Türkiye’de batılı anlamda tiyatronun öncü ve kurucu ismi. İlklerin adamı. Türkiye’ye ışıklandırmayı, dimmer’i getiren ilk adam olmaktan tutun da pek çok önemli tiyatro rolünü ilk kez Türkçe oynamaya, pek çok batılı tiyatro yapıtını ilk kez Türkçe oynatmaya, ilk çocuk tiyatrosunu ve eğitimini başlatmaya kadar her yerde onun ismi vardır. Tiyatromuzda disiplin ve eğitim denince akla ilk o gelir. Şehir Tiyatrosu ve Devlet Tiyatrosunun kuruluşu deyince yine ona rastlarsınız. Okkalı tiyatro binalarımızın kuruluşunda bir şekilde payı olmuştur. Bu yüzden olsa gerek Türkiye’de tiyatro denilince pek çok kesim için akla ilk o gelir…

Tiyatro Boğaziçi’nde Fırat Güllü’nün yazdığı  ve Boğos Çalgıcıoğlu ile birlikte oynadığı“İki Adam, İki Dünya, Tek Sahne” adlı projeyi geliştirmek üzere çalışmalar yürütmekteyiz. Bu yüzden portaldeki köşemi bir süre kendisi hakkında yazılara ayırmak istiyorum… Bu yazı dizisi yaptığımız araştırmaların bir dökümü olarak da değerlendirilebilir. Buyurun efendim…

Nüfustaki ismi İbrahim Muhsin. 1892 doğumlu. Babası Osmanlı Devleti Hariciye Nezareti’nde saygın bir veznedar. Ecnebi büyükelçilerin pek çoğu ile selamı sabahı var. Muhsin Ertuğrul işte bu zat-ı muhteremin ikinci karısının altıncı ve en küçük oğlu. Babanın ilk eşindense iki çocuğu var.

Baba Hüseyin Hüsnü Bey’in ikinci eşi Alman asıllı. Fatma Verdrih… Evet Muhsin Ertuğrul’u biliyordum ama bunu bilmiyordum diyenlerinizi duyar gibiyim. Maalesef bu konu Muhsin Ertuğrul’un anılarında, yazılarında vs. yer almıyor. Biz de bu mevzuyu önce Muhsin Ertuğrul’un çağdaşı  ve tiyatrocu dostu Vahram Papazyan’dan duyduk efendim. Vahram Papazyan anılarından Muhsin Ertuğrul’dan “annesi Almandı” diye söz ediyordu. Sonra da Efdal Sevinçli’nin Muhsin Ertuğrul araştırmaları arasında bu bilgiye rastlayınca konu kesinleşmiş oldu. Şehir tiyatrolarının sicil kayıtlarında Muhsin Ertuğrul’un nüfus bilgilerinin bu şekilde yer aldığı söyleniyor Efdal Sevinçli tarafından.[1] Böylelikle Muhsin Ertuğrul’un hayatının pek çok safhasında onlarca kez Almanya’ya gidişi, Alman tiyatrosu üzerine gözlemleri ve deneyimi bir yere oturmaya başlıyor. Eh, oralarda dil problemi çekmiyor olsa gerek. “Ulusal tiyatromuzun” baş mimarının yarı Alman oluşu tiyatro tarihimizde pek de açık bir şekilde değinilmeyen, ifade edilmeyen bir gerçek. Hatta bunda Muhsin Ertuğrul’un kendisinin de bir payı olduğu pekala söylenebilir.

Eğitiminde ise ikinci dil olarak Yunancayı öğrenmiş.

Baba Hüseyin Hüsnü Bey ilginç bir kişiliğe sahip… Güvenilir, az konuşan, dedikodusu olmayan ağır başlı bir insan. Hobileri olan bir şahsiyet. Yağlı boya resim yapmak ve küçük vapur oyuncaklar yapmak gibi. Babasının dizinin diplerinin ise Muhsin Ertuğrul’un tiyatroyla tanışmasında ciddi bir payı var. Muhsin Ertuğrul tiyatronun her türlüsünü daha çocuk yaştan izleme şansına babası sayesinde sahip oluyor. Orta oyunundan, Karagöz’e, Mınakyan Efendi’nin batılı tiyatro oyunlarına kadar her çeşidini izleyebiliyor… Kendisinin anılarında bu dönemden şöyle güçlü bir fotoğraf kalmış.

“Iago, siyah giysileriyle Arap kıyafetindeki Othello’nun arkasında dolaşıyor, eli ucu iğnelerle dolu bir topuz değnekle ve kemanın tremolasıyla sanki Othello’nun beynini karıştırıyordu.”[2]

Sözsüz Othello, müzik eşliğinde pandomima gösterisi halinde oynanıyor… İşte Muhsin’in tiyatro denince küçüklüğünden ilk aklına gelen kare bu.

Yeri gelmişken belirteyim, Tarık Dursun K’nın Muhsin Ertuğrul hakkındaki “Bağışla Onları” adlı güzel bir kitabı var. Kitap Muhsin Ertuğrul’un hayatındaki şahsiyetlerin “o”nu anlatması üzerine kurulu. Roman ilk olarak Muhsin Ertuğrul’un babasının gözünden başlıyor. Baba Hüseyin Bey, isim verilmeden halim selim bir memur, tiyatro eleştirimizdeki yaygın tabirle “bir küçük insan” olarak betimleniyor. Fakat ne Muhsin Ertuğrul’un anıları ne de babası hakkındaki olgusal veriler böyle bir tipe uygun düşmüyor. Okuduğumuz kaynaklardan benim kafamda biraz daha nevi şahsına münhasır bir adamcağız şekilleniyor. Örneğin Ayşegül Çelik’in “Ölmeyi Bilen Adam” adlı biyografi romanındaki baba anlatısı gerçeğe daha uygun düşüyor. Bu arada sülalede bir “tuhaflık” olduğunu da not edelim. Hüseyin Hüsnü Bey’in babası Haririzade Hacı Hüsnü Ağa müthiş zengin bir şahsiyet. Ama buna rağmen sıkı durun, evlatlarına hiç bir miras bırakmıyor, mal varlığının hepsini evkafa bırakıyor… “Ben bu dünyaya malsız mülksüz geldim, çocuklarım da kendi hayatlarını kendileri kazansılar” diyerek. Disiplin ve ilkeli hayat duruşu önemli ölçüde aile boyu anlaşılan.

Küçük Muhsin’in tiyatro sevdasının tohumları ise 2.Meşrutiyet yıllarının deli dolu tiyatro ortamında filizleniyor. Hani tiyatro katliamcısı[3] ve sansürcüsü Abdülhamid’in alaşağı edildiği meşrutiyet yılları. Muhsin Ertuğrul bu yıllarda 16 yaşında. Üç kişilik arkadaş grubuyla izledikleri aktörlerin okulda taklitlerini yaparak vakit geçirmeleri en büyük eğlencelerinden. Kim bu aktörler? Pek çoğu dönemin ünlü Ermeni oyuncuları… Bunların arasında Avrupa’da tiyatro eğitimi almış, Osmanlı’da ilk özel tiyatronun kurucusu olarak kabul edilen Burhanettin Tepsi de var. Muhsin Ertuğrul, artık vakit tamam deyince Burhanettin Tepsi’nin kumpanyasına girmeye karar veriyor. Mahalledeki futbol arkadaşlarından Rap Selahattin aracı oluyor bu işe. Rap[4] Selahattin Muhsin Ertuğrul’un ilk tiyatro eğitmeni olarak da görülebilir… Sahneye çıkmadan önce Muhsin’in kulağına aynen şunları fısıldıyor: “Seyirciye bakma, karşındakine bak! Yüksek sesle tane tane konuş! Ve korkma!”  Oyunculuğun en sade ifadesi olan bu sözleri Muhsin Ertuğrul hayatım boyunca herkese salık verdim diyor. Ancak korkma konusuna bir türlü çare bulamadığını da ekliyor.

Ve Muhsin Ertuğrul Conan Doyle’un Sharlock Holmes oyununda Bob rolüyle ve üç cümlelik repliğiyle sahnelere adımını atıyor…

***

Şimdilik Muhsin Ertuğrul’un yaşam öyküsüne bir ara verelim. Yazıma bir tartışmaya değinerek devam etmek istiyorum:

Efdal Sevinçli’nin değerli araştırması Muhsin Ertuğrul adlı kitabında kendisi ilk “tiyatro adamımız” olarak tanımlanıyor. Bu tanım ise Metin And’dan referans alınıyor. Metin And’ın Muhsin Ertuğrul’un raylarını döşeyen Güllü Agop ve Mınakyan gibi Ermeni tiyatrocularımız hakkındaki tanımlamalarını anlayabilmek ise çok güç. Bu şahsiyetlerin tiyatro adamı özelliklerine sahip olmadığı ancak bunun yanında Ahmet Fehim’in bu sıfatı hak ettiği söyleniyor. Etnik merkezci bu bakışın tiyatro tarihimizi değerlendirmemiz açısından oldukça sorunlu olduğu ise çok açık…

“Tiyatro tarihimizde, ilk tiyatro adamı olduğu ileri sürülen sanatçımız, Ahmet Fehim Efendidir (1857-1930). A. Fehmi Efendi’ye bu nitemi veren tiyatro tarihçimiz Metin And, değerlendirmesini şöyle yapıyor Ahmet Fehim’in oyuncu, yönetici, yetiştirici, sahneye- kor ve dekorcu olarak ilk Türk tiyatro adamı olduğunu ileri sürebiliriz (26). Türk oluşuyla ve çağdaşlarına oranla, tiyatromuzun gelişimine katkılarıyla hu nitemi kazanan A. Fehim Efendi’nin yanında, Güllü Agob’un (1640-1902), «girişimciliği ve yöneticiliğiyle» dikkatleri çektiğini, «oyuncu, sahneyekor ve öğretmen olarak önemli olmadığını»; (27) Mardiros Mınakyan’ın (1837-1920) ise, ustası Güllü Agob’un izleyicisi konumuyla, ti­yatromuza, «sanatçı yetiştirilmesi, İstibdat’ın en zor günlerinde bile halka temsiller verebilmesi, oyunculuğu, çevirileri ve yönetmenliğiyle önemli katkıları» (28) ol­sa da, yine Metin And, bu sanatçılarımızın birer tiyatro adamı olmadıklarını belirler.”[5]

Bu analize, Muhsin Ertuğrul’un aynı düşüncede olmadığını belirterek yanıt vermek en doğrusu.

Vahram Papazyan gibi bir dostunun ülkeden kaçışını “o gitti ve ortalık farelere” kaldı diye niteleyen, Mardiros Mınakyan hakkında aşağıya da alıntıladığım edebi olarak da önemli bir değere sahip yazıyı kaleme almış Muhsin Ertuğrul’u yüceltirken, en basit ifadeyle “birilerinin” hakkını yememek gerektiğini düşünüyorum. Ve okuyucuyu Muhsin Ertuğrul’un 1920 yılında yazdığı Mınakyan hakkındaki yazısıyla başbaşa bırakıyorum:

Üstad Mınakyan İçin: Nankör Meslek- Berlin. 15 Mart 1920

mınakyanArkasında bestesini bırakan musikişinas, kendisinden sonra tablosu kalan ressam her gün lâyemût [ölümsüz] bir heykeli görünen heykeltıraş asırlarca mecmuası elden ele dolaşan şair; her şeyini, sanatını, kudretini, inceliğini, nüktesini hatta şerefini ve muvaffakiyetini bile mevcudiyetiyle beraber mezara götüren bir temâşâ sanatkârına nispetle ne bahtiyardır! Senelerce İstanbul’un salaş sahneleri üzerinde, uyuyan ve gülen halka tiyatro zevki tattırmak için, aşılamak için, çırpınan, didinen üstad Mınakyan’ın vefatı buna ne güzel bir misal.

Shakespeare insanlar için şöyle diyor: «İnsan; miadında [zamanında]sahne üzerinde tepinen, gürültü eden, ağlayan, gülen fakat perde kapandıktan sonra artık hiç işitilmeyen bir aktördür.» Bütün insanlar için söylenen bu söz, aktörler nezdinde müzâaf [iki kat] bir mahiyete haiz değil midir? Shakespeare’e nispetle biz; biri insan, diğeri temâşâ-kâr [oyuncu] olmak itibariyle iki kere sefil değil miyiz? Sinclair bir eserinde; tıpkı Shakespeare gibi: «Biz, insanlar, hepimiz oynuyoruz, ne mutlu bunun farkına varanlara!» diyor.

Zavallı Mınakyan! Onun şimdi soğuk toprakta yatan varlığı, bir zaman sahnedeki enînleriyle [inlemeleriyle] kaç kişinin göz yaşlarını akıtıyordu. Halbuki şimdi ne titrek, hüzünlü sesinden, ne, o kendisine has tarzla tekrar ettiği “Evet”lerinden, ne de râşeli [titremeli], sıtmalı, zayıf parmaklarından bir iz kaldı. Yarım asırdan fazla, halkın kucak kucak alkışlarını toplayan bu üstat, arkasında sükûnetten [sessizlikten], hiçlikten başka bir şey bırakmadı. Ne nankör meslektir şu aktörlük!

Meslek ne kadar nankör, zaman ne kadar zalim olursa olsun tarih unutmayacak ki Fransa’da Frederic Lemaitre romantik tiyatronun en büyük bir siması olmuşsa; bizde de Mınakyan ebediyyen onun kadar yükselmiş kalacaktır.

Şimdi, bizim; onun bütün sanatına; bütün muvaffakiyetleri- ne mukabil ona takdim edebileceğimiz nihayetsiz tanelerle ılık gözyaşlarından başka bir şeyimiz yok; bu hususta bile fakiriz![6]