahçecikli Fedai’’ lakabını takmışlardı.

3000 yıllık geçmişi olan İstanbul’un bakımsız pek çok yeri, deliği, lağımı vardı. Galata ve Haliç kıyıları da öyleydi ama Yenovk oralarda gezinmeyi pek severdi. Oralarda muhakkak bir kavga arardı. Bazen kendi oyuncu arkadaşlarını yani bizleri de kandırır oraya götürürdü. Ben, o semtlere gittiği zaman Yenovk’a eşlik etmeyi çok severdim. Benim de arka sokak hayatına çocukluğumdan beri çok merakım vardı, o yüzden Yenovk ile oraları gezmek hoşuma giderdi. Bir gece, Galata’nın zavallı bir tiyatrosunda, hangi oyundan sonra olduğunu hatırlamıyorum, itaatkâr ördek sürüsü gibi Yenovk’un kavgacı paltosunun peşinden gidiyorduk. Mumhane’den Haliç’in içlerine kadar… Yenovk bize daha oyunun ilk sahnesinde çıkışta nasıl bir kavga olacağını anlatmıştı. Biz de onun peşinden kavgaya gidiyorduk. On iki kişiydik. Ben hemen Yenovk’un topuklarına sarıldım. Diğerleri, kollarından girmişti. Kortejin en sonunda da tiyatronun müdürü Sarkis Efendi arkasında eşeği ile geliyordu. Karanlıkta, çamurların içinde yaklaşık bir saat yürüdük. Yağmur yağıyordu. Hepimiz ıslanmış kargalara dönmüştük. Oyundan yeni çıktığımız için yüzümüzden makyajımızı da silememiştik, yarı çıplak halimiz ile kavgaya giden erkekler dışında her şeye benziyorduk. Ama Yenovk’un söz verdiği kavga gerçekleşmedi çünkü kahramanımızın bütün düşmanları bizim aristokrat yürüyüşümüzden korkup, karanlıkların içinde kaybolmuşlardı. Kendimizi bir açık bir meyhanenin önünde bulduk ve gece gece şüpheli bir kavganın peşinden koşmaktansa oyun sonrası açılan iştahımızı tatmin etmek için içeri girmeyi tercih ettik. Kasımpaşa’daydık. Meyhanenin yakınında bulunan Ulu Cami’nin saat kulesi 3’ü vuruyordu. Çok kirli ve büyük bir masanın etrafında oturduk. Dükkânda bizim dışımızda başka müşteri yoktu. Ocakta kömürlerin üstünde kelle vardı. Dükkânın sahibi yağlar içinde kaybolmuş yaşlı bir Türk idi.  Kasanın arkasında günün hasılatını sayıyordu. Şişlerden çıkarıp hepimizin önüne bir kelle koydu. Yemeğe başladık. Ne dilleri vardı ne de beyinleri vardı. Sarkis Efendi şaka ile karışık bu duruma dikkat çekti. Meyhaneci’den ‘‘bunun ne dili var ne de beyni’’ diyerek hesap sordu. Para saymak ile meşgul olan adam içi kötülük dolu kafasını kaldırarak, ‘‘efendim bunlar Ermeni koyunlarının kelleleri, ne beyinleri ne dilleri var’’ dedi. Yediklerimiz boğazımızda kaldı. Hepimiz kudurmuş halde olan Yenovk’a baktık. Sanırsın onun şakaklarına kül atmışlardı. Beti benzi atmıştı. Yeşil gözleri cehennem alevlerine dönmüştü. Bir ses çıkardı, başının asi bir hareketiyle saçlarını geriye attı. Dağlı elleri alnından ölüm terlemesi gibi akan soğuk damlaları sildi ve bizden yemediğimiz bu yemeğin parasını topladı. Kasanın arkasında duran adamı çağırdı. Hafif bir titreme hissediliyordu sanki ama tüm bunları çok sakin söylemişti. Kuruşları adamın avucuna bıraktı. Sağ elini de kemerine götürerek ‘‘doğrusun ağam ama Ermeni koyunlarının arasında koçlar da vardır. Gerçi bunların beyinleri ve dilleri yok ama boynuzları var. İşte bunun gibi’’ dedi. Sağ eli bir şimşek hızı ile kemerine uzandı, bıçağı çekti ve adamın dazlak kafasına indi. Sol eliyle de sandalyeyi tuttu ve duvarda asılı lambayı kırdı. Biz korkmuş hayaletler gibi dışarı çıktık ve sokağın karanlığında eridik, arkamızdan bir köpek uluyordu. Artık o dükkândan çıkan tek ses buydu… Bu olayın her hangi bir sonucu olmadı. Ama o olaydan sonra gece gezilerimizden Kasımpaşa muhitini çıkardık.

Benim deli arkadaşımın başına ördüğüm çoraplar çoktur. Onun enteresan bir huyu vardı, biraz maçoydu. Gelin görün ki, 1910 yılının yazında Mısır yolunda İzmir’de duraklamıştık. Orada kalıp bir ay boyunca oyunlar oynadık. Yenovk, adeta beceriksiz bir sinek gibi bir Rum kızının gür ve siyah saçlarının içinde kalıverdi. O kız da bizim kaldığımız otelin karşısındaki evde kalıyormuş, onu pencerede görmüş. Bir ay boyunca o meçhul kızın penceresinin altında beş adım gitti geldi. Ama kızın kendi sebep olduğu bu olay hakkında en ufak bir fikri yoktu. Arkadaşları, özellikle de ben, onun aşık olduğunu hissettik. Arkadaşlar da kahramanın şanına yakışır bir şaka yapmayı önerdiler. Şehrin en uzak köşelerine randevu ayarlayan mektuplar her gün Yenovk’un adresine yağıyordu. Mektupları ben yazıyordum ve postaya veriyordum. Şehrin dili o dönem Fransızcaydı ve bu bizim kahramanımızın bilgisinin dışındaydı. Dolayısıyla kendi yazdığım mektupların tercümesini de ben yapıyordum. Mektubu postacının elinden alır almaz aşkından deliye dönmüş Romeo gibi derdine derman bulmam için yanıma koşuyordu. İzmir çok büyüktü, sayısız semti vardı. Yaz ayı olmasına rağmen bizim aşktan deliye dönmüş kahramanımız yorgunluk nedir bilmiyordu. Zavallı âşık bugün Kordelis’e (Karşıyaka) koşuyordu, öbür gün Buca’ya… Düşünün bu semtler birbirlerinden saatlerce uzaktaydı. Güzel şehrin zengin mesire yerlerine gidiyordu ve kızın gelmesini bekliyordu. Ümitsizce geri döndüğünde otelde onu bekleyen başka bir mektup buluyordu. Matmazel, özür dileyen bir mektup yazmış ve ertesi gün için başka bir semtte yeni bir randevu vermiş oluyordu. Fakat aşığın sabrının sonu yok… Kudurmuş Yenovk bir gün kendisine gelen yirmiden fazla mektubun hesabını sormak için kızını evine gitmiş. Sonucu felaketti. Kandırılmış, deliye dönmüş kahramanımız Matmazel’in evinde olayı anladıktan sonra geleneksel sopası elinde olayın faillerinin yani bizim peşimize düştü! Eline geçeni dövdükten sonra adımlarını beni, yani komedinin saygıdeğer yazarını, bulmak için sahile doğrulttu! Ben de olanlardan bihaber spor kulübünün üst katında eskrim yapıyordum. Tanrı bilir bu olay nasıl bitecekti. Ben onun nasıl geldiğini ve gözlerindeki kıvılcımı gördüm. Gülerek yanına gittim, ona arkadaşça sarıldım ve kulağına şunları fısıldadım: ‘‘Sevgili Yenovk bu daha ne ki, büyük oyuncular bunlardan daha kötü şakalara maruz kalmışlardır. Salvini, Rossi hatta bizim Atamyan… Neden sen bundan mahrum kalasın ki? Sen bütün bu isimlerden daha büyük oyuncusun’’. Bu olay da oyundan sonra güzel bir yemek ile sona erdi.

Ben Yenovk hakkında daha çok konuşurum. Kendisine adanmış bu satırlara nokta koymak aslında kalbim için ölümcül bir yara, o yüzden son vermek istemiyorum. Bu anlaşılmaz, adalete susamış büyük ruh kalem insanı değildi. Doğrudur, ne bir sanat insanıydı ne de bir düşünce rahibi idi. Belki de insanlar ‘‘bu kitabı oluşturan diğer soylu şehitlerin arasında bu haydutun, bu fedainin ne işi var?’’ diyecekler. Ama bu yanlış bir fikir olur. Çünkü Yenovk diğerlerinin düşündüklerinin ya da kurguladıklarının uygulayıcısı oldu. Kişinin ölümünün onun hayatına uygun olması ender rastlanan bir durumdur. Birçok zengin fakir ölür, hayatını savaşlarda geçirmiş birçok asker yatağında can verir. İskelete dönmüş, zavallı, ölümü bekleyen bir insan bir ay önce gül dudakları ile bir güzel bakireydi belki de ya da duvar altında açlıktan ölen dilenci birçok evi olan bir zengindir zamanında… Benim Yevonk’um, cesur ve deli arkadaşım kendi zengin hayatına layık bir ölüm ile öldü. Bu çok anlamlı, fikirler ile zengin kitabın son satırı, önsözün sonu oldu. Buruşmuş suratlı, şalvarlı, yaşlı kadının bir devamıydı Yenovk…

Sevgili okuyucu, edebiyatta anlatılanın tersine Yenovk’un ölümü ile ilgili şunu duydum ve bu rivayete daha çok inanıyorum: Yenovk,  Zohrab, Tolayan, Gomidas ve diğerleri ile beraber kırbaç altında önce Bursa’ya, sonra da Mezopotamya’ya giderken kudurmuş ve kelepçelerini kırarak iskelenin tutukluları görmek için oraya gelmiş olan topluluğun üzerine atlamış. Yumruklarıyla, dişleriyle ezmiş, yırtmış… Ta ki şaşırmış kitle kendine gelip onu linç edene kadar… Bedeni şehrin köpeklerine yem olmuş.