Bilindiği gibi, aradan 32 yıl geçtikten sonra, 4 Nisan’da, 12 Eylül darbesini gerçekleştiren beş generalden hayatta olan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya’nın yargılanmasına başlandı. 12 Eylül darbesi olduğunda ben 15 yaşındaydım. Okuduğum lise, sol hareketlerin etkin olduğu, canlı bir politik ve kültürel atmosferin var olduğu bir yer olduğundan benim de Sol’a sempatim vardı. Ben yavaş yavaş Milliyet gazetesini terk edip Cumhuriyet’e geçerken –Cumhuriyet o zamanlar gerçekten daha soldaydı– ve rahmetli babamla yaptığımız sosyalizme barışçıl geçiş/devrimci geçiş tartışmalarını kafamda evirip çevirmeye başlamışken, darbe oldu. Tam olarak ne olduğunu anlamamıştım doğal olarak. Fakat insan o yaşlarda, ortam da uygunsa, kısa sürede politik bilinç edinebiliyor. Darbe oldu, bir yıl sonra ben sol siyasetle daha yakından ilgilenmeye başladım. Haliyle tam bir geçiş kuşağına mensubum.
Çok tuhaf bir konjonktürde yaşıyoruz. AKP iktidarı –tıpkı 12 Eylül’ün hem MHP’lileri hem de devrimcileri yargılaması gibi– bir yandan 12 Eylül’ü, 28 Şubat’ı, en azından görünüşte yargılıyor; diğer yandan ise, tamamen sivil alanda siyaset yapan Kürt aktivistleri, siyasetçileri, öğrencileri tutukluyor, hapse atıyor, onlarca yıl ceza veriyor. Bu durumda, toplumsal muhalefetin bir “skandal” yaratması gerektiği açık. Öncelikle yargılamaların çerçevesi çok dar tutuluyor. Hepimiz 12 Eylül darbesinde insanlık suçu işleyenlerin iki generalden ibaret olmadığını biliyoruz.
Fakat daha önemlisi, 12 Eylül darbesinin ürünü olan anayasal ve kurumsal çerçevenin, her türlü toplumsal muhalefeti henüz tomurcuklanırken ezmek üzere bir sistem getirmiş olması. Aradan 32 yıl geçmiş olmasına rağmen bu sistem büyük ölçüde değişmedi. Evet, bugün rejim 12 Eylül 1980’de olduğu kadar gaddar değil. Ama 12 Eylül’ün getirdiği çifte hukuk sistemi (olağan zamanlarda ve adli suçlara uygulanan hukuk/gerilim arttığında muhaliflere uygulanan özel hukuk) işlemeye devam ediyor. Son zamanlarda muhalif cephede hemen herkes, isimleri “sıkıyönetim mahkemeleri”, “devlet güvenlik mahkemeleri” veya “özel yetkili mahkemeler” olsa da, toplumsal taleplerin dillendirilmesini ezmeye yönelik bu “düşman hukuku”nun özünde değişmediğini yazıyor. Tabii ki haklılar.
Öte yandan, çocukluk ve ergenlik yaşlarımda olmama rağmen toplumsal olaylarla ilgilendiğim için şunu da söyleyebilirim: 12 Eylül’ün üzerinden 32 geçti ve halkımız görece “normal bir parlamenter” rejimde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu unuttu. Yani başarıyla korunup sürdürülen 12 Eylül sistemi bir paradigma olarak kabullenildi; şimdi en fazla, Avrupa Birliği (AB) gibi Batılı çevrelerde rahatsızlık yaratan bazı tekil yasaların (örneğin 301. Madde veya Terörle Mücadele Yasası’nın bazı maddelerinin) değişmesi gerektiğini tartışıyoruz. Büyük bir ilerleme kaydetmişiz!
Şimdi söyleyeceklerim, özellikle daha genç kuşaklara günümüzde hayal bile edilemeyecek ölçüde ileri haklar gibi gelebilir: Yanılmıyorsam, 12 Eylül 1980 öncesinde gösteri yürüyüşleri yapmak için izin almaya gerek yoktu; önceden valiliğe bildirimde bulunmak kaydıyla hemen her yerde, şehrin ana caddelerinde gösteri veya yürüyüş yapabiliyordunuz. “Bu gösteri izinsizdir, dağılın, yoksa zor kullanacağız” uyarıları veya genel olarak gösterilerin yasaklanması, Maraş Katliamı’nın ardından Aralık 1978’de bazı illerde ilan edilen sıkıyönetim uygulamasının sonucudur. Zaten “korsan gösteri” kavramı da o dönemde ortaya çıktı.
80 öncesi temsili parlamenter sistem, olduğu kadarıyla, toplumsal kesimlere daha geniş bir hareket alanı sunuyordu. Özel bir seçim barajı olmadığından, ezilenlerin toplumsal taleplerini temsil eden küçük partilerin Meclis’e girme şansı vardı (bu imkân değerlendirilmemişti, ama mevcuttu). Daha önemlisi, şimdiki gibi partilerde lider diktatörlüğünün olmayışı, siyasi partilerde farklı kanatların oluşmasına veya bazı kanatların büyük partilerden koparak ayrı parti kurmasına imkân tanıyordu. Örneğin CHP’nin, bazılarının eski TKP’yle bağlantısı olduğu öne sürülen bir “sol kanadı” vardı. CHP aldığı kararlarda bu kanadı dikkate almak zorundaydı. 12 Eylül’ün bir ürünü olan Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası ise, Türkiye’ye iki buçuk partili bir sistem getirdi. İki büyük parti olacaktı ve rejimin ana çerçevesine sıkı sıkıya bağlı kalacaklardı. Daha önemsiz, yani bu çerçevenin sorgulanmasını gerektirmeyen meseleler ise “tartışılabilir”di. Bugünkü “parlamenter” rejim işte tam olarak budur. 12 Eylül’ün getirdiği yapı, yer yer sistemi sorgulayan Milli Görüş Hareketi’ne bile şans tanımadı.
12 Eylül öncesi ile sonrası arasında temel hak ve özgürlüklere ilişkin pek çok önemli farklılık sayabiliriz. Ama biz yazının başlığına geri dönelim: AKP’nin, iki general dışında, bir bütün olarak 12 Eylül sistemini hayata geçirenleri ve dolayısıyla 12 Eylül sisteminin ardındaki zihniyeti yargılamadığı çok açık
Peki ya toplumsal muhalefet?
Toplumsal Muhalefetin 12 Eylül’le İmtihanı
4 Nisan’da pek çok sosyalist örgüt ve parti taleplerini dillendirmek için Ankara’ya gitti. Benim görebildiğim en ileri talep, “iki generalin yargılanması yetmez, işkencecileri, dönemin subaylarını, polis müdürlerini vs. de yargılayın!” şeklindeydi. Yukarıda belirttiğim gibi, elbette doğru ve haklı bir talep bu.
Ancak ben, her nedense pek altına girilmeyin bir sorumluluktan söz etmek istiyorum. Bence 12 Eylül darbesinin ne anlama geldiğini iyi bilen her muhalif (ki bunun için ille de bizzat yaşamış olması gerekmiyor), 12 Eylül’le birlikte Türkiye’ye getirilen sistemin halen yürürlükte olduğunu göstermek ve bunu protesto etmek sorumluluğuyla karşı karşıyadır.
12 Eylül’ün uygulamaya koyduğu, milliyetçi-şoven/Türk-İslam sentezci/halkın taleplerini boğmaya endekslenmiş/anti-demokratik/oligarşik sistemin bugün hâlâ sürdüğü birçok alanda rahatlıkla gösterilebilir.
Yukarıda bahsettiğim, ana-akım partilerde parti içi demokrasinin nispeten daha fazla oluşu, seçim barajının olmayışı, temel hak ve özgürlüklerin çok daha gelişkin olması bu alanlardan birisidir. Halkın geniş kesimlerini sürekli yoksullaştırıp karşı koyma imkânlarını da elinden alan ve partiler-üstü bir politika haline gelen mevcut “ihracata ve ucuz işgücüne dayalı” ekonomi politikası ise bu alanlardan bir diğeridir. Bu modelin 80 sonrasında genellikle başarısız kalmış olması, iktidarlardan bağımsız olarak daimi surette yürürlükte olduğu gerçeğini değiştirmez.
12 Eylül faşizminin Türkiye’ye hediye ettiği ve hâlâana hatlarıyla devam eden sistemin esas başardığı şey şu oldu: Bazı anlayışlar artık hiç sorgulanmaz egemen dogmalar haline getirildi. Ekonomiden örnek vermek gerekirse, serbest ticaret (çok düşük gümrük vergileri), sermaye akımlarının tam serbestliği, ılımlı bir enflasyonunun bile çok kötü bir şey olduğu, halkın temel ihtiyaçlarının karşılanması yerine öncelikle devlet bütçesinin ciddi açıklar vermemesi gerektiği, Türkiye’nin rekabet gücünü koruyabilmesi için ücretlerin düşük tutulması gerektiği … bu dogmalardan bazılarıdır. Bir toplumun başına gelebilecek en kötü şey, Orwell’ın 1984 romanında olduğu gibi, bu tür dogmalarla çevrilmiş olarak yaşamaktır; öyle ki toplumun büyük bir çoğunluğunun aklına başka alternatifler, başka türlü bir yaşam biçimi gelemez
12 Eylül darbesi yargılanırken, toplumsal muhalefetin 12 Eylül rejiminin sürekliliğini vurgulayan bir kampanyasına tanık olmadım. Kaldı ki böyle bir kampanya, yaklaşık 6.500 BDP’linin, yüzlerce öğrencinin, farklı alanlardan muhaliflerin, sendikacıların hapse atıldığı bir dönemde sadece toplumu aydınlatma çabasından ibaret kalamazdı. Pratik bir tutum da gerektirirdi.
Terörle Mücadele Yasası (TMY), Hapisteki Binlerce Muhalif ve Sivil İtaatsizlik
12 Eylül sistemiyle gerçek bir hesaplaşma yaşamak istiyorsak, günümüzde bu sistemin doğrudan ürünü olan TMY ve benzeri yasaların kaldırılması ve hapisteki binlerce Kürdün serbest bırakılması için aktif bir kampanya yürütmeliyiz. Sistem-karşıtları olarak kişilere endekslenmeyip yapının sürekliliğine vurgu yapıyorsak ve aynı yapı bugün muhalif siyaset yapma özgürlüğünü ağır şekilde kısıtlıyor ve binlerce aktivisti, siyasetçiyi, gazeteciyi, öğrenciyi hapse atıyorsa, vaktiyle kendisi de bu yapının türlü zalimliklerine maruz kalmış sol- sosyalist akımların temelde bir şey değişmediğini göstermek için baskıcı, faşizan yasalara karşı kampanya yürütmesi gerekmiyor mu? Bazıları arkadaşımız, tanışımız olan, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) çatısı altında bir araya geldiğimiz Kürt Demokratik Hareketi üyesi hapisteki binlerce kişiyle dayanışmamız gerekmiyor mu? Bunun en güzel yollarından birisi, onların “işledikleri” suç hangi yasa altında tanımlanıyorsa bizim bu yasayı tanımadığımızı belirten, kendimizi ihbar eden, binlerce kişinin katıldığı kitlesel bir sivil itaatsizlik kampanyası örgütlemek değil mi? Bu sorunun yanıtı elbette “evet”tir, tabii 12 Eylül rejiminin genel anlamda sürdüğünü göstermek gibi bir sorumluluk hissediyorsak.
Bu önerimi, üyesi olduğum Eşitlik ve Demokrasi Partisi’nde (EDP) gündeme getirdim, fakat pek bir tepki alamadım. Sosyalistlerin büyük çoğunluğu nostaljik bir hesaplaşmayı tercih etti; 12 Eylül döneminde idam edilen, ağır işkencelerde öldürülen yoldaşlarını gündeme getirmekle sınırlı bir yaklaşım sergilediler. Örneğin EDP, 12 Eylül darbesinin genç kuşaklara anlatılması gibi bir misyon üstlendi. İyi ama, böyle bir yaklaşım karşısında genç kuşakların en fazla, “evet, gerçekten çok kötü bir dönem olmuş, inşallah bir daha böyle şeyler yaşamayız” demekten başka ne yapmasını bekleyebiliriz?
Tarih Tekerrürden mi İbaret?
Türkiye Solu’nun, Kürt sorununun Türkiye’nin bir numaralı sorunu haline geldiği 1990 sonrasında demokrasi mücadelesine bakışı sistemli şekilde hep böyle oldu. Yasal alandaki sosyalist partiler hep, “şu Kürt sorunu çözülse de, daha demokratik bir ortamda fazla bir riske de girmeden sosyalizm mücadelesi versek” der gibiydi. Radikal Sol’u belli ölçüde dışarıda tutuyorum. Ama kitleselleşme potansiyeli taşıyan ÖDP, EMEP gibi partilerin kuruluşundan bu yana temel çizginin bu olduğunu söyleyebilirim. EDP’de de benzer bir yönelimi görmek mümkün.
Fakat ne yazık ki Kürt sorunu var ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana benimsediği tek tipçi, korporatist, oligarşik ve otoriter değerlere meydan okuyor. Türkiye Sol’u için demokrasi mücadelesi taktiksel ve koşullar “uygun” olduğunda verilebilecek bir mücadele olmaktan çıkıp, ilkesel bir soruna, bir ihtiyaca karşılık gelmedikçe muhalif politik yelpazenin bu bileşeninden fazla bir beklentiye girmenin anlamlı olmadığını düşünüyorum.
Tarihin tekerrürden ibaret olup olmadığı bize, hepimize bağlı; sadece “kurulu” partilere, yüksek siyaset öznelerine değil.