Taylan Doğan: Öncelikle şunu sormak istiyoruz. 2008’de başlayan küresel kriz Türkiye’ye 2009’da yansıdı. 2001 krizinden sonra bu döneme kadar ve ondan sonra da 2010-2011 yıllarında Türkiye çok hızlı bir büyüme gösterdi. Bu büyümenin ardındaki dinamikleri kısaca anlatabilir mısın? Büyümeyi sağlayan mekanizma neydi?

Süha Yaygın: 2008’de Amerika’da mortgage sektöründeki çöküşle başlayan ve dünyaya hızla yayılan ekonomik kriz, 2008 yılının son çeyreğinden itibaren Türkiye’yi ciddi bir şekilde etkiledi. Türkiye, 4 çeyrek boyunca eksi büyüme gösterdi, yani küçüldü. 2008 yılını çok küçük bir artıyla kapatan Türkiye 2009’da % -5’e yakın bir daralma gösterdi.

Buna karşın,  2010 yılından itibaren krize ilaç olarak dünya genelinde uygulanan gevşek para politikaları hem dünyada hem de gelişmekte olan ülkelerde hızlı bir toparlanmaya sebep oldu. Dünya genelindeki ucuz paradan, en çok aralarında Türkiye’nin de bulunduğu gelişmekte olan ülkeler faydalandı. Bunun iki tane temel sebebi vardı: 1) Türkiye gibi birçok gelişmekte olan ülke, ABD mortgage piyasalarına ve krizden yoğun etkilenen bankacılık sektörüne dönük doğrudan bir riski taşımıyordu, böylece Türk şirketleri ve hanehalkları zarara uğramadılar. 2) Özellikle Çin ve Güney Asya krizden kaçınıp büyümeye devam edebildiler. Böylece dünyanın bir bölgesi en azından sağlam ve ayakta kaldı. Türkiye'nin finansal sisteminin gelişmiş ülkelere fazla entegre olmaması, burada yaşanabilecek olan büyük sorunların önüne geçti. Türkiye hanehalkları krizde birikimlerini kaybetmemesi ve ağır bir zarar görmemesi, krizden çıkışı kolaylaştırdı.

Aynı dönemde Türkiye’de neredeyse bir tüketim çılgınlığı yaşandı. Bankalar çok düşük faizlerle konut, tüketici, ihtiyaç kredisi vermeye başladı. Kredi kartı kullanımı çok yaygınlaştırıldı. Bankalar bunun finansmanını nasıl sağladılar? Ya da “peşin fiyatına 12 ay-15 ay taksitli kampanyalar düzenleyen firmalar bunun altından nasıl kalktılar?

2010 yılından itibaren dünya genelindeki krizi aşmak için üretilen düşük faiz/bol para politikası, Türkiye’deki bankacılık kesimi tarafından çok iyi değerlendirdi. 1.5-2 yıldır ertelenen tüketim talebini fark eden bankalar Türkiye’de kredi musluklarını sonuna kadar açtılar. Kontrolün (Merkez bankası [MB], Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu [BBDK] gibi yapıların uygulaması gereken kontrolden bahsediyorum) büyümeyi sağlayalım endişesiyle tamamen ortadan kalktığı bu dönemde, kampanyaların da etkisiyle Türkiyeli hanehalkı tüketim çılgınlığına kapıldı. Kredi kartı, tüketici ve konut kredileri patladı. Kredi kartına “12-16 ay taksit”, “bugün al seneye öde” veya “adını yaz cepten gönder, kredin kapıya gelsin” tarzı kampanyalar bu dönemin ateşleyicisi oldu. Reel sektör halen krizin etkisinde olduğu için bu dönemde reel sektör kredilerinin yerini tüketici kredileri aldı. Paranın ucuz ve bol olması sayesinde bankalar finansmanda bir zorlukla karşılaşmadılar.

Sonunda, senin de gayet iyi bildiğin gibi, 2011’e geldiğimizde bu büyüme modelinin sürdürülemez olduğu ortaya çıktı ve herkes Türkiye’nin cari açığının çok yüksek olduğundan bahsetmeye başladı. Türkiye yüksek oranlı büyüme dönemine girdinde neden yüksek cari açık veriyor? Bunun ardındaki faiz-kur politikaları nelerdir?

Türkiye genç bir nüfusa sahip. Bu genç nüfus büyüme dönemlerinde iç tüketimi çok yüksek seviyelere çıkararak büyümeyi destekliyor. Ancak Türkiye’de büyüme ithalat artışını da beraberinde getiriyor. Özellikle enflasyonunun düşürülmesinde ve büyümenin sağlanmasında bir araç olarak görülen değerli kur politikası, özellikle iç talebe dayalı büyüme sarmallarında ciddi sorun yaratıyor. Düşük kur sayesinde ucuzlayan ithalat patlıyor, ama cari açığı da beraberinde getiriyor. 2010-2011 döneminde yaşananlar tam olarak budur. Aynı dönemde yurtdışında tüm şiddetiyle yaşanan kriz sebebiyle ihracatın da çok zayıf kaldığını düşününce, bu büyüme modelinin ne kadar sağlıksız olduğu görülebilir.

Yine aynı dönemde kamu açığı giderek düşmeye başladı. Nitekim hükümet, genel bütçe ve kamu kesimi açığının risk yaratmayacak ölçüde küçülmesiyle övünüyor; Türkiye’nin krizlerden daha az etkilenmesinin en önemli sebepleri arasında bunu gösteriyor. Bütçe açığı ve kamu kesimi açığının küçülmesi nasıl sağlandı?

Türkiye’nin Kemal Derviş ile beraber öğrendiği ve o günden bu yana ısrarla ve doğru olarak üstüne düştüğü bir konu var, o da bütçe disiplini. Yunanistan’da şu anda yaşanan krizin en temel sebebi herhalde Yunanlıların yıllar boyunca hesapsız bir şekilde bütçe açığı verip bunu Avrupa Birliği’nden [AB] ve dünyadan gizlemiş olmalarıdır.

Türkiye disiplinli bütçe ile pozitif büyüme sarmalına girdiği 2000’li yılları iyi değerlendirdi. 2000’li yıllarda dünyaya yayılan büyüme çevrimi sayesinde gelişmekte olan ülkelere sermaye hareketleri hızlandı. Gelişmekte olan ülkelere sermaye yağmur gibi yağdı. Türkiye sermaye yatırımları sayesinde faizlerini düşürdü ve faiz yükünden kurtuldu, borcunun vadesini uzattı ve borcunu çeşitlendirdi. Aynı dönemde büyüme sayesinde vergi artışları da sağlandı ve kamuda harcamaları dengeledi. KİT’ler özelleştirildi, bütçe zenginliği arttı ve en önemlisi Yunanistan benzeri disiplinsiz harcamalardan kaçınıldı. Türkiye bu dönemde bütçe disiplinini elden bırakmadı. Bütün bu çabalar işlerin raydan çıktığı kriz dönemlerde Türkiye’yi daha büyük darbelerden korudu.

Şimdi istersen günümüze doğru gelelim. Her ne olduysa 2011 Sonbahar’ında olmaya başladı ve döviz kurları aniden yükseldi. Buna faizlerin artışı ve sonunda % 10,45 düzeyine çıkan yüksek enflasyon eşlik etti. Göstergelerdeki bu ani bozulmanın nedeni nedir?

2010 yılından itibaren iç tüketime dayalı kontrolsüz büyüme dönemine giren Türkiye, dünyadaki ve özellikle Avrupa’daki krizin devam etmesiyle zorlanmaya başladı. Yukarıda da belirttiğim iç talep harcamalarının patlaması nedeniyle cari açık kontrolden çıktı. 2011 yılında, cari açık çok uzun zamandır ilk defa Gayri Safi Milli Hasıla’nın [GSMH] % 10’una ulaştı. Bu, gelişmekte olan bir ülke için çok büyük ve çok ciddi bir rakamdır. Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan bile durumun vehametini değerlendirirken 2011 yılında Türkiye’nin sadece 1,7 milyar dolarlık cep telefonu ithal ettiğini, bunun israf düzeyine ulaştığını söyleyerek, “Biz 11 ayda bir kez cep telefonu değiştirecek kadar zengin bir ülke miyiz?” diye konuştu.

Cari açık, döviz kuru üzerinde çok ciddi bir baskı yarattı. Yurtdışında devam etmekte olan kriz Türkiye’ye olan hem kısa vadeli hem de uzun vadeli para akışını kesti. Durumun kötüleştiğini gören ithalatçı firmalar bir anda döviz taleplerini artırdılar ve döviz kuru hızla artmaya başladı. Kurdaki artış çok hızlı bir şekilde enflasyona yol açtı. Bu dönemde yabancı yatırımcı, yükselen kur/enflasyon sarmalını görüp iyice Türkiye’den çekildi. Sonuç itibariyle Türk varlıkları, 2011 yılının en çok değer kaybeden yatırım araçları oldu.

Bir önceki sorudan devam edersek, MB, benim görebildiğim kadarıyla iki tür önlem alarak kurun yükselmesini önlemeye çalıştı. Birincisi, “faiz koridoru” uygulaması başlattı. Kısaca bu uygulamayı ve neden faizlerin yükselmesine yol açtığını açıklar mısın? İkincisi ise, piyasaya büyük miktarlarda dolar sürerek müdahale etti. MB’nın bu müdahaleleri sonucunda döviz rezervleri erimeye başladı. Rezerv erimesinin maliyeti nedir?

Merkez Bankası 2011 yazına girerken değişik bir politika uyguluyordu. 2011 ortalarından itibaren Türkiye’deki sorunlu büyümenin farkına varan, MB başta olmak üzere diğer aktörler, özellikle tüketici kredilerini sınırlayıcı önlemler almaya başladılar. BDDK kredileri sınırlayıcı kurallar yayınladı . Yine de tam gaz ilerleyen piyasaya yeterli gelmedi bu. Bunun üzerine MB mevduat karşılığında tutulan munzam karşılıkları [[dipnot1]] arttırarak bankaların ellerindeki likiditeyi azaltmaya çalıştı. Bu da yeterli gelmedi.

İşte tam bu anda daha önceki kararlarıyla aslında oldukça çelişen bir karara imza attı MB. Dünyadaki krizin hızla yayılacağı düşüncesiyle Türkiye’deki gösterge faizlerinde 2011 Ağustos ayında indirime gitti. Buradaki amaç, yurtdışından gelecek sıcak paranın önünü kesmekti. Bu sürpriz faiz indirimi ile piyasada bir anda faizlerin daha da düşeceği beklentisine girdi. Bono faizleri hızla aşağıya düşerken, döviz hızla artmaya başladı. İşte 2011 ortasında dolar/TL’yi 1.90 seviyesine, enflasyonu da  % 10,45’e çeken atak böylece başlamış oldu.

Özellikle yeni MB Başkanı’nın (Erdem Başçı) gelişiyle beraber, çok büyük hatalar yapıldı. MB ve ekonomi bürokratları, ekonominin gerçek resmini çekemediler. Bir de yapılanlar tamamen teorik düzeyde çabalardı: “Böyle yaparsak böyle olur” gibi teorik bir uygulamaya girdiler ve çok önemli zamanlarını kaybettiler.

Detaylandırabiliriz, ama asıl sorun şuydu ki, Avrupa’daki kriz sonrası dünyada (Amerika ve Avrupa’da) yaşanacak parasal genişlemenin Türkiye’yi paraya boğacağı gibi bir beklentileri vardı. Bu yüzden Türkiye’de faizler çok önce arttırılması gerekirken arttırılamadı.

Eylül ayında yaşanan şokla beraber MB eğer dövizi kontrol altında tutmayı başaramazsa, yüksek enflasyon/düşük büyüme sarmalına girileceğini fark etti. Ve oldukça sert kararlar almak zorunda kaldı. Bunları şeyle özetleyebiliriz: 1) Çok yüklü döviz müdahalelerine başladı 2) Ani bir kararla faiz koridorunu sağa doğru açtı. Yani, borç verme faizinin üst bandını yükseltti. Bu, piyasanın borçlanma faizinin [yani, bankaların gecelik fon bulma maliyetinin] % 5.75’den % 12,5’a yükselmesi anlamına geliyordu.

Bunun sonucunda bono faizleri hızla yükselmeye başladı. 2011 Ağustos ayında % 6 civarında olan 2 yıllık hazine bonosu faizi, krizin tepe noktasında % 11,5’e yükselmişti. Tabii bu, hem kredi maliyetlerinin yükselmesine hem de Hazine’nin borçlanma maliyetlerinin hızla artmasına yol açtı. Bu gelişmeler, ekonomide 2012 yılı büyüme beklentilerini ise hızla aşağıya doğru çekti.

Bugünlerde, yani 2011 Şubat ayı itibariyle, dolar kurunun yükselişi durmuş görünüyor. Bunun iç ve dış sebepleri nelerdir?

Kurun yavaşlamasının iki temel sebebi var: 1) Yurtdışındaki durumun düzelmeye başlaması. 2) İçeride, MB’nin var gücüyle döviz kuru ile mücadele etme isteği.

Bu dönemde yurtdışındaki gelişmeleri biraz daha anlatmamız lazım.

Yaz başından itibaren, özellikle Amerika’dan gelen olumlu büyüme sinyalleri piyasaların moralini yükseltti. Avrupa’da süregelen Yunanistan endişeleri ise senenin son ayına kadar sürdü. Özellikle Merkel ve Sarkozy’nin kararlılığı konusunda ciddi şüpheler vardı ve Yunanistan’daki karışıklığın sistemik bir risk getirdiği düşünülüyordu. Öyle ki birçok yatırımcı, açık açık Avrupa Para Birliği’nin sonunu geldiğini ve eski paralara (Drahmi [[dipnot2]] , Alman Markı vs. ) geri dönüleceğini konuşmaya başlamıştı. Senenin son ayında Avrupa Merkez Bankası [AMB] piyasaları paraya boğan (ve Avrupa bankalarının yaşama şansını artıran) bir karar alarak, bankalara 3 yıllık uzun dönem borçlanma imkânı tanıdı. Her isteyen bankanın bu imkâna ulaşması için teminat kurallarını mümkün olduğunca gevşetti. 500 küsur sayıda banka 500 küsur milyar euro borçlanıp tabiri caizse, kendilerini “likitide güvencesine” aldı. Piyasa bu ihalenin 2 ay sonra bir kere daha (29 Şubat’ta) tekrarlanacağını duyunca güvenini biraz daha topladı. Bu karardan birkaç gün sonra ise Amerikan Merkez Bankası [Federal Reserve] Başkanı Bernanke, 2014 yılına kadar faizlerin % 0’a yakın tutulacağını açıkladı. Özü itibarıyla dünyanın iki büyük merkez bankası aynı yolu benimsedi. Para musluklarını sonuna kadar açıldı. Yunanlı siyasiler de Avrupa’nın önlerindeki tek çıkar yol olduğunu fark edip kararlı tutum alınca, piyasalar hızla toparlandı ve yatırım kararları alınmaya başlandı. 2012 Ocak ayı başından itibaren uzun zamandır ilgi göstermedikleri gelişmekte olan piyasalara geri döndüler. Faizleri son beş senenin en yüksek seviyesinde olan Türkiye, sıcak paranın çekim merkezi oldu. Yüksek getiri peşindeki yabancı yatırımcılar bir anda Türkiye’ye döviz sokarak faiz getirisi sağlayan ürünlere geçtiler. Bu da, Türkiye’de kurlarda gevşemeye, yani düşüşe yol açtı.

Türkiye 2012 yılına rekor düzeyde yüksek bir cari açıkla, yüksek bir enflasyonla ve görece yüksek faiz oranlarıyla girdi. Bütün bunlar sana göre 2012’de Türkiye ekonomisini nasıl etkileyecek? Bu konuda 2012’ye dönük öngörün nedir?

Sene başı itibarıyla yaşanan olumlu gelişmeler ve olumlu bir hava var. 2012’ye bakarken bu havanın devam edip etmeyeceğini değerlendirmek lazım. Birçok yorumcunun yaptığı gibi ben de, bir iyi, bir de kötü senaryo yazmaya çalışayım.

İyi senaryo, dünya genelinde büyümenin kendini gösterdiği ve Avrupa’daki krizin durulduğunu varsayan senaryodur. Özellikle Amerika’daki büyüme trendinin sürmesi, Avrupa’nın da 2012’nin ikinci yarısında içine düştüğü resesyondan çıkması ve  yavaşlamaya başlayan Çin'in % 8.5’luk büyümeyi sağlamasıdır. Eğer bunlar gerçekleşirse, Türkiye’nin yükselen faizlerinin normalleşebileceği, enflasyonun da  % 7-8 aralığına çekilebileceğini düşünmeliyiz. Yine de bu senaryoda bile büyüme % 2 civarında olabilir.

Kötü senaryo ise, Avrupa’daki krizin Yunanistan ile çözülmeyip veya sınırlı kalmayıp diğer Avrupa ülkelerine (Portekiz, İspanya, İtalya) sıçraması ve bu sıçramanın bir veya iki ülkenin Avrupa Para Birliği’nden ayrılmasina yol açmasıdır. Bu durumda, Birliğin sınırlı gücünün kredi krizinin önüne geçemeyerek Avrupa’yı da resesyona sürükleyeceğini tahmin edebiliriz. Burada sorun sadece Avrupa Para Birliği’nin bölünmesi olarak görülmemelidir. Asıl risk büyümenin ortadan kalması ve durgunluğun kronikleşmesidir. Japonya’nın 1990’ların başında girdiği kriz ve bunun sonucu olarak yaşadığı resesyonun 25 yıldır sürdüğü göz önünde bulundurulursa, büyümenin olmaması dünya için ciddi bir tehlikedir. Kötü senaryonun gerçekleşmesi halinde, Türkiye’de büyümenin 2012’de  % 0 olabileceğini öngörmek lazım.

Küresel finans krizinin halen devam etmesi ve özellikle AB ülkelerindeki şiddetli borç krizi, Türkiye’ye giren yabancı sermaye akımlarını nasıl etkiledi ve nasıl etkilemeye devam edecek? Örneğin sıcak para girişi durdu mu? Reel sektör firmalarının ve bankaların yurtdışından uzun vadeli kredi temin etme imkânları sınırlandı mı?

Bir de şunu sormak istiyorum. Türkiye’de 2002-2011 yılları arasında finans sektörü dışındaki özel sektör firmalarının yüksek döviz borçları olduğu biliniyor. Önümüzdeki dönemde bu borçları çevirebilecekler mi?

Sene başı itibariyle Avrupa’dan gelen olumlu haberler sayesinde havanın düzeldiğini ve piyasaların tekrar çalışmaya başladığını görüyoruz. Eğer bu ortam  sürer ve sene boyunca kalıcı olursa  yurtdışından Türkiye’ye sermaye akımı olur. Ancak halen çok hızlı bir toparlanma gerçekleşecek demek için erken. Dünya genelinde kredi piyasaları çalışmıyor (bankalar birbirlerine kredi vermiyorlar, aynı şekilde bankalar da reel sektöre kredi açmıyor). Türk şirketleri ve finans kuruluşlarının yurtdışından alacağı kaynağın işler düzelse bile sınırlı olacağını düşünüyorum. Türkiye sermaye birikiminin görece azlığı sebebiyle yurtdışından temin ettiği kaynaklarla büyümesini gerçekleştiren bir ülke. Tarihsel olarak yurtdışından gelen kaynağın yüksek olduğu dönemlerde, yüksek büyüme rakamlarına ulaşmış. 2008’den sonra Türkiye’ye gelen kaynak azalmış durumda. Şu dönemde gelen paranın daha “çok sıcak para” diye tanımladığımız kısa vadeli sermaye hareketleri olduğunu söyleyebiliriz. Ama genel iyileşme sürerse Türkiye’ye uzun vadeli sermayenin de akmaya devam edeceğini düşünüyorum. Sermaye hareketleri konuşulurken son dönemde Türkiye’ye giren Ortadoğu kökenli sermayenin “Arap Baharı” dolayısıyla jeopolitik değişiklikler sebebiyle azaldığını duyuyorum. Sermaye hareketlerinin kökenini bilmek tabii ki çok zor, ama bölgedeki istikrarın Türkiye’nin büyümesine nasıl bir katkı sağlayacağının herkes tarafından bilinmesi gerekir diye düşünüyorum.

2012’de döviz talebinin önünün kesilmesi ve dolayısıyla cari açığın küçültülmesi için yüksek faiz politikasına devam edileceği söyleniyor. Faizlerin yüksek seyretmesi reel ekonomi için nasıl sonuçlar doğurur? İkinci olarak, Hazine’nin borçlanması ve bütçe açıklarının finansmanı açısından nasıl sonuçlar doğurabilir?

Bir de bununla bağlantılı olarak şu soruyu da sormak istiyorum: Hükümet 2012 yılında Türkiye ekonomisinin % 4 büyüyeceğini öngörüyor. Bazı kuruluşlar ise daha düşük bir büyüme hızı tahmin ediyorlar. Yüzde 4 büyüme hızı sana göre gerçekçi mi? Veya başka türlü ifade edersek, ABD ve AB’ndeki krizle ilgili senaryoların hangisi gerçekleşirse %4 büyüme tahmini tutabilir; hangi senaryo gerçekleşirse Türkiye 2012’de daha düşük bir büyüme gösterir? Büyümenin eksiye dönüp ekonomik daralma olması olasılığı olduğunu düşünüyor musun?

Faizlerin yüksek seyretmesi demek, büyümenin beklenenin altında kalması demektir. Ali Babacan 2012 de % 4  büyüme beklediğini söyledi.  Bunun oldukça iyimser bir tahmin olduğunu söylemek lazım. Bu öngörü ulaşılmaz değil, ama bunun gerçekleşmesi için şu koşulların oluşması gerekir: 1) Dünya piyasalarının mutlaka krizden uzak olduğu bir döneme ihtiyaç var. 2) Türkiye’de de faizlerin olumlu gelişmelere bağlı olarak düşmesi gerekiyor. İki yıllık hazine bonosu faizi tekrar % 11,5 e ulaşacak olursa kredi piyasası tamamen durur ve % 4’lük büyüme hedefine ulaşılamaz. Yurtdışında genel piyasa beklentisi, bu sene Türkiye’nin % 2 -2,5 civarında büyüyeceği yönünde. 

Yüksek faizin ikinci önemli etkisi, borçlanma yükü sebebiyle bütçeye ve Hazine’ye yük getirmesi olacaktır. Türkiye’nin yüksek faiz sarmalına (yani, yüksek enflasyon, yüksek faiz, düşük büyüme oranı ve faiz yükü sebebiyle de bütçe açığının artması) girmemesi lazım. O yüzden MB’nin faiz ve enflasyon politikasında çok dikkatli olması ve global dünyadaki gelişmeler açısından şansının yaver gitmesi gerekiyor.

Son olarak şunu sormak istiyorum: 2012’de ekonomideki büyüme hızının yavaşlaması, toplumsal açıdan ne tür sonuçlar doğurabilir? Türkiye ekonomisinin yüksek oranlı büyümesinin, aynı ölçüde istihdama ve reel ücretlere yansımadığını biliyoruz. Hatta örneğin imalat sanayi reel ücret endeksi, yüksek oranlı büyümeye karşın 2001 krizinden bu yana reel ücretlerin toparlanmadığını, hatta daha da düştüğünü gösteriyor. Yüksek büyüme döneminde çalışanların durumu böyleyken, düşük büyüme döneminde istihdam ve ücretlerde nasıl bir tablonun oluşmasını bekliyorsun?

Türkiye’de ekonomik bir yavaşlamanın, Türkiyeli hanehalkları üzerine büyük bir yük getireceği kesin. Avrupa’nın en büyük ekonomilerinden biri olmasına karşın, işçi ücretlerinin ve asgari ücretin (örneğin, asgari ücret Polonya’da 650 Euro, Türkiye’de ise 380 Euro) Avrupa’nın en düşük; elektrik, doğal gaz ve benzin fiyatlarının ise Avrupa’nın en yüksek ülkelerinden biri olan Türkiye’de ücretli olarak yaşamak giderek zorlaşacaktır diye düşünüyorum. Türkiye’nin genç ve çalışkan nüfusu sayesinde krizleri atlatacağını ve gelecekte daha da önemli bir ekonomi hale geleceğine olan inancım tam. Bütün bunlar yaşanırken, reel ücret eşitsizliğinin ortadan kalkması ve gelir bölüşümü adaletsizliğinin mutlaka düzelmesi gerekiyor. Madem ki yurtdışı kaynaklara bağlı olarak büyüyoruz, o zaman en azından bu büyümenin getirilerini daha adil şekilde paylaşmamız gerekir.

Not: Süha Yaygın, Toronto Dominion Bank Londra ofisinde gelişen pazarlar uzmanı olarak görev yapmaktadır.