2012’ye Dönük Beklentiler: Yumuşak İniş mi, Sert İniş mi?

Bilindiği gibi ekonomi ve finans çevreleri 2012 yılında Türkiye ekonomisindeki büyümenin yavaşlayacağını, buna bağlı olarak ithalatın hız keseceğini, dolayısıyla dış ticaret dengesi ve cari açığın da sürdürülebilir boyutlara ineceği tahmininde bulunuyor. Tabii ekonomideki yavaşlamanın başlıca itici gücünün, yatırımlar ve iç talepte yaşanacak daralma olacağı tahmin ediliyor. Bunun da gerek şirketlere gerekse tüketicilere yönelik banka kredilerindeki daralmayla mümkün olacağı düşünülüyor. Tüketici talebini belirleyen konut, tüketici, ihtiyaç kredisi gibi kredilerin hacmindeki gelişmeler özellikle belirleyici olacak.

Bir başka tartışma konusu ise bu daralmanın ne şekilde olacağı.  İki alternatif var: Birincisi, “yumuşak iniş” olarak tabir ediliyor.

Türkiye ekonomisi, küresel krizin bir sonucu olan 2008’in son çeyreği ile 2009 yılındaki daralma dışında, 2000’li yıllar boyunca yüksek oranlı bir büyüme gösterdi. Bu trendin son halkası, 2011 yılıydı. Bundan sonra, en azından birkaç sene boyunca, küresel ekonomik kriz ve özellikle Avrupa’daki borç krizi böyle bir trende izin vermeyecek. Hatta belki de finans piyasalarında büyük balonların bu kadar kolay oluşmaması için bazı düzenlemelere gidilecek ve yeni bir finansal mimariye geçilecek. O zaman oldukça farklı parametrelerden konuşuyor olacağız.

Türkiye ekonomisinin 2011’de yüzde 8’in üzerinde bir büyüme gerçekleştirmiş olduğu tahmin ediliyor. 2012 yılına ilişkin tahminler ise alışılmadık bir değişkenlik gösteriyor. Örneğin hükümet 2012 için yüzde 4 oranında bir büyüme öngörürken, IMF Ocak ayı sonunda Türkiye ekonomisi için 2012 büyüme tahminini yüzde 2,2′den yüzde 0,4′e çekti. Dünya Bankası’nın 2012 tahmini yüzde 2,9; OECD yüzde 3 büyüme bekliyor. Merrill Lynch ise büyümenin yüzde 0 olacağını, özellikle 2012 ilk iki çeyrekte daralma (resesyon) beklediğini açıklamıştı.

İşte “yumuşak iniş” derken, 2012’de büyümede çok hızlı ve ani bir yavaşlamanın olmayacağı, büyük bir işsizlik patlaması yaşanmayacağı, hane halkı gelirlerinin hızlı bir gerileme içine girmeyeceği kast ediliyor. Yani AKP hükümetini tehdit edecek düzeyde bir toplumsal hoşnutsuzluk oluşmayacağı varsayılıyor.

Ekonomin 2012’de yüzde 4-5 civarında büyüyeceğini tahmin eden bu kesime (ve bu arada hükümete) göre, son zamanlarda Türkiye’yi bir hayli korkutan dış ticaret açığı, cari açık ve özel sektör firmalarının yüksek dış borç stoğu bir krizle karşılaşılmadan küçülecek ve ekonomik göstergeler “sürdürülebilir” bir düzeye inecek. Bu “yumuşak iniş” senaryosu da –hükümet ve ana-akım ekonomi çevrelerinde pek dillendirilmemekle beraber– işsizlikte kayda değer bir artış olacağını, halkın reel gelir seviyesinin düşeceğini, ekonomideki yavaşlamanın vergi gelirleri üzerinde olumsuz sonuçlarını telafi etmek üzere vergi oranlarının arttırılacağını öngörüyor. Yalnızca toplumu rahatsız edecek bu tür gelişmelerin daha “yavaş ve sindire sindire” yaşanacağını öngörüyor ve tabii temenni ediyor.

“Sert iniş” senaryosu ise bunun tam tersi. Hükümet, TC Merkez Bankası  (MB) gibi temel ekonomik aktörlerin atacağı adımlarda bocalaması, ne yardan ne serden vazgeçmemek üzerine temellenen çelişkili politikalar, “sert iniş” senaryosunun olasılığını güçlendirecek. AKP hükümetinin uzun süreli ve yüksek oranlı bir büyüme üzerine iktidarını tesis ettiği ve büyümede ani bir yavaşlama olmasından çekindiği biliniyor.

Bütün bu tahminlere karşın esas belirleyici, dünyadaki ekonomik krizin ve özellikle Türkiye’yi daha yakından ilgilendiren Euro bölgesi krizinin seyri olacak. Bu kriz durumu derinleştiği oranda, yurtdışındaki sıcak paranın Türkiye’ye gelme “iştahı” azalacak ve bankalar ile şirketler yurtdışından uygun koşullarda kredi bulmakta zorlanacaklar.

***

Yukarıdaki tartışmalar ekonomi ve finans çevrelerinde bolca yapılsa da, altta yatan sebepler üzerinde pek durulmuyor. Sanki “ekonomi uzunca bir süre büyüdü, şimdi de birkaç yıl küçülür; olur böyle şeyler” demeye getiriliyor. Özellikle son 10 yılda Türkiye ekonomisinde yaşanan yapısal dönüşüm pek söz konusu edilmiyor. Dolayısıyla iniş “yumuşak” da olsa “sert” de olsa, hepimizi derinden etkileyecek ekonomik yavaşlamanın nasıl bir mekanizmanın sonucu olduğu ve toplumun üstlenmesi beklenen maliyetlerin neler olduğu tartışma gündeminde kendine yer bulamıyor. Elbette bunun nedeni açık: Son 10 yıldır “küreselleşme” adı altında Türkiye’nin izlediği büyüme modeli sorgulanmasın isteniyor.

Son 10 Yıldaki Yapısal Dönüşümün Temel Göstergeleri

(Küresel krizin etkisini yoğunlaştığı 2009 yılı hariç) 2002-2011 döneminde Türkiye ekonomisi nasıl bir yapısal dönüşüm geçirdi ve bunun ardındaki temel dinamikler nelerdi?

Bu dönemde dünya finans piyasaları 2008’de patlayacak balonları şişirmekte meşguldü. Uluslararası piyasalarda inanılmaz bir para bolluğu vardı ve bu “likidite”, nerede daha fazla kazanç imkânı görüyorsa oraya gidiyordu. Uluslararası bankalar da bu para bolluğu ortamında, “gelişmekte olan ülkeler” diye nitelendirilen ülkelere bol miktarda düşük faizli ve uzun vadeli krediler verdi.

Türkiye’nin AKP iktidarı altında ekonomide geçirdiği yapısal dönüşümün temel dinamikleri bunlardı.

Fakat elbette Türkiye’deki iktidar ve ekonomiye yön veren aktörler pasif bir konumda değillerdi. Örneğin Türkiye, Brezilya ve bazı Güneydoğu Asya ülkeleri gibi hızlı sıcak para giriş-çıkışlarının yaratacağı tahribatlara, yani ekonomik varlık balonlarının hızla şişip patlamasına fırsat vermemek için kısa vadeli sermaye hareketleri üzerinde denetim uygulamadı. Bilakis “sıcak para gelsin, nasıl ve nereden gelirse gelsin, başımızın üzerinde yeri var” şeklinde son derece günü birlik ve popülist bir politika benimsendi. Halkı rahatsız edecek şekilde enflasyonda ve işsizlikte yüksek artışlar olmasın, tüketim alabildiğine artsın ve büyüme devam etsin, denildi. Belki de böyle olmasında, Türkiye’de son derece merkezileşmiş bir yapı arz eden iktidarda her ne pahasına olursa olsun kalmanın sağladığı devasa siyasi-ekonomik rant etkili oluyordur.

Şimdi 2002-2011 dönemindeki yapısal dönüşümü açıklığa kavuşturabilecek bazı temel göstergelere geçebiliriz. Okurlardan ricam, bu tabloları salt sıkıcı teknik veriler olarak incelememeleri. Bunlar bizim yaşamımızı doğrudan etkileyen makro gelişmelere dönük bazı önemli göstergeler. Terimlen konusunda da “ben pek ekonomik terimleri anlamam” diye düşünmeye gerek yok aslında. Yabancı gelebilecek bazı terimleri zaten açıklayama çalışıyorum. İktisatta temel göstergeleri derli toplu olarak tablolar ve grafikler şeklinde ifade ediyoruz.

Neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde yapısal dönüşümün ilk basamağı, Türkiye’ye büyük miktarda döviz girmesi oldu. Bankalar ve özellikle bankalar dışındaki özel firmalar yurt içindeki tüketimi, ithalatı ve yatırımları finanse etmek için yurtdışından bol miktarda borçlandılar. Aşağıdaki tablo 2002-2010 yılları arasında toplam dış borç stoğunun evrimini ve bankalar dahil finans kuruluşlarının ve finans-bankacılık kesimi dışındaki özel şirketlerin dış borçlarındaki gelişmeyi gösteriyor.

2002-2010 Arasında Toplam (Kısa ve Orta-Uzun Vadeli) Dış Borç Stoğu ve Özel Sektör Bileşenlerinin Dış Borçlarının Gelişimi (milyar dolar)

 

2002

2003

2004

2005

2006

Toplam Dış Borç Stoğu (Kamu + Özel )

129,7

144

160,9

169,9

207,8

Toplam Kısa Vadeli Dış Borçlar

16,4

23

32,2

38,2

42,6

Ticari Bankalar                             

6,3

9,6

14,5

18,2

21,5

Özel Sektör Toplam Orta-Uzun Vadeli Borçlar

29,3

30

36,8

50,6

82,2

(Bankalar Dahil) Finans Kuruluşları Borçları

4,7

5,2

8,5

16

28,5

Finans-Dışı Özel Sektör Şirketleri Borçları

24,6

24,7

28,2

34,6

53,7

 

 

2007

2008

2009

2010

Toplam Dış Borç stoğu

249,5

279,7

268,7

290,3

Toplam Kısa Vadeli Dış Borçlar

43,1

53,1

49,7

78,6

Ticari Bankalar                                 

18,3

27,4

25,8

52,1

Özel Sektör Toplam Orta-Uzun Vadeli Borçlar

121,5

139,4

127,6

116,8

(Bankalar Dahil) Finans Kuruluşları Borçları

41,9

41,1

35,4

34,1

Finans-Dışı Özel Sektör Şirketleri Borçları

79,6

98,3

92,2

82,6

Kaynak: Devlet Planlama Teşkilatı, http://www.dpt.gov.tr.

Bu veriler çok çarpıcı bir gelişmeye işaret ediyor, öyle ki bazen bizim gibi insanların hafsalası bu kadar hızlı bir gelişmeyi anlamakta zorlanıyor. Türkiye’nin kısa vadeli dış borçları içinde ticari bankaların borcu 2002’de 6,3 milyar dolarmış; 2010’da 52,1 milyar dolara çıkmış. Özel sektör kuruluşların (finans + finans-dışı kesim) toplam orta-uzun vadeli dış borcu 2002’de 29,3 milyar dolarken, 2010 bu rakam 116,8 milyar dolara yükselmiş. En çarpıcı ve dolayısıyla en riskli gelişme ise, finans-dışı kesimde yer alan özel sektör firmalarının dış borçlarındaki devasa büyümede ortaya çıkıyor: 2002’de inşaat, gıda, tekstil, metal, makine, elektrik-elektronik ev cihazları, otomotiv vs. sektörlerindeki firmaların toplam orta-uzun vadeli dış borcu 24,6 milyar dolardan 2010’da 82,6 milyar dolara yükseliyor.

Adı geçen sektörlerde yoğun ara malı ithalatı, yurt içi yatırımların ve ihracatın finansmanı bu borçlanmalarla sağlanmış. Tüketiciyi “cezbeden” kampanyalar yoluyla, uygun borçlanma koşulları altında konut, araba vs. satın alma imkânlarının yaratılması böyle mümkün olabilmiş. Örneğin, “24 ay vadeli peşin fiyatına taksitle” türünden, gerçekte ekonomik anlamda “irrasyonel” denebilecek kampanyalardan söz ediyorum. Yoksa Türkiye’de orta sınıfların büyük bölümü ve emekçiler 2002-2011 döneminde gerçekleşen yüksek oranlı büyümeyi finanse edebilecek gelir düzeyine kesinlikle sahip değiller. Aşağıda bu konuya tekrar döneceğiz.

2002-2011 dönemine ilişkin temel göstergelerle ilgili bir sonraki tablomuz, finans-bankacılık kesimi dışındaki firmalar üzerine daha ayrıntılı şekilde odaklanıyor. Bu firmaların, yukarıda belirttiğimiz finansman imkânlarını ve tüketimi kışkırtıcı koşulları yaratırken ne kadar kredi kullandıklarını, bu kredilerin yurtiçi/yurtdışı olarak dökümünü ve net döviz pozisyonlarını gösteriyor. Yükümlülükler, genel anlamda toplam borçlar anlamına geliyor. Net döviz pozisyonu ise, söz konusu firmaların döviz cinsinden varlıklarına karşın döviz cinsinden borçlarını gösteriyor. Özellikle bu son gösterge, kurlardaki hızlı artışlarla veya uluslararası finans piyasalarında “risk iştahının azalması”yla çabucak bozulabilecek dengelere işaret ediyor. Son yıllarda neredeyse bütün iktisatçılar, finans-dışı özel sektör firmalarının aşırı borçluluğuna ve bu borçluluk içinde yurtdışından kullanılan kredilerin ağırlığına dikkat çekiyorlar. Aşağıdaki tabloda görüldüğü üzere bahsi geçen özel şirketlerin yurtiçi ve yurtdışından kullandıkları nakdi krediler, 2003’de 44,1 milyar dolardan Eylül 2011’e geldiğimizde 185,3 milyar dolara yükselmiş. Yurtdışından kullanılan krediler ise 2003’de 25,9 milyar dolardan Eylül 2011 itibariyle 82,7 milyar dolara yükselmiş. Net döviz pozisyonları ise 2003’de – (eksi) 20,4 milyar dolar iken, 2011 Eylül’ünde – (eksi) 124,1 milyar dolar olmuş.

Net döviz pozisyonu işte bu açıdan önemli. Bu şirketler yurtdışından büyük miktarlarda döviz cinsinden kredi almışlar. Fakat kazançları TL cinsinden. Dolayısıyla uluslararası finans krizinin ağırlaşması, bunun sonucunda sıcak para denilen çok kısa vadeli sermayenin Türkiye’den çıkış yaparak hiç olmazsa alacaklarını tahsil edebileceği ABD gibi “güvenli limanlara” yönelmesi, bütün bu gelişmeler sonucunda Türkiye’de döviz likiditesinde bir daralma başlaması ve kurların yükselmesi (yani borçların TL karşılıklarının birden artması), büyük yerli firmaları yurtdışı borçlarını ödeme güçlüğü içine sokabilir. Son durum dışında, diğerleri Sonbahar 2011’de Türkiye’de yaşandı. Merkez Bankası, ödeme güçlüğünün oluşmaması için döviz kurlarındaki yükselişi bir noktada durdurabilmek amacıyla 5 Ağustos 2011-4 Ocak 2012 tarihleri arasında tam 11, 560 milyar dolar döviz sattı. Böylece MB’nin döviz rezervleri bu oranda azalmış oldu.

 

2003-2010 Arasında Finans-Bankacılık Kesimi Dışındaki Firmaların Döviz Yükümlülükleri (Borçları) ve Net Döviz Pozisyonları (milyar dolar)

 

2003

2004

2005

2006

2007

Yükümlülükler

50,6

58,7

72,4

100,5

139,6

Nakdi Krediler

44,1

49,3

61,4

88,8

125,1

 Yurt İçinden Sağlanan Krediler

18,1

20,4

26,4

34,8

46,3

Yurt Dışından Sağlanan Krediler

25,9

28,9

35

54

78,8

İthalat Borçları

6,5

9,3

11

11,7

14,5

Net Döviz Pozisyonu

- 20,4

- 21,1

- 27,0

- 37,8

- 63,4

 

 

2008

2009

2010

2011          (ilk 9 ay)

Yükümlülükler

160,8

156,5

181,3

207,4

Nakdi Krediler

146,2

141,3

163,2

185,3

 Yurt İçinden Sağlanan Krediler

48

50,3

81,8

102,5

Yurt Dışından Sağlanan Krediler

98,1

91

81,3

82,7

İthalat Borçları

14,6

15,2

18

22,1

Net Döviz Pozisyonu

- 80,3

- 73,5

- 91,3

- 124,1

Kaynak: Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası, www.tcmb.gov.tr.

 

Şimdi de Türkiye ekonomisinde “büyümenin motoru” diyebileceğimiz iç talebin sürekli artmasını sağlayan mekanizmaya bakabiliriz. Aşağıdaki tabloda, Türkiye’de bankaların kullandırdıkları toplam kredilerindeki olağanüstü artışı (2003’de 47,5 milyar dolar; Eylül 2011’de ise 358,3 milyar dolar), (ticari ve kurumsal krediler başlığı altında) şirketlere kullandırılan kredilerdeki artışı ve tüketimi doğrudan tetikleyen bireysel kredilerdeki patlamayı görüyoruz. Bireysel krediler 2003’de 9,2 milyar dolar seviyesinden, Eylül 2011’de 118,1 milyar dolara yükselerek muhtemelen bir dünya rekoru kırıyor. Son satırda ise bir gösterge olarak toplam kredilerin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’ya (GSYH) oranı veriliyor.

 

2003-2011 (Eylül) Arasında Bankaların Ticari ve Bireysel Kredilerinde Büyüme (milyar dolar)

 

2003

2004

2005

2006

2007

Toplam Banka Kredileri

47,5

74,4

116,6

155,9

245,2

Ticari ve Kurumsal Krediler

38,3

54,4

80,1

103,3

164,4

Bireysel Krediler

9,2

20

36,5

52,6

81,9

Toplam Krediler/GSYH oranı  (%)

15,6

19,1

24,2

29,6

37,4

 

 

2008

2009

2010

2011 (Eylül)

Toplam Banka Kredileri

242,9

260,7

340,1

358,3

Ticari ve Kurumsal Krediler

164,9

173,7

227,4

240,2

Bireysel Krediler

78

86,9

112,6

118,1

Toplam Krediler/GSYH oranı  (%)

32,7

42,2

46,2

51,6*

*2011 yıl sonu tahmini

Kaynak: BDDK Finansal Piyasalar Raporu (Aralık 2007 ve Eylül 211), http://www.bddk.org., 2012 Yılı Bütçe Sunuş Konuşması, Maliye Bakanı Mehmet Şimşek.

 

2002-2011 dönemindeki yapısal dönüşümü halk açısından en iyi özetleyen tablo ise sonuncu tablomuz. Burada öncelikle 2003-2011 Eylül arasında Türkiye’de hanehalklarının toplam harcanabilir gelirleri içinde çeşitli şekillerde borçlandırılmaları sonucunda ödedikleri faiz payının gelişimini görüyoruz. Son yıllarda büyüme oranları bakımından Çin’den sonra ikinci sıraya yerleşmemizi ve “dünyanın en büyük 20 ekonomisi” arasına girmemizi sağlayan ekonomik mucize, hanehalklarının eline geçen toplam gelirin yüzde 4,2’sini faiz olarak ödemesiyle sağlanmışa benziyor. Bu “mucize”nin gerçek kahramanına ilişkin rakamlar ise daha çarpıcı: Hanehalklarının harcanabilir gelirlerine oranla toplam borçlarının oranı aşırı derecede yükselmiş. Bu 10 yıllık dönemin başında hanehalkları daha mütevazı bir borçlanma içindeyken (toplam gelirin yüzde 7,5’i kadar borçlanıyorlarmış), Eylül 2011’e geldiğimizde kullandıkları türlü bireysel krediler yoluyla, ellerine geçen harcanabilir gelirin neredeyse yarısı (yüzde 44,4) düzeyinde borçlanmaya başlamışlar. Bu borçların nasıl ödeneceği veya ödenmesi için ne tür fedakârlıklar yapılacağı elbette ana-akım iktisat tartışmalarının alanına girmiyor.

 

2003-2011 Arasında Hanehalkı Borçluluğu ve Faiz Ödemelerinin Harcanabilir Gelirine Oranı (%)

 

2003

2004

2005

2006

2007

Faiz ödemeleri/Hanehalkı Harcanabilir Geliri (%)

2,1

3,2

4,2

4,1

4,6

Borç /Hanehalkı Harcanabilir Geliri (%) 

7,5

12,9

20,9

25,1

29,5

 

2008

2009

2010

2011 (Eylül)

 

Faiz ödemeleri/Hanehalkı Harcanabilir Gelir (%)

3,8

5,2

4,4

4,2

 

Borç/Hanehalkı Harcanabilir Geliri ( %)

24,8

36,0

41,2

44,4

 

Kaynak: TCMB Finansal İstikrar Raporu, Aralık 2006, Kasım 2009, Kasım 2011, www.tcmb.gov.tr

(Tabloya ilişkin açıklama: Hanehalkı yükümlülükleri (borçları), bankalar ve tüketici finansman şirketlerince kullandırılan kredileri, kredi kartı bakiyelerini ve TOKİ’nin vadeli konut satışları karşılığı borçlardan oluşmaktadır.)

***

İşte son 10 yılda yüksek oranlı ekonomik büyümeyi, dünyadaki likidite (borç verilebilir fonlar) bolluğuna dayanarak ve sürekli borçlanarak sağlamış bulunuyoruz.