Bu yazı, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar Dergisi'nin Haziran 2016 tarihli 29. sayısında yayınlanmıştır.
Bir süredir iktidardaki siyasetçiler yeni bir Türkiye’den, toplumu bir arada tutacak yeni bir toplum sözleşmesinden bahsediyor. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Nisan 2015 tarihli, 2023 vizyonunu anlattığı Yeni Türkiye Sözleşmesi [[dipnot1]], insan onurunun korunmasını merkeze koyuyor; insan hakları evrensel beyannamesine referansla sözleşmenin temel ilkelerinin eşitlik, özgürlük, adalet, demokrasi, katılımcılık olduğunu vurguluyor. Hiçbir vatandaşın inancı, rengi, cinsiyeti, dili, ırkı, siyasi düşüncesi, felsefi anlayışı ve hayat tarzı sebebiyle ayrımcılığa maruz bırakılamayacağını, herhangi bir şekilde nefret söylemine muhatap kılınamayacağını garanti ediyor. Şüphesiz ki hepimiz bu değerleri savunuruz ve hiçbirimiz her gün kadınların öldürüldüğü, şiddetin pek çok biçimine maruz bırakıldığı; insanların yaşam tarzlarındaki farklılıklarından dolayı baskı gördüğü, farklı cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerine sahip olanların yok sayıldığı, çocukların cinsel olarak istismar edildiği bir dünyada yaşamak istemeyiz. Ama ‘Yeni Türkiye’de olan bitenler bu ideallerin çok uzağında. Her geçen gün gittikçe büyüyen ve toplumu kutuplaşmaya götüren korkunç bir şiddet sarmalı içine giriyoruz. Saldırgan erkeklik kültürünü de besleyen bu askeri ve siyasi iklim şiddetin cinsiyetçi biçimlerini yeniden üretiyor.
‘Eski Türkiye'de olduğu gibi ‘Yeni Türkiye’de de her gün kadınlar öldürülüyor, tecavüze ve şiddetin her türüne maruz kalıyor. Kadınların yaşam tarzları onları eril şiddetin hedefi haline getiriyor. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin yıllardır gittikçe arttığını konuşuruz. Devlet yetkilileri bunu önlemek için bir dizi kanun çıkarıyor, çeşitli uluslararası sözleşmelerin altına imza atıyor ama tüm bunlar şiddetin alanının genişlemesine engel olmuyor. Bir süredir şiddetin önüne geçebilmek için dini kurumlar işlevlendiriliyor. Ne var ki toplumun, siyasetçilerin, kurumların ve dinin yeniden ürettiği cinsiyetçi düşünce ve pratik yeterince tartışılmıyor.
‘Yeni Türkiye'de cinsiyetimizden, yaşam tarzımızdan dolayı ayrımcılığa ve nefret söylemine maruz bırakılmayacağımız söylense de bizzat siyasetteki en yetkili isimler cinsiyetçi söylemler üretiyor. En eril dilleriyle kadın mı kız mı olduğumuzu, kahkaha atma volümümüzü sorgulamaya, bir kadın olarak susmamızı, en az üç çocuk doğurmamızı, tecavüze uğruyorsak da doğurmamızı, kürtaj olmak yerine ölmemizi, yerimizin heteroseksüel aile, tek kariyerimizin annelik olduğunu, anne değilsek yarım kadın olduğumuzu vb. rahatlıkla söylemeye, özellikle de son zamanlarda bunların dinen de emredildiğini söyleyerek kadınlar adına konuşmaya devam ediyorlar. Ülkeyi yöneten siyasetçilerin bu söylemlerinin toplumda zaten varolan cinsiyetçi algıyı daha da güçlendirdiği açık. Kadınlara hadlerini bildiren bu söylemler, erkekler için de kadınları nasıl göreceklerine, onlara nasıl davranacaklarına dair modeller oluşturuyor. Kadının yerinin aile, rolünün annelik olduğunun her gün hatırlatılması, açılan annelik okulları verilen annelik ödülleri bu rolleri daha da pekiştiriyor. Makbul olan ve makbul olmayan anneler siyasi iktidarın politikalarıyla belirleniyor. Örneğin, siyasi iktidarın politikalarıyla uyuşmayan bir haber yaptığı, mit tırları meselesini gündeme getirdiği için gazeteci Arzu Yıldız yargılandı ve hapis cezası aldı. Mahkeme ayrıca Arzu Yıldız’ı annelikten de men etti.[[dipnot2]] Bu karar, siyasi iktidarla ters düştüğünde bir kadının en ‘kutsal görevi’ olarak tanımlanan annelikten mahrum bırakılabileceğini de göstermiş oldu.
Kadına yönelik şiddet vakalarını ele alan yargı mekanizmalarının durumuna baktığımızda var olan yasalar ile bunların uygulamaları arasındaki büyük tutarsızlıkları görüyoruz. Bir cinsel şiddet olayının üstü örtülmemiş ve bir şikayet gerçekleşmişse kanunların ne kadarının uygulanıp uygulanmayacağı devlet görevlilerinin inisiyatifine kalmış durumda. Mesela hâkimler çoğu zaman varolan kanunları uygularken uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan temel hakları dikkate almak yerine cinsiyetçi yargılarda bulunmaya devam edebiliyorlar. Cinsel suçların failleri çoğu zaman en “iyi halleriyle” dışarıda serbestçe dolaşabiliyor. Özgecan Aslan, Değer Deniz cinayeti gibi kamuoyunda büyük tepki yaratan bir olay olduğunda ya da kadın kurumlarının takibinde olan ve kamuoyu oluşturdukları kimi davalarda ise failleri en ağır cezalara çarptırabiliyor. Bu şekilde toplum vicdanı da 'rahatlıyor'.
Son yıllarda çocuklara yönelik cinsel suçlar çok fazla gündeme gelmeye başladı. Sadece 2016 yılında Ordu’da, Kayseri’de, Karaman, Diyarbakır, Aydın, Ankara, Artvin, İstanbul, Niğde, Tokat, Erzurum, Yalova, Antep ve Suriyeli sığınmacıların kaldığı AFAD kampları gibi pek çok yerde yüzlerce çocuğa yönelik tecavüz vakaları gazete manşetlerinde yerini aldı. Bunlar, basına yansıyan vakalar; yani, buzdağının sadece görünen yüzüydü. Aile içinde, eğitim kurumlarında cinsel istismara uğrayan çocukların durumunu açığa çıkarmak çok daha zor olabiliyor. Aileler ve de kimi kurumlar, bu suçları açığa çıkarmak yerine kendi adlarına zarar gelmemesi için olayların üstünü örtebiliyorlar. Mahkemelere yansıyan davalarda ise yine hâkimlerin iradesi devreye giriyor. Çocuklara yönelik cinsel suçlar söz konusu olduğunda genellikle ağır cezalar verilebiliyor. Ne var ki devlet görevlilerinin faili olduğu suçlarda mahkeme kararları da dönemin siyasi dengeleri gözetilerek verilebiliyor. Örneğin kamuoyunda utanç davası olarak anılan, yıllar öncesine ait N.Ç. davasını hatırlayalım.[[dipnot3]] Aralarında memur, asker, esnaf ve öğretmenlerin de olduğu 26 kişinin 13 yaşındaki N.Ç.’ye tecavüz suçuyla yargılandığı dava 10 yıla yakın sürmüş ve nihayetinde mahkeme çocuğun rızası olduğunu öne sürerek sanıklarla ilgili ceza indirimleri vermişti. Hatırlanacağı gibi toplumsal olaylara karıştıkları için Pozantı Cezaevine atılan Kürt çocuklar cezaevinde taciz ve tecavüze uğramış, açılan dava sonunda mahkeme heyeti sanıklar hakkında takipsizlik kararı vermişti.[[dipnot4]] Geçtiğimiz aylarda Ensar Vakfı ve Karaman Anadolu İmam Hatip ve İmam Hatip Lisesi Mezunları ve Mensupları Derneği’ne ait yurtlarda kalan çocukların uğradığı cinsel istismar kamuoyunda büyük yankı buldu. İktidara yakınlığıyla bilinen bu kurumlar adeta koruma altına alındı; hâkimler davayı hızlıca görüp, faili ömrünün yetmeyeceği 500 yıllık bir hapis cezasına çarptırıp dosyayı kapattı. [[dipnot5]] Diğer yandan yıllarca süren bu tecavüzlerin nasıl gerçekleştiği, bu istismarları kimlerin bildiği, kimlerin göz yumduğu, eğitim kurumlarının nasıl olup da bu suçlara zemin sunacak şekilde örgütlendiği gibi tartışma noktalarının üzeri ivedilikle örtüldü.
Kadın ve çocuk haklarında pek çok ihlal yaşanırken Mayıs 2016’da öyle bir kanun önerisi geldi ki bu öneri, neredeyse bu gibi ihlalleri hukuki koruma altına almayı savunuyordu. Kamuoyunda Boşanma Komisyonu olarak geçen uzun adı Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu olan komisyon, adı üstünde, ailenin korunmasını merkeze alıyor, sunduğu kanun önerisi hane içindeki şiddeti önlemek yerine boşanmayı zorlaştırırken çocuk yaşta evlilikleri, hatta çocukların tecavüzcüleriyle evlendirilmelerini kolaylaştırıyor. Yetişkinler en azından var olan hakları ellerinden alındığında buna karşı mücadele edebilecek bir kesim olarak kabul edilebilir. Çocuklarsa kendi adlarına karar verecek durumda olmadıkları için, yaşamlarını yetişkinler olmadan idame ettiremezler. Çocuklar adına alınan her karar yetişkinlere büyük bir sorumluluk yükler. Oysa, bu kanun önerisi aileyi kurmak ve korumak adına çocukların kendilerini cinsel olarak istismar edenlerle evlendirilmelerini savunabiliyor. Bugüne kadar mahkeme kararlarında çocukların cinsel istismarında rıza arayan uygulamaları çokça gördük. Bu kanun önerisi, bu gibi felaket yaratan durumları önlemek yerine, tanımı gereği birbirine tezat olan “cinsel istismar” ve “rıza”yı eşitleyebiliyor. Oysa taciz, tecavüz gibi cinsel suçlar tam da rızanın olmadığı yerde başlar. Ahlakı her şeyin üstünde tutanlar, aileleri büyütmek adına 15 yaşındaki çocukları evlendirmeyi, hatta tecavüzcüleriyle evlendirmeyi hangi ahlak kriterlerine göre önerebiliyor? Asıl ahlaki yozlaşma da bu ahlak anlayışını sorgulamamakla başlıyor.
Yetişkinlerin evlenme ve aile kurma gibi bir hakkı varsa boşanma hakları da vardır. Boşanmanın kendisinin neden bir sorun olarak görüldüğü ayrı bir tartışma olmakla birlikte, yapılan araştırmalar Türkiye'de büyük bir boşanma 'sorunu' olmadığını da gösteriyor. Boşanmayı engellemek, özellikle şiddetin ve baskının hakim olduğu ailelerde kadınları ve çocukları şiddet ortamı içinde tutar ve bu çok daha vahim sonuçlara neden olabilir. Hâl böyleyken kanun taslağında yer alan diğer bir öneri, aile ilişkilerini düzenlemek için aile danışmanlık hizmetinin İlahiyat Fakültesi mezunlarınca verilmesi. Aile içinde yaşanan sorunların çözümünün din çerçevesine oturtulması ve dini son derece ataerkil bir şekilde yorumlayan Diyanet İşleri’nin etkinlik alanının genişlemesi kadınlar üzerindeki baskıyı daha da arttırır. Şiddet gören kadına bol bol dua etmesini söyleyen, kadının yerinin fıtratı gereği aile olduğunu öğütleyen, babanın çocuğuna şehvet duymasını normalleştiren bir dini yaklaşımı bu şekilde yaygınlaştırmak kadınları ve çocukları eril tahakkümüne daha fazla mahkûm eder.
Cinsel suçları tekil vakalar olarak ele almak ve bu sorunların çözümünü aileyi güçlendirmekte, bu çerçevede de dini yaygınlaştırmakta aramak bizleri, bu suçların oluşmasına neden olan şeyin, toplumun erkeğe her türlü üstünlüğü tanıyan cinsiyetçi yapısı olduğunu görmekten uzaklaştırır. Kadınların ve çocukların daha özgür olabileceği bir dünyaya açılmak yerine onları ailenin baskıcı erkek egemen dünyasına hapseder. Bu noktada meseleyi, aileye karşı olmak veya aileden taraf olmak gibi bir karşıtlık içinde ele almamaya dikkat etmemiz gerekir. Kamuoyunda feminizm karşıtı olanların dillendirdiği gibi her feminist aileye karşı değildir. Ama tek tip ataerkil bir aile yapısının topluma dayatılmasına, aile içindeki rollerin ve işbölümlerinin değişmez kabul edilmesine, ailenin sadece heteroseksüel çiftlerin üreme alanı olarak görülmesine karşıdır. İnsanların ebeveyn olmamayı, aile kurmamayı ya da aile kurmadan ebeveyn olmayı seçme hakları da olmalıdır. Aile, aynı zamanda toplumda hüküm sürmesini istediğimiz eşitlik, özgürlük, adalet, dayanışma gibi değerlerin sevgi ve güven duygusunun üretildiği bir alan da olabilir. Bu değerlerin üretilebilmesi için çeşitlilik arz eden aile yapılarına açık olunması, aile içindeki baskıların sona erdirilmesi gerekir. Devletten beklenen ise cinselliği denetlemek için değil, aile içindeki baskıların, cinsel şiddetin sona erdirilmesi için sorumluluk almasıdır.
‘Yeni Türkiye’ dinine bağlı heteroseksüel aileyi toplumun merkezine koyarken bu kalıbı sorgulayanları ve bunun dışında kalan çeşitli cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerine sahip olanları nasıl bir gelecek bekliyor olabilir? Sözleşmesinde, yaşam tarzına, cinsel kimliğe dayalı ayrımcılıklara ve nefret söylemlerine karşı durduğunu söyleyen ‘Yeni Türkiye'de lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve interseks vatandaşların da haklarının garanti altına alındığı yorumunu çıkarabilir miyiz? ‘Eski Türkiye'de de LGBTİ'lerin hak talepleri anayasal güvence altına alınmamıştı. Türk aile yapısına ve genel ahlaka uymayan davranışları gerekçe gösterilerek örgütlenme faaliyetleri, yaşam biçimleri devlet kurumları tarafından pek çok kez hedef alındı. Bugün de LGBTİ'ler pek çok alanda ayrımcılığa, şiddete ve nefret suçlarına maruz kalıyorlar. Bilindiği gibi kısa bir süre önce ABD’de Orlando’da IŞİD’in üslendiği korkunç bir katliam yaşandı. LGBTİ'lerin olduğu bir dayanışma mekanında gerçekleşen bombalı saldırıda 50 kişi hayatını yitirdi. Türkiye’den ve dünyanın pek çok yerinden katliamı kınayan ve LGBTİ'lerle dayanışan mesajlar yollandı. Buna karşılık Türkiye’de katliamın yaydığı karanlığı arkasına alarak LGBTİ'leri hedef alan, neredeyse katliamı savunan haberleri okuduk. Bu sene İstanbul’da 14. defa gerçekleştirilecek olan LBGTİ+ Onur Haftası’nı engellemeye yönelik bildiriler tam da Orlando Katliamı sonrasında yayımlandı. Müslüman Anadolu Gençliği, “LGBTİ adlı sapık grubun yürüyüşüne karşı tüm şuurlu Müslümanları” Onur Yürüyüşü’nün yapılacağı yere çağırdı. Dinsel kimlik üzerinden yapılan bu çağrı, her şeyden önce Onur Yürüyüşü’nü organize edenler, yürüyüşe katılanlar arasında Müslümanların olamayacağını var sayıyor. Ancak her Müslüman cemaat aynı şeyi düşünmüyor. Mesela, Amerika’daki İlerici Değerler İçin Müslümanlar Derneği katliamın gerçekleştiği Ramazan ayının sevgi ve empati ayı olduğunu hatırlattı; imamlara ve cami liderlerine çağrıda bulunarak, nefrete karşı duruş sergilemelerini, Ramazan ayında verecekleri vaazlarda Orlando’da katledilenleri anmalarını istedi.[[dipnot6]] Türkiye’de de Müslüman kimliğiyle öne çıkan çeşitli kurumlardan LGBTİ'lerle dayanışma mesajları geldi. Mazlumder Genel Merkezi “Böyle bir katliama herhangi bir akide, ahlâk sistemi, siyasal ideoloji veya dünya görüşünün cevaz vermesi mümkün değildir” diyerek katliamı kınadığını kamuoyuna duyurdu. [[dipnot7]] Cinsel kimliklerin çoğulculuğunu yok sayan baskıcı bir anlayışı İslamiyet’in emri gibi göstermek İslamiyet içindeki yorum farklılıklarının yanı sıra cinsel çeşitliliği de yok saymak anlamına gelir. Çünkü dünyanın pek çok yerinde eşcinsel imamlar, din âlimleri, lezbiyen ve Müslüman olan kadınlar İslamiyet adı altında cinsellik üzerinde kurulan baskıya karşı da mücadele yürütüyor. Türkiye'de ise LGBTİ Onur Yürüyüşü’ne iki senedir Ramazan ayına denk gelmesi neden gösterilerek izin verilmiyor. Bu sene Onur Haftası Komitesi gelen baskıları yaratıcı bir sivil itaatsizlik eylemine çevirerek her yere dağılacaklarını, toplu bir yürüyüş yapmayacaklarını açıkladıkları halde İstiklal Caddesi neredeyse kişi başına 2-3 polis ve özel tim görevlisi düşecek şekilde güvenlik güçleriyle donatıldı. LGBTİ'lerin ifade ve örgütlenme özgürlüğü, 'dini özgürlük' adına engellendi. Böylece LGBTİ'lere duyulan nefret 'dini özgürlük' adına meşrulaştırılmış oldu.
Şüphesiz ki gittikçe yaygınlaşan cinsiyetçi şiddeti Türkiye’deki genel şiddet ortamından bağımsız ele alamayız. Türkiye’nin dışında ve içinde yoğunluğu gittikçe artan savaş ortamı toplumu büyük bir şiddet sarmalıyla yaşamaya mahkûm ediyor. Son bir yılda şehirlerin orta yerinde patlayan bombalar asker, polis ve sivillerin hayatını yok ediyor; ardında yüzlerce yaralı bırakırken toplumda güvenlik duygusu ağır tahribat yaşıyor. Hepimiz güvenliksiz, tedirgin, diken üstünde hayatlar yaşıyoruz. Cumhuriyet tarihinden beri çözülemeyen Kürt meselesinin çözümünde tarihi bir fırsat yakalanmışken tekrar eskisinden çok daha korkunç sonuçları olan bir savaş iklimine girdik. Etnik, dini, bölgesel zenginliğimizle övünürken Diyarbakır’da, Cizre’de, Nusaybin’de Yüksekova’da savaş hukukunda bile yer almayacak vahşet görüntüleriyle insanlık onurunun ayaklar altına aldığına, şehirlerin, içindeki insanlarla birlikte yok edildiğine tanıklık ettik. Kimliğimizin ayrılmaz bir parçası olan ifade özgürlüğü alanında da her geçen gün şok edici gelişmeler yaşanıyor. Gazeteciler yaptıkları haberler, akademisyenler açıklamaları, ders içerikleri, insan hakları aktivistleri dahil oldukları dayanışma kampanyaları nedeniyle mahkeme salonlarında veya cezaevlerindeki yerlerini alıyor. Sosyal medya paylaşımlarında dahi suç unsuru bulunup insanlar bir bir karakollara, mahkeme salonlarına yollanıyor. Oysa, özgür ifade hakkı, içeriğine karşı çıksak da saygı duymayı, en azından savunmadığımız fikirlere karşı tahammül etmeyi gerektirir ve bu hak, iktidarın ya da iktidara yakın bir kesimin onayladığı fikirlerin ifade edilmesiyle sınırlı değildir. Yükselen savaş ve daralan özgürlük ortamında erkeklerin de kadın bedenini kendi erkekliklerini ispat edecekleri bir savaş meydanı gibi görmeleri; tahakkümcü erkekliğin kurallarına uymayan tüm kesimleri baskıyla kontrol altına alabilmeleri kolaylaşıyor. Devlet kendine itaat etmeyen grupları yola getirmek için şiddetin dozunu artırdıkça, tecavüz ve cinsel şiddet de erkeklerin kurallarına itaat etmeyen kadınları, LGBTİ'leri cezalandırma yöntemi olarak güç kazanıyor.
Evet, Türkiye’de yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyacımız var. Hepimiz toplumsal kurumların eşitliği, adaleti, özgürlüğü ve demokrasiyi güçlendirecek şekilde örgütlenmesini isteriz. İnsanların siyasi taleplerinden, etnik kimliklerinden, dini inançlarından, cinsiyetinden, cinsel yönelimlerinden, yaşam tarzlarından dolayı baskı görmediği, şiddete uğramadığı, insani koşullarda çalıştığı, gayretinin ve emeğinin karşılığını aldığı bir dünyada kendimizi daha mutlu ve huzurlu hissederiz. Ancak şiddetin her türünün güçlendiği, farklı olana saygının yitirildiği, herkese nasıl davranması gerektiğinin dikte edildiği, toplumun kutuplaştırıldığı bir siyasi iklimde yeni bir sözleşme yapacak bir diyalog zemini kurulması mümkün değil. Bu değerler toplumun çoğulcu yapısı yok sayılarak, özgürlük alanları kısıtlanarak, dogmatik bir din anlayışıyla toplum üzerinde tahakküm kurularak hayata geçirilemez. Bu değerleri hayata geçirebilmenin önkoşulu toplumda barışın sağlanması ve şiddetten uzak örgütlenmeler yaratarak her türlü diyalog zemininin kurulabilmesidir. Bu toplumu yaratmak için, özgürlük alanı daraltılan kesimlerin birbirinin yaşam hakkına özgürlük alanına birlikte sahip çıkarak yan yana gelmesi; olan bitenlere rıza gösteren ya da mutsuz izleyicileri oynamaktansa demokrasi ve özgürlük alanını genişletmek için oyuncu pozisyonuna geçebilmesi ise en acil ihtiyaç.