“Öncü Göstergeler”, 2012’ye İlişkin Büyük Belirsizlik ve Türkiye Ekonomisinin Temel Sorunları

Bu yazının ilk bölümü 16 Şubat’da yayımlanmıştı (bkz: http://www.bgst.org/keab/tt20120216.asp). Yani üzerinden epeyce zaman geçti.  Bu tür dizi halindeki yazıların arasına fazla mesafe girmemesi gerektiğinin farkındayım. Araya uzunca bir zaman aralığı girmesinin belki de tek faydası, temel soruların daha açık şekilde tartışılmaya başlanması oluyor.

Yazının daha önce yayımlanan ilk bölümüne, Türkiye ekonomisinin 2012’de alacağı görünüme ilişkin tahminlerle başlamıştım. Kısaca özetlemek gerekirse, temel sorun “cari açık” olduğuna göre ve cari açık da öncelikle dış ticaret dengesindeki açıktan (dış açık) kaynaklandığı için,  AKP hükümeti açısından en hayırlı senaryo, “yumuşak iniş”ti. Buna göre, alınan bazı önlemler sayesinde şirket ve özellikle tüketici kredilerinde “ılımlı” bir daralma yaşanacak, böylece esas olarak ucuz döviz ve iç talep sayesinde yurtdışından ithalata aşırı derecede bağımlı özel sektör yatırımları yavaşlayacaktı. Dolayısıyla yatırımlar “ılımlı” ölçüde yavaşladıkça, ithalat da azalacak, dış denge ve cari açık sorunu sürdürülebilir boyutlara çekilecekti. Aynı şey, asıl mesele olan tüketici kredileri için de geçerli olacaktı. Tüketici, konut vs. kredilerinde “ılımlı” bir daralma olunca, hem yurtdışından nihai özel tüketim ürünleri ithalatı hem de özel sektörün yatırım amaçlı yatırım malı/ara malı ithalatı azalacak, böylece yine cari açık sürdürülebilir bir düzeye inmiş olacaktı.

Günlük gazetelerdeki ekonomi yazarlarının önemli bir bölümüne bakılırsa, Mart sonu itibarıyla “sert iniş” (ekonomide ani bir daralma ve toplumsal huzursuzluk) yerine “yumuşak iniş” ihtimali daha fazla güçlenmiş görünüyor. 

Birazdan 2012 yılının ilk iki ve üç aylık verilerini inceleyeceğiz. Bunlara “öncü göstergeler” deniyor. Fakat ileride daha temel sorunlara değineceğiz. Aylık veya birkaç aylık göstergeler temelinde yapılan yorumlar hem haliyle “geçici” olabiliyor hem de çoğunlukla kasıtlı olarak “iyimser bir hava” yaratma gayretiyle gerideki temel-yapısal sorunları gizleme eğilimde oluyor.

Oysa Dünya Bankası (DB) gibi etkin uluslararası kurumlar Türkiye ekonomisini küresel parasal akımlar karşısında son derece kırılgan hale getiren temel sorunların geçiştirilmesine daha fazla seyirci kalmadı ve “dost ve müttefik” Türkiye’nin ekonomik büyümesini sürdürülebilir kılması için bu temel sorunların çözülmesi gerektiğine işaret etti.  2012’nin “öncü göstergeleri”ni ele aldıktan sonra bu sorunu tartışacağız.

2012 Ocak-Şubat-Mart “Öncü Göstergeleri”

Sanayi Üretimi

Öncelikle üretime bakalım. Aşağıda ay bazında Mart 2011-Mart 2012 dönemi imalat sanayi kapasite kullanım oranları veriliyor.

Kaynak: TCMB

İmalat sanayi kapasite kullanım oranlarını mevsimsel etkilerden arındırılmış verilere (2. satır) göre yorumlayacak olursak, “hızlı büyüme dönemi” olan Kasım-Aralık 2011 dönemine göre Ocak 2012’de küçük bir artış olduğunu, Şubat’ta belirgin bir azalma olduğunu ve Mart ayında imalat sanayi üretiminin yeniden yükselişe geçtiğini söyleyebiliriz. Bilindiği gibi, Türkiye’de ekonomik büyüme konusunda diğer sanayi sektörleriyle birlikte imalat sanayi temel bir gösterge kabul edilir.

Tüketici Kredileri

Peki iç talebi yapay bir şekilde kamçılayan tüketici kredileri açısından 2011’deki eğilimlerle karşılaştırıldığında 2012’nin ilk aylarında durum nedir?

Aşağıda önce 2010 yılındaki toplam tüketici-kredi kartı hacmine (stoğuna) bakabiliriz. Bilindiği gibi tüketici kredileri, konut, araç, ihtiyaç kredileri ve benzerlerinden oluşuyor. 2010 yılı sonunda 124.936 trilyon (eski parayla katrilyon) TL olan tüketici kredileri toplamı, sürekli bir artış göstererek Aralık 2011’e geldiğimizde 162.119 TL’ye ulaşmış. Hemen her ay bir önceki yılın aynı ayına göre yüksek bir artış gösteren tüketici kredilerinin artış hızı, Eylül 2011’den itibaren yüzde 40’ın altına, Aralık’tan itibaren de yüzde 30’un altına düşmüş. Yukarıda geçerken değindiğimiz Merkez Bankası (MB) ve Bankacılık Düzenleme Denetleme Kurulu’nun (BDDK) aldığı önemler sayesinde iç talebin başlıca enstrümanı olan tüketici kredilerinin artış hızında ciddi bir azalma söz konusu. Fakat mutlak bir azalma söz konusu değil. Şubat ayında tüketici kredileri bir önceki yılın Şubat ayına göre yüzde 25 civarında artmayı sürdürmüş. Zaten hükümetin  “yumuşak iniş” senaryosu da, kredi hacmindeki artışın yüzde 20’ler düzeyine inmesini ve o düzeyde kalmasını amaçlıyordu.

Hacmi tüketici kredilerinin yaklaşık 1/3’ü kadar olan kredi kartlarında ise farklı bir eğilim söz konusu. Artış oranı hızını koruyor, hatta bir ölçüde arttırıyor. Sanıyorum insanlar artık kredi kartlarıyla geçimlerini sağlamaya çalışıyorlar.

Kaynak: TCMB

Dış Ticaret Dengesi – Cari Açık

Aşağıda Ocak-Şubat 2012 dış ticaret verileri, 2011 yılının aynı dönemiyle karşılaştırılıyor. Buna göre, ihracat geçen yılın aynı dönemine göre % 12,9 oranında artmış. İthalat artışı ise daha sınırlı kalmış ve sadece % 1,9 artmış.

Kaynak: TÜİK

Bununla birlikte, ithalatın artış hızının yavaşlamasına karşın, ekonomik büyüme açısından kritik verileri görmek için ithalatın alt-sektörlerine bakmakta fayda var. Aşağıda ithalatın yatırım malları, ara malları ve tüketim mallarından oluşan ana bileşenlerine ilişkin 2011-2012 Ocak-Şubat verileri karşılaştırılıyor.

Kaynak: TÜİK

Bu veriler bize, Ocak-Şubat 2012 döneminde bir önceki yılın aynı dönemine göre –muhtemelen ithal malların pahalılaşması nedeniyle– sadece tüketim malları ithalatının azaldığını, yatırım malları ve ara malları ithalatının ise bilakis arttığını gösteriyor. Dolayısıyla, iç ve dış talebe dönük yatırımların 7 azaldığını söyleyemeyiz.

***

Yumuşak İniş Mi?

Yukarıdaki öncü göstergeler 2012 yılı için “yumuşak iniş” senaryosuna daha fazla şans tanıyor. Sanayide kapasite kullanım oranları Mart’ta toparlanmaya başlamış, kullanılan tüketici kredi hacmi azalmakla birlikte hâlâ yüzde 25 civarında artmayı sürdürüyor ve nihayet ithalatta yavaşlama görülse de, bu eğilim tüketici mallarıyla sınırlı kalıyor.

Aslında 2012 Yılında Kimse Ne Olacağını Bilmiyor

Bununla birlikte, ekonomi-finans kanallarından izleyebildiğim kadarıyla kurumların ve uzmanların2012 büyüme tahmini şu aralıkta değişiyor: % 5 ila % 0.

Bu elbette çok geniş bir aralık ve büyük bir belirsizliği içeriyor. Belirsizlik ise bilindiği gibi 2007 ortalarında başlayan küresel krizin ne yöne doğru ilerleyeceğinin belirsiz olmasından kaynaklanıyor.

Ocak 2012’den bu yana, özellikle de Euro bölgesinde Yunanistan sorununa bir çözüm bulunur gibi görünmesinden sonra, piyasalarda küresel krize ilişkin iyimserlik rüzgarları esiyor. Hatta “normalleşme”nin başladığını ilan edenler bile var. Elbette bu iyimserliğin arkasında Amerikan Merkez Bankası (FED) ile Avrupa Merkez Bankası’nın ekonomik durgunluğun keskinleşmesini önlemek için bol para basıp piyasaya likidite pompalaması yatıyor.

Bununla birlikte, daha eleştirel bazı yazarlar (örneğin Dünya gazetesinden Uğur Civelek), likidite yaratarak krizin derinleşmesini önlemenin ancak geçici bir etkisinin olacağını vurguluyor. Aşırı derecede para basılması ile gelişmiş ülkelerdeki ekonomik durgunluğun birleşmesinin, ciddi bir enflasyonist baskıyı gündeme getireceğini; enflasyonist baskının da küresel ölçekte durgunluğu, işsizliği ve gelir dağılımının daha fazla bozulmasını tetikleyerek krizi derinleştireceğini öngörüyorlar. Petrol fiyatlarındaki artışın ise talep kökeni olmaktan çok, mali sektör fonlarının, negatif faizler ve enflasyon tehdidi dolayısıyla değer kaybı yaşayan rezerv para birimlerinden (dolar ve Euro) kaçarak petrol gibi temel ihtiyaç maddesi niteliğindeki emtiaya yatırım yapmasından kaynaklandığını düşünüyorlar.

Her durumda “öncü göstergeler” ne söylere söylesin, küresel krizin alacağı biçimin belirsiz olması, sert küresel dalgalara karşı gayet kırılgan olan Türkiye ekonomisi açısından büyük bir belirsizlik yaratıyor. Örneğin krizin derinleşmesiyle kısa vadeli para akımları Türkiye gibi “gelişmekte olan ülkeler”den çıkabilir ve bu da “yumuşak iniş” senaryolarını alt üst ederek “sert inişe” (hızlı bir daralmaya) yol açabilir. 2012’ye ilişkin büyüme tahmininin %5-0 gibi çok geniş bir aralıkta olması bundan kaynaklanıyor.

Daha Temel Bir Sorun: Türkiye Ekonomisinin Tasarruf Açığı. (Buna, “halkın yoksullaşması” da diyebilirsiniz)

Mart ayında Dünya Bankası ile T. C. Kalkınma Bakanlığı’nın hazırladıkları “Yüksek Büyümenin Sürdürülebilirliği: Yurtiçi Tasarrufların Rolü” adlı rapor tartışıldı. Sanıyorum Dünya Bankası, Türkiye’nin gelişigüzel hareket edemeyecek kadar jeopolitik konumu önemli bir müttefik olmasından hareketle, ekonomi yetkililerini temel bir sorun konusunda uyardı: Yurtiçi tasarrufların hızla düşmesi.

Yatırım, tüketim ve tasarruf kavramları kısaca tanımlarsak, şöyle diyebiliriz: Türkiye’de kamu sektörü ve özel sektör yatırımlar yapıyor. Özellikle özel sektörün son 10 yılda hızla artan yatırımlarını karşılayacak finansal kaynak gerekiyor. Yeteri ölçüde finansal kaynağın birikebilmesi için ise, şirketler ve hanehalklarından oluşan esas tüketici aktörlerin varlıklarının bir kısmını tüketmeyip “tasarruf etmeleri”, örneğin bankaya yatırmaları gerekiyor. Oysa Türkiye’de son 10-15 yılda yurtiçi tasarruflar hızlı düşüyor. Yatıp kalkıp “cari açık” sorununu tartışmamızın ardında da bu dengesizlik yatıyor.

Aslında son zamanlarda pek çok iktisatçının dikkat çekmeye başladığı gibi, “cari açık” olgusunun ardında, yurtiçi finansal kaynakların yatırımları besleyemeyecek kadar düşük olması yatıyor. İşte bu nedenle, özel sektör ve özellikle reel kesimdeki şirketler yatırımları finanse edebilmek için çok yoğun olarak yurtdışından borçlanıyor. Bu da yetmiyor, Türkiye ekonomik büyümesi için gerekli kaynağın bir kısmını da sıcak para dediğimiz, kısa vadeli sermaye akımlarıyla (borsaya, devlet iç borçlanma senetlerine [DİBS] ve diğer yatırım araçlarına yatırılan yurtdışı kaynaklı parayla) karşılıyor.

Böyle olunca, hepimizin bildiği gibi ekonomik büyüme bir yerden sonra sürdürülemez hale geliyor; çünkü döviz kurlarında büyük oynamalar, uluslararası para akımlarının hızla yön değiştirmesi gibi gelişmeler karşısında Türkiye ekonomisi her an krize sürüklenebilecek bir durum arz ediyor. Ne yapıp edip toplumu da çok rahatsız etmeyecek bir “yumuşak iniş”le cari açığın kısılması hedefi, bu yapısal sorunun bir sonucu. Ancak orta vadede halledilmesi gereken en temel birkaç sorundan birisi, yurtdışı fonlara bu kadar bel bağlamayı engellemek için yurtiçi tasarruf oranının artırılması. DB da bu soruna işaret ediyor.

Hanehalklarının Tasarruf Oranındaki Gelişmeler    

Buradaki verileri Asaf Savaş Akat’ın bir köşe yazısından alacağım. [[dipnot1]] Zira hanehalkının tasarruf oranındaki gelişmelere ilişkin doğrudan verilere rahatça erişilemiyor.

Bankalardaki toplam mevduat hesapları, hanehalkları tasarruflarının hepsini olmasa da (çünkü bir kısmı “yastı altında”), önemli bir bölümünü yansıtıyor. Asaf Savaş Akat şöyle bir hesaplama yapıyor. 2005-2011 arasında vatandaşın bankalarda tuttuğu toplam mevduattaki yıllık değişimleri hesaplıyor. Yine aynı dönemde bankaların kullandırdığı toplam tüketici kredilerindeki yıllık değişimleri hesaplıyor. Sonunda ulaştığı verileri, her iki kategorideki yıllık değişimlerin milli gelire (GSYH) oranı olarak sunuyor. Böylece tasarruf eğilimdeki değişimi, toplam mevduatların toplam tüketici kredilerine nispetini hesaplayarak değerlendirebiliyoruz.

Yukarıdaki tabloya göre şöyle bir manzara ortaya çıkıyor: Hanehalklarının bankalarda mevduat hesaplarında tuttuğu tasarrufun GSYH’ya oranı, 2005-2011 arasında % 1,7 azalmış. Buna karşın, hanehalklarının kullandığı tüketici kredilerinin GSYH’ya oranı ise % 1 artmış.  (Bu veriler, GSYH’nın yüzdeleri olduğu için gerçekte büyük rakamlara denk geliyor.)

Sonuç olarak, 2005 yılında hanehalklarının artı % 2 olan net tasarruf oranı (yani, mevduat eksi tüketici kredileri), 2011’e geldiğimizde net eksi % 0,7’ye dönüşüyor. Bir başka deyişle insanlar hem daha az birikim yapabiliyor hem de daha fazla tüketici kredisi kullanıyorlar. A. Savaş Akat’ın hesaplarına göre, 2010 bankacılık sistemi açısından kritik bir dönüm noktasına işaret ediyor. Bankalar, topladıkları mevduat ile açtıkları tüketici kredileri karşılaştırıldığında 2010’da eksi net tasarruf durumuna geçiyorlar. Yani kaynakları, açılan tüketici kredilerinin gerisinde kalıyor. Net tasarruf oranı ise 2005-2011 yılları arasında tam 2,7 puan geriliyor.

Aradaki fark, yurtdışı kaynaklarla kapatılıyor: yüksek cari açık.

Dünya bankası bu temel soruna dikkat çekmekle birlikte nasıl bir yapısal çözüm öneriyor? Benim izleyebildiğim kadarıyla, öneriler arasında yastık altındaki paranın finans sistemine sokulması, kadınlar daha fazla tasarruf ettiği için çalışan kadın sayısının arttırılması, özel emeklilik fonları gibi tasarruf yaratıcı fonların hacminin genişletilmesi gibi önlemler var.

Bir ülkede halk neden daha az biriktirmeye ve daha çok tüketici kredisi kullanmaya başlar? Bu sorunun yanıtlarından birisi, elbette, çok düşük faizli tüketici kredileri yoluyla konut, araç gibi mallara dönük tüketimin yapay biçimde pompalanmasıdır.

Ama muhtemelen daha geride hanelerin artık tasarruf yapamayacak durumda olması yatıyor. Toplumun önemli bir kesiminin gelirleri artık giderlerini karşılamıyor ve eskiden alt-orta ve orta sınıfların para biriktirerek veya emekli ikramiyesi, kıdem tazminatı gibi tasarruflarla alabildikleri araç, konut benzeri mallar ancak borçlanarak satın alınabiliyor.

Yine dönüp dolaşıp Türkiye’de ekonomi uzmanlarının pek sözünü etmediği o soruna geliyoruz: Reel ücretlerin düşüklüğü ve sınıflar arasındaki gelir dağılımının olağanüstü biçimde bozulmuş olması, toplumun geniş kesimlerinin Türkiye’nin son on yılda gerçekleştirdiği yüksek oranlı büyümeyi artık taşıyamayacak hale gelmesine yol açıyor. Son derece yapısal ve insani bir sorun! Cari açığın tehlikeli boyutlara ulaştığı bugünlerde hanelere daha az harcayıp daha çok tasarruf yapmaları salık veriliyor.